• simbiyoz yaşam örgüsü.
  • sanıldığının aksine, kahramanlarının ikiden fazla olduğu tahmin edilen bağlar örgüsüdür
    fazladan (bkz: iki ters bir düz)
  • (bkz: simbiyotik)
  • ortak yasam anlamina gelir.
  • simbiyosis (mutualizm): karşılıklı olarak birbirlerine fayda sağlayan iki farklı türdeki organizmanın bir arada yaşamasıdır. iki türden birinin bulunmaması halinde diğeri ortamdan yok olabilir. alg ve mantarların birliktelikleri ile meydana gelen likenler örnek olarak verilebilir.
  • boşanma dilekçesini vereli henüz bir hafta olmuştu. aklımda bitmek tükenmek bilmeyen bir çok soru, gelecekteki hayatımın ne kadar güzel olacağına dair inanç ve umutlarımla, boşanmanın ileride ne kadar pahalıya patlayacağından habersiz, yeni tuttuğum iki göz odası olan küçük apartman dairesine taşınma hazırlıkları yapıyordum. üç parça eşyamı yüklediğim küçük bir pikap ile yeni evime gitmiştim. getirdiklerimi salonun ortasına bir çırpıda taşımıştım. kapıyı kapattım. kilidi çevirdim. doğruca evin ortasına yere uzandım. günlerden pazardı. hava kararmak üzereydi. belli ki apartmandaki tüm komşular evindeydi. eşya taşırken, hintli olduğunu gördüğüm sağ yandaki komşum kocasına bağırıyordu. öteki sağdaki komşu ise kızlarını azarlıyordu. karşı komşudan mütemadiyen çalışan çamaşır makinesinin sıkma işine başladığı santrifüj sesi geliyordu. evi bir çarşamba sabahı, muhtemelen herkes işte, okulda ya da alışverişte olduğu bir zaman gezmiştim. apartmanın sessizliği ve huzuru beni çok etkilemişti. evimdeki ilk gece de ise, adeta dört taraftan kuşatılmış gibi hissediyordum. bir battaniye ve bir iki yastık alıp kendime yere yatak yaptım. eşyaları, yatağı kurmayı başka bir güne bırakmıştım. yatak odasına geçtiğimde birden boyut değiştirmişim gibi oldu. duvardan, yandaki komşudan hiç ses gelmiyordu. “oh be” diyemeden yorgunluktan uyuyakalmıştım.

    günler günlerin ardından geldikçe, o sessiz evde yaşayan genç, evli çifti görmeye başladım. bir iki çekinik gülümseme merhabaya, o da sonra her çöpü atmaya ya da dışarı çıkışımda karşılaştıkça bir nev’i komşuluk ilişkisine dönüştü. her gün sabah, aynı saatte evden çıkarlar, her akşam da aynı saatte evlerine dönerlerdi.

    aradan üç ay geçmişti. yeni hayatıma ve gürültülü apartman hayatına iyice alışmıştım. haftanın bütün yorgunluğuyla eve geldiğim bir cuma günü akşam yemeğini hızlıca geçiştirip, battaniyenin altına, televizyonun karşısına geçmiştim. o sessiz duvardan bağırma sesleri gelmeye başlamıştı. ne konuştuklarını tam olarak duyamıyordum ama oldukça şiddetli bir kavganın olduğu belliydi. daha sonra bir iki tabak çanak kırılma sesi geldi. kadın topuklarını yerlere vura vura yürüyor, bir sürü küfrü arka arkaya sıralıyordu. adamın sesi daha az geliyordu. ama bazı anlarda bağıran karısının sözünü kesiyor o da ona bağırıyordu. kavga devam ediyordu. bir an sessizlik oldu. yaklaşık bir iki dakika sonra, olanca şiddetiyle birisi kapımı yumrukluyordu. hemen yataktan kalktım. kapıdaki göz deliğinden baktığımda kapıyı çalanın yan komşu olduğunu gördüm. ne yapacağımı düşünmeden kapıyı açtım. adam şortu ve bir iki yerinden yırtılmış tişörtü ile hızlıca konuşmaya başladı. karısının kendisine saldırdığını, ona birşeyler fırlattığını söylediğini ve kollarındaki halen kanamakta olan tırnak izlerini gösterdi. “polisi aradım’” dedi hızlıca “polis gelince bana şahit olur musun?” “ben” dedim, “görmediğim bir duruma şahit olamam ama biraz sakinleşseniz olmaz mı acaba?” o sırada o soluk yüzlü, sarışın karısı kapıda göründü. “ne diyorsa hepsi yalan!” dedi. arkasını dönüp tam eve geri girmişti ki polisler geldi. olayı anlamaya çalışırken bana evime geri girmem gerektiğini ve daha sonra benimle de konuşacaklarını söyleyerek yandaki eve girdiler. çıt çıkmıyordu bu sefer evden. yarım saat kadar sonra yine kapım çalındı. aynı polis memurları bu sefer bana bir iki soru sormak istediklerini söyleyerek eve girdiler. hiçbir fikrim yoktu neden tartıştıklarından, daha önce birbirlerine şiddet uygulayıp uygulamadıklarından. bildiklerimi, çoğu da aslında bilmediğim şeyler olanları polise anlattım, sonra da gittiler.

