• bu şekilde bulunmanızda otel odalarının garip atmosferinin de payı büyüktür.çünkü bu odalar insanı gerçek dünyadan çeker alır, kendi yapay dünyasına sokar.insan kendisiyle başbaşa kalır ve bu hayatta gerçekten tek başına olduğunu anlamaya başlar.yolculuk halinin verdiği yabancılaşmayla beraber geçmişinizi ve geleceğinizi sorgularsınız.aidiyet hissetmediğiniz bir yerde duvarlar üstünüze üstünüze gelir.zaten aidiyet duygusunu her zaman eksik yaşamış veya hiç hissedememiş bir insansanız sıkıntı haliniz en had safhaya ulaşır.bu noktadan sonra ya hiç uymayacağınız yeni planlar yapıp yatar uyursunuz ya da otel odasının tuzağına düşüp otel odasında ölü bulunursunuz.jimi hendrix, janis joplin, jim morrison gibi sıkıntılı insanlar belki de bu yabancılaşma ve aidiyetsizlik duyguları içinde, birşeyleri yalnız başlarına bu odalarda sorgulamak zorunda kaldıkları için genç yaşta otel odasında ölü bulundular.belki ölümleri başka yerde, başka zamanda ve başka nedenlerden olabilirdi ama otel odası onları zayıf noktalarından yakaladı.onları kendileriyle başbaşa bıraktı ve onlara hayat karşısındaki çaresizliklerini seyrettirdi.fakat bütün bu acizlik içinde ''otel odasında ölü bulunmak'' küçümsenecek birşey değildir.çünkü ölen kişi aslında kendini öldürmemiştir, bütün kaçış noktalarının tutulduğu bir zoraki savaşta kaderine boyun eğmiştir.ama aslında bu kaderine boyun eğme ile hep istediği şeyi gerçekleştirip herşeyi bırakıp gitmiştir.
  • (bkz: ata)
  • bir hikayesi yazilmaliydi bu enstantanenin ve yazilmisini da bulamadigimdan kollari sivayip yazdim,nacizane.
    (buyrunuz:mutlu buzagi)

    ağzında acı bir tatla uyandı. yatağa oturdu. loş odada, bir şeyler ararcasına gözlerini gezdirdi. uykuya dalmadan hemen önce yediği hamburgerin torbasını, eski usül çevirmeli bir telefonu, çicek çocukların açtığı zamanlardan kalma, üç bacaklı bir yaratığa benzeyen sandalyeyi ve üzerine gelişi güzel atılmış kıyafetlerini seçebildi. ya paltosu, onu göremiyordu. oturduğu yerden kaykılarak yere baktı. evet, paltosunu hemen oraya fırlatıvermişti. uzandı. ceplerini aceleyle yokladı. bulmuştu aradığı şeyi. bu odada olma amacının yegane nesnesine kavuşmuştu. yanında getirdiği ve ölene kadar hep onunla olacak tek eşyasıydı bu artık. gelirken, sirkeciden, kendi yaşlarındaki bir işportacıdan aldığı, ahşap kabzalı, otomatik sustalı bıçağını cebinden çıkarıp, açtı, kapadı, açtı, kapadi, açtı...

    “uzun uzun bakan bir inek” diye mırıldandı. rüyasında, parlak gözlerle kendisine bakan, bu buzağıdan başka bir şey hatırlamıyordu. “ne anlama gelir acaba?” diye sordu kendine. “otel odalarına incil ya da kuran koyacaklarına neden bir rüya tabiri kitabı koymazlar ki. herkes uyumaya gelmiyor mu buraya” diye düşündü. hayır gelmiyorlardı. başka amaçlar için de kalınıyordu. örneğin gizlenmeye, yazmaya, sevişmeye, öldürmeye veya kendisi gibi ölmeye gelenler de vardı elbet. yaşamla ve ölümle ilgili önemli şeyler içindi otel odaları. rüyalar da öyleydi ya.

    şu aralar başarızlık hissinden bir türlü kurtulamıyordu. işsizdi ve ne yapacağını bilemez halde evinde oturup duruyordu. hayatını boşa harcamış olduğunu düşünüyordu. içinden çıkamadığı bu yeknasak yaşamdan çok sıkılmıştı ve bu bedenden de. neye kıyasla sıkıldığı sorusununa da bir cevap bulamıyordu. tek bildiği, hayallerini istediğince gerçekleştiremediğiydi. gün yüzüne çıkanlar ise sönük birer lastik topa dönüşüveriyordu. beklentiden ve sonundaki o acılı hayal kırıklığından nefret ediyordu. yine de kendini hayal kurmaktan alamıyordu. “yazabilseydim” diye iç geçirdi. “işte o zaman hayallerimi, muhteşem sonlari olan hikayelere dönüştürür, parıldayan yıldızlarla doldururdum kendi göğümü.” ama yazamıyordu. evde oturduğu zamanlarda boş sayfalara birşeyler karalamış, tekrar okuduğunda beğenmeyip buruşturup atmıştı hepsini. yazdıklarını sevmiyordu. kaldi ki başkalari okusun. aslında birine, bir kadına ya da hiç tanımadığı birine yazsaydı daha güzel şeyler yazabilirdi. bunu biliyordu. lisedeyken sevgililerine, arkadaşlarına yazdığı mektuplar hep takdir toplamıştı. ama mektup yazmayalı nerdeyse 20 yıl oluyordu. unutmuştu yazmayı. zaten kime yazacaktı ki. kimseler kalmamıştı bu şehirde.

    2 yil önceki sevgilisini aramak geldi aklına. şu telefon kadar uzaktı aslında. üstelik numarasını da hatırlıyordu. “rayegan evdedir bu saatte” dedi. ”belki kocası da yanındadır.” olsun, 10 emre aykırı birşey yapacak değildi ki. güldü. hayır yapacaktı pek tabii. komşusunun karısına yan gözle bakmayacaktı belki ama, kendini öldürecekti. yine de bir günah gibi gelmiyordu bu ona, bitiremediği bir öyküyü tamamlayacaktı, o kadar.

    sol bileğinin içini çevirdi, bıçağın keskin tarafını sertçe bastırdı ve hızla çekti. başı döndü. her saniye biraz daha hafiflediğini hissediyordu. rüyasindaki mutlu buzağıya dönüşmeden evvel, eski sevgilisini aramalıydı.

    heyecanına rağmen ağır ağır çevirdi telefonu. sakin bir kadın sesi cevap verdi.

    “efendim”

    “dinle rayegan, vedalaşmak için aramadım seni. iyi bir haberim var. hani bir türlü yazamadığım şu kısa hikayeyi hatırlar mısın? şimdi o hikayemin sonunu yazıyorum, yaşıyorum mu demeliydim yoksa... ve biliyor musun, bu hikayenin tek okuyucusu sensin. sadece dinle, n’olur, sevgili okurum, dinleyicim mi demeliyimdim yoksa... ah, kanım bileğimden bu hikayeye usul usul boşalırken , aslında hayatın ne kadar da güzel olduğunu farkediveriyorum. dışarıdan gelen ahenkli çarşı seslerini, odadaki gölgelerin ağır ritmini , ahizenin boynuzsu formunun serinliğini, ağzımda kalan tatmin edici et lezzetini, burada olmasan bile içime dolan kokunu. hayır, o çok sevdiğin parfümün değil, senin kendi kokunu, terinin kokusunu. herşeyi öyle şiddetli ve olağanüstü duyumsuyorum ki, daha önce neden mutlu olamadığımı ve neden sıkılıp durduğumu, şimdi hiç ama hiç anlayamıyorum. yalvarırım, mutlu ol biricik sevgili okurum, artık kalan tek umudum, yoksa beklentim mi demeliydim, senin mutluluğun...”
  • intihar için en güzel yoldur.

    ne sizi rahatsız eden biri vardır yanınızda, ne telefonunuzdan size ulaşılabilir, ne de adresinizi bilirler. rahatsız edilmek istemiyorum denir resepsiyona. sonra nasıl olduğu fark etmez.

    sizi bulan kişi tanıdık olmayacaktır. polisler ailenizden önce olay yerine gelecek, şekliniz şemaliniz toparlanacak (eğer kanlıysa) ve görüntünüzden önce haberiniz gideceği için yakınlarınız daha az yaralanacaktır.
  • dağınık bir yatak... yarım kalmış bir içki... bir şişe uyku ilacı... çünkü intihar etmek niyetindeyseniz sessiz bir yöntem tercih etmelisiniz... huzurlu ölmüş olursunuz... durmadan çalan son şarkınız... eski bir otel...
    perdeler kapalı. banyonun ışığı açık belki, belki değil... sizi bulan oda hizmetlisinin çığlıklarını düşünerek aon bir kez alayla gülümseme, onun dudaklarda kalan belirsiz izi... huzur içinde, hiç kimsenin sizi yargılamayacağı bir dünya.. dört duvar, insan ve ölüm ...
  • imaj olarak zengin ama mutsuz işidir.
  • banyo yapayım derken kaygan zeminin azizliğine uğrayıp, kafayı lavabonun kenarına vurup, hemen sonrasında da ölürseniz eğer gerçekleşmesi kaçınılmazdır sizin adınıza. ne hüzün.
  • bir süre önce, başımdan geçmesine ramak kalan olaydır. kıtlık zamanında alıp bu günler için sakladığım bir şişe jack'in üstüne yuttuğum onca ilaçla ucundan dönmüşlüğüm vardır. ama ibne garsonun biri işime çomak sokmuştur. bu yapılan büyük bir yanlıştır. türkiye bu garsona haddini bildirmeli, hukuk bu olayın üstüne gitmelidir.

    edit: entry'ye -dır -dir ekleri ile başlamak ve gerisini de bu şekilde devam ettirmek zorunda kalmak, ne acı bir deneyimdir.
    akılsız başım editi: entry'ye -dır -dir ekleri ile başlamak, gerisini de bu şekilde devam ettirmek zorunda kalmak ve de bitirmek ne acı bir deneyimdir. teşekkürler rodeocu, teşekkürler türkiye.*
hesabın var mı? giriş yap