    haftasonu boyunca evden bir daha hiç ses gelmedi. adeta kavgadan önceki eski günlerdeki gibiydi. pazartesi sabahı ikisini yine, arabalarına binip, akşam da aynı saatte gelecekleri işlerine giderken gördüm. aradan bir hafta kadar geçmişti. adam sabahları arabasına yalnız binip gitmeye başladı. kadını uzunca bir süre görmedim. bir ay kadar sonra ise, işten eve döndüğümde adamı eşyalarını bir kamyona yüklerken gördüm. hızlı ve kaçamak bir gülümsemeyle merhaba diyerek eşyalarını taşımaya devam etti. ben de apartmanın merdivenlerinden çıkmaya hazırlanırken yukarıdan bir hışımla soluk yüzlü, sarışın karısının elinde bir bavulla merdivenlerden indiğini gördüm. “merhaba” dedim. gülümseyerek “merhaba” dedi. doğruca kendisini evin önünde bekleyen sarı taksiye bindi ve gitti. kocası eşyaları taşımaya devam etti. o gece haftalardır ses gelmeyen sessiz apartman duvarından hiç ses gelmedi.

    aradan iki yıl geçmişti. kızlarını ve artık kızlarının da annelerini azarladığı kadına, kocasına bağıran hintliye ve mütemadiyen çamaşır yıkayan komşuma, o boş daireye taşınan türk komşular eklenmişti. hiç ses gelmezdi. sadece bazı geceler ortalık iyice sessizliğe büründüğünde adamın dualar okuyarak gusül abdesti aldığını duyardım. boşanma gerçekleşmiş, maddi durumlar biraz da olsa düzelmiş, yaralar iyileşmiş ve yuvadan artık kendi sahibi olacağım eve taşınmak için uçma vakti gelmişti. bir avuç eşyamı yine bir pikaba yükleyip kendi evime taşınmıştım. hayatım yeniden kendi dengesine ulaşmış ve düzene girmişti. yeni evde en azından gürültü yoktu. bu sefer evi bir pazar günü bütün komşular, mahalle ve herkes etraftayken seçmiştim. hatta bir gece boş evde yatıp yatamayacağımı sorduğum emlakçının alaycı ve şaşkın bakışlarına maruz kalıp, yine de gece uyumuştum soğuk ve boş evde.

    yeni evimdeki ilk sabah erkenden kalkıp, sabah rutinlerinin ardından sıkı bir kahvaltı yapıp güneşli bir güne başlayarak arabama binmiştim. arabayla yaklaşık bir kilometre falan gittikten sonra bir kırmızı ışıkta beklerken sağımdaki otobüs durağında o soluk yüzlü ve sarışın kadını görmüştüm. oturmuş otobüs bekliyordu. yeşil yandı. arkadaki arabanın kornasıyla irkilip yola devam ettim. sonraki günlerde her sabah aynı saatte, aynı durakta soluk yüzlü sarışın eski komşumu görür olmuştum. hatta bir iki kez de, zaman zaman gittiğim pub’da rastlamıştım kendisine. hep aynı masaya oturuyor, aynı yemeği yiyor ve bir kadeh şarap içip gidiyordu. çok iyi tanımadığım için, çekinip zor durumda hissedebileceği endişesi ile hep uzaktan baktım kendisine denk geldikçe pub’da. otobüs durağına yaklaşıp da gideceğiniz yere bırakayım demek oldukça yanlış anlaşılabilirdi yaşadığım ülkede. hem niye soracaktım ki bana ne. ancak her sabah onu, dalgın ve sabit bakışlarıyla uzakları süzdüğünü gördükçe kafamda bir hikaye yaratmaya başlamıştım bile…

    her zaman rahatça kaçabileceği arka kapıların olduğu ilişkileri olmuştu. güzel olduğunu düşünüyordu. ama hayatı boyunca estetik değil aslında psikolojik birçok faktör sebebiyle erkekler üzerinde büyüleyici bir etkiye sebep olmuştu. değer verdiği şeylerin az olduğunu söylerdi. toplumsal ve ailesel dayatılan sınırlamaları telafi etmenin sadece bir tek yolu vardı. o da kendinden memnun olabilmekti. nesne sevgisi arayışı oldukça karmaşık birşeydi onun için. kendinden memnun olabilmek aslında nesne sevgisiyle garip bir ilişki içindeydi. “elmayı seviyorum, ama elmanın da beni sevmesi şart” derdi bu yüzden. bilmezdi ki karşılıksız sevgi diye birşey gerçekten var. karşıdan birşeyler beklenen şey, sevgi olamazdı ki zaten. belki aşk, belki tutku, bir bağımlılık, belki de bir hobi olabilirdi. ama karşıdan birşeyler beklenen sevgi diye birşey yoktu. bunu anlamadı hayatı boyunca. hayat nedirdi ki zaten, “life is overrated” şarkı sözleri de boşuna yazılmamıştı. kendinden memnun olabilmek hazzın bir parçasıydı her zaman. eğer sevdiğin şey elma bile olsa seni seviyorsa, özbenlik kökenli arzuların, nesnesiyle buluşuyorsa, bu oldukça tatmin ediciydi çoktan. ama aslında çok büyük bir hataya doğru gidiyordu bu bakış açısı. bu denklem sonucunda bir süre sonra nesnenin bundan sonra hep sevecen, hep verici olacağı hissine kapılmasının farkına bile varamıyordu. hazzı yaratan; içinde hep gerçekleşecek umuduyla, kafasında yarattığı fanteziler ve illüzyonların bir karışımı olduğunu düşünüyor, bu da onda aslında hissettiğinin bir haz değil, tersine tatmin olabilme mücadelesinin bir parçası zannı yaratıyordu. bu sebeple umut ile hüsran arasında bir ömür boyu savrulup durmamış mıydı?

    onun zayıf yönlerini görüp keşfeden eski sevgilileri olmuştu. her defasında bu zayıf gördüğü yönlerini karşısındakine yöneltmiş, ancak bu şekilde içindeki arzu, nesne, fantezi üçgenin sınırlarını sağlam tutmaya çalışmıştı. aslında kötü ve aptal bir insan değildi. ortalamanın üzerinde bir zekası ve farklı yetenekleri olduğunu düşünürdü. bu sebeple değil miydi ki ilişkilerin başlangıcında karşısındaki adamı çok iyi hisettirir, güldürür, eğlendirirdi. ama zaman içindeki değişiklikleri bir türlü göremiyordu. ilişkiler ilerledikçe o eğlenceli, esprili ve zeki kadından geriye durmaksız eleştiren, talep eden, zaman zaman küçümseyen ve hor gören, kendi istekleri olmayınca öfke nöbetlerine kapılan, karşısındakinin ihtiyaç ve isteklerini gözetmeyen empati yoksunu bir kadın geriye kalıyordu. ondan daha iyi empati duygusunu hissedecek kimse yoktu, ama bilmiyordu ki empati kuruyorum ve bunu mükemmel olarak yapıyorum dediği anlar, olayları sadece kendi açısından yorumladığı anlardı. bunu hiç görmedi ve anlamadı. elma da beni sevmeli diyen bir kişi, istediği gibi davranılmadığında ortalığı yıkıp geçen, ağzından çıkanları kulağı duymayan, kaba ve duygusuz bir kişiye dönüşebilirdi.

    sevdiklerine eşine, dostuna, ailesine iyi ve harika biri gibi görünmeyi çok severdi. kendisi çok değerliydi. her şeyin en güzelini, en iyisini haketmekteydi. mükemmeldi. eşi, dostu, arkadaşları ailesi ona muhtaçtı. arkadaşları ile tartışsa bile yeniden barıştıklarında, onların onu sevdiği ya da değerini anladıkları için geri döndüklerini düşünürdü. sevdiği erkekler için de böyle olmuştu hep. sevgilisi kendisinin ne kadar mükemmel bir kadın olduğunu, kendisini ne kadar çok sevdiğini söylemeliydi. erkeğini sadece kendisi için isterdi. kendi istekleri için. çünkü kişiliğinin sürekli onaylanmasına ihtiyaç duymaktaydı. çabuk sıkılırdı, herşeyden. rüyasından vazgeçmek yerine sevdiğinden, sevdiklerinden, ilişkilerinden vazgeçmişti çoğu kez. her defasında önce müthiş bir rahatlama hissederdi. ayrılık acısı çekse de tekrar yalnız olabilmenin rahatlatıcı etkisiyle günlük hayat ve ilişkilerinde kaybolup gitmesi bir süre ertelenirdi her seferinde. yine de içten içe eski sevgiliye bağlı kalmaya devam ederdi. en zor anlarında eski sevgiliden gelecek mesajlara cevap verirdi. hatta bir defasında hastalanırsa bensiz ne yapacak acaba diye eski bir sevgilisinin ardından gözyaşı dahi döktüğü olmuştu. özlenen aslında eski sevgili değildi. ah bir görebilseydi. özlenen, ilişkinin o ilk zamanlarında yaşanan simbiyotik anlara duyduğu özlemden kaynaklanıyordu. bu sebeple eski sevgililerinin hangisiyle bir sorunu vardı ki? bu idealleştirmenin ne kadar yersiz ve anlamsız olduğu gerçeğini de bir türlü göremiyordu. yine de bazı anlarda bu simbiyotik beklentilerin ne kadar çocuksu düşünceler olduğunu yakalardı. her ilişkisinde de böyle olmamış mıydı? yeni sevgili bunları bilip anlayıp ona yakın ve anlayışlı davranmaya başladığı zaman da, bu aşırı yakınlık ona boğucu ve en önemlisi de can sıkıcı gelmeye başlardı. çok seven ve kendisini bu kadar iyi tanıyan sevgiliyle bir ilişkiyi devam ettirmek çok dayanılmaz gelirdi. aşırı yakınlık aradığı halde, aşırı yakınlıktan bu kadar çok korkmanın bir sonraki adımı ise hep depresyon olurdu. özlediği güveni ve aşkı kendisine sunan erkeği aramakla geçmişti ömrü ama her defasında kaçmasına olanak verecek arka kapıların olduğu bir ilişki arayıp durmuştu. her defasında yakınlaştığı sevdiği erkeği terketmenin bir yolunu bulmamış mıydı? her ilişkisinde bu silsile aynen tekerrür etmemiş miydi? kavgalarla, çatışmalarla dolu bir ilişkiyi kaçıp kurtulma arzusunun eşlik ettiği panik, kaygı, özlem gibi duyguları tekrar tekrar yaşamamış mıydı? ne karar alırsa alsın, ne yaparsa yapsın mutsuzluktu sonu her defasında. yoksa bir daha mutlu olamayacak mıydı hiç?

    bu sefer işler hiç de beklediği gibi gelişmemişti. karşısında onu çok seven, onun için canını vermekten kaçınmayacak, ona aşık bir adam vardı. kendisini belki de kendisinden daha iyi tanıyan bir adam. aşık. aynı şarkının aynı yerinde tüyleri aynı anda ürperecek kadar tek vücut. geçmişteki hatalarını bir daha yaşamaya hiç niyeti yoktu bi sefer. ama içinde göremediği anlamadığı bir sürü şey vardı. başkaları adına karar vermeyi bırakması gerekiyordu. eşi, dostu, ailesi ve sevdiği adına her şeyi belirlemek zorunda hissetmemeliydi. sevgili açısından bu sefer sağlam kayaya çarpmıştı. kendisinin görebildiği ya da göremediği herşeyin farkında olan, onu çok iyi anlayan ve kayıtsız şartsız onu seven, ondan vazgeçmeyen ve onunla birlikte yaşlanmak isteyen bir erkek tarafından seviliyordu. “keşke” türkçenin en talihsiz kelimelerinden birisidir. keşke o da hayatına bu sefer istediği gibi bir yön çizebilmek yerine, bu kadar ilgiden sevgiden ve anlayıştan kaçmasaydı. onu bütün bu özellikleriyle kabul eden bu adamı elinden kaçırmasaydı. keşke sevgilisi; ayrılma ve ondan uzaklaşma sebebi olarak konuştukları konular dışında, bir de ilişkiyi, bu kadar büyük bir aşkı, sevgiyi ve birlikteliği, vazgeçemeyeceğini hala çok iyi bildiği halde, sağlıksız ve anlamsız gördüğü için, artık kendisini korumak üzere ondan uzaklaşmasaydı. ama olan olmuştu. solgun yüzlü ve sarışın kadın o kendisini çok seven ve kendisini her haliyle beğenen ve kabul eden kocasını kaçırmıştı. artık yeniden mutlu olamayacağını çok iyi biliyordu ama bu gerçeği ne kendisine ne de erkeğine açıklayabiliyordu. yapılacak tek şey karşı tarafın ne düşündüğünü gözardı ederek yaşamaya devam etmekti. her defasında yeni gelen erkeğe eski sevgilileriyle ne kadar düzgün ve iyi ilişkileri olduğunu anlatadursaydı. hala eski sevgililerle nasıl iyi ilişkiler içinde olup birbirlerine ihtiyaçları olduğunda şartlar ne olursa olsun orada olacağından bahsetseydi. ama son sevgilisi dışında hiçbirisi aslında yeni bir kurban olduklarının farkında olmayacaktı. bu adam onu herşeyiyle çok sevmişti. özünde ne kadar iyi bir insan olduğunun farkına varmıştı. neden kaçmıştı bu sefer bu adam, halbuki kaçmak kendisinin en iyi yaptığı işti. zaman, yine umut ile hüsran arasında savrulup durmak zamanıydı, “overrated” bir hayat için.
    bu sefer kendisini teselli etmek hiç bu kadar zor ve acı olmamıştı. halbuki elmayı seveceksin, o seni sevmese bile. bu sebeple yani tahiri, zühre sevmesindi, yahut hiç sevmeseydi, tahir ne kaybederdi tahirliğinden? tahir tahirdi hep, hep de öyle kalacak, zührede bir tahir var, o da sadece zührenin olacak, hepsi bu.

    yalnızca kendisini sevmeseydi keşke. tek ihtiyacı ise sevmek değil sevilmek olmasaydı. her zaman ne kadar değerli olduğunun hissettirilmesi gerektiğini düşünmeseydi.

    bütün ebeveynler çocuklarına, onları ne kadar çok sevdiklerini söyler. karşılıksız sevmek ancak çocuğa karşı olur diye söylerdi hep. tek istisna buydu, elmanın bile kendisini sevmesini beklediği bu fani dünyada. halbuki birisi keşke ona sevmenin başka birşey olduğunu, sevgini karşındakine aktarabilmenin de başka birşey olduğunu daha önce anlatmış olsaydı. anneler babalar çocuklarını uykularında bile sevebilirler. aynı elinden kaçırdığı son sevgilisi gibi. keşke ben de o otobüs durağında oturan soluk yüzlü ve sarışın kadının kulağına eğilip de, çocuklar da anne babalarını sadece uykuda değil, uyanıkken ve tam da olması gerektiği gibi sevebilirler. asıl önemli olan bazen senin çocuğunu ne kadar çok sevdiğini söylemen olamayabilir. çünkü gerçek sevgi, belki de ona çok bağırmandan şikayet eden çocuğun, birgün dönüp sana “bana çok bağırsan da seni çok seviyorum” demesinde gizlidir diyebilseydim.

    ben hergün hala aynı saatte, aynı otobüs durağının önünden geçiyorum. uzun zamandır, otobüs beklerken dalgın ve sabit bakışlarıyla uzakları süzen, solgun ve sarışın kadını görmüyorum. ve onu çok merak ediyorum.
hesabın var mı? giriş yap