• ilk kuzey kıbrıslı şövalye. 27/01/06 tarihinde akademik başarılarından ötürü fransız büyükelçi tarafından kendisine törenle şövalyelik ünvanı sunulmuştur. bir kıbrıslı olarak gurur duyduğum bir insandır. törende yaptığı konuşma ;

    "1963 yılında doğduğum köyü terketmek zorunda kaldığımda dört yaşındaydım.göç ettiğimiz getto’da (yani lurucina/akıncılar’da – ba) okula gittim. orada okuma yazma öğrendim. itiraf etmem gerek ki okul hayatım da, çocukluğum gibi, normal insanlar bakımından biraz “anormal” sayılacak koşullar içinde geçti. çocukluk yıllarından içimde kalan en temel duygu, savaş korkusuydu.

    kıbrıs, ancak balkanlarda gördüğümüz türden bir etnik çatışma içinde yaşıyordu. yüzyıllarca aynı mekanı paylaşan kıbrıslı rumlar ve türkler, şimdi, kendilerini önce kafalarının içinde çizmiş oldukları etnik sınırlar içine hapsetmişlerdi. sonra da karşılıklı olarak etnik kamplara bölünmüşlerdi. o dönemde yaşanan etnik şiddetin altında, ilkel bir haklılık anlayışının yattığını – daha freud’u tanımadan çok önce – çocuk yaşımda öğrenmiştim. haklılık duygusundan türeyen şiddetin insanları önce “mağrur” ve “burnu büyük” bir duruma getirdiğini görüyordum. sonra da etnik şiddetin içine yuvarlanan bu insanların aynı zamanda “mağdur” olduklarını; evlerini, işlerini, arkadaşlarını kaybedip göçmen olduklarını da gördüm. işte bu ortamda, birbirlerine kurşun sıkan insanların zihinlerinde “tek gerçeğin egemen olduğu” birer dünya kurulmuş olduğunu yaşayarak anlamıştım.

    kurşun sıkar gibi “hakikat” sıkan toplumlar, her şeyden çok, düşünmeyi öldürüyorlardı. immanuel kant’ın deyişiyle, bu insanlar “akıllarını kullanma cesareti”ni katbetmişler, onun yerine, “adam öldürme cesareti”ni koymuşlardı. toplumun en küçük hücresi olan aile ortamında, okulda ve kamusal alanın her boyutunda “tek-gerçeğin” egemenliği hüküm sürüyordu. kendi kafalarına göre tanımladıkları hak arayışı, kıbrıslı rum ve türkleri şiddete sürüklüyor, şiddet de öncelikle düşünme eylemini ortadan kaldırıyordu.

    yine de insanın düşünme ve akıl yürütme kapasitesinin, her şeye rağmen, yok edilmeyeceğini fark ettim. ilk gençlik yıllarımda, öğretmen ve okulla alay etmek, türkiye’den yollanmış olan komutanı ve mücahitlerin doluştuğu garnizonu eğlenceli ve ironik bir edayla reddetmek, yani onların gerçekleriyle dalga geçerek düşünmeye çalışmak mümkün olabiliyordu. yıllar sonra italyan marksisti antonio gramsci’yi yargılayan hakimin, ona mahkeme kararını tebliğ ederken “size 24 yıl düşünmeyi yasaklıyorum” dediğini ve gramsci’nin 24 yıllık mahpusluk yaşamında üretken olduğunu büyük bir keyifle okuyacaktım. tepeden gelen emirlerle düşünme eyleminin engellenmesi pek mümkün değildi.

    evet, daha ilk gençlik yıllarımda, ben ve benim gibi pek çok “yaramaz” genç, emirler doğrultusunda düşünmeye karşı çıkarak, tek-gerçekli toplumun kurumlarıyla dalga geçebiliyorduk. peki, ama bunun kaynağında ne vardı? bütün baskıcı ve otoriter bir yapının varlığına rağmen nasıl bu noktaya gelebilmiş, nasıl farklı düşünmeyi becerebilmiştik? aslında düşünme eylemi, öğretilen bir şey değil miydi? ve bizim üzerimizde, düşünme eyleminden uzak durmamız konusunda, baskılar yok muydu?

    bu sorunun cevabı basittir: yaşamak. hayatın kendisi “zor” ve “rıza”ya dayalı konsensüse rağmen, daha geniş bir biçimde, hareket etmemizi zorluyordu. gerçek dünyanın renkleri, çeşitliliği ve hayatın kendi içinden fışkıran kozmopolitizmi, milliyetçi elitlerin kafasındaki tek-gerçekli dünyayı, her gün bir miktar daha törpülüyordu. daha sonra freud’u okuduğumda, buna “eros tribi” adını taktığını öğrenmiştim. freud, 1932 yılında, albert einstein’a yazdığı bir mektupta, yaklaşan savaşa karşı direnmenin tek yolunun, eros tribi’nin harekete geçirilmesi olduğunu yazmıştı. evet, hayatın bizatihi kendi karmaşıklığı, savaşan tarafların tek-gerçekli dünyalarını ezip geçiyordu.

    getto’da yaşarken, tabii ki, freud’un yazdıklarından haberimiz yoktu. ama gençtik ve delikanlıydık. getto’da egemenliğini kurmuş olan ve içimizdeki şiddete dönük negatif enerjiyi dışarı çıkaran “thanatos tribi”ne karşı, eros tribi kendiliğinden harekete geçmişti. etrafımızda olup bitenlerle dalga geçerken, bir anlamda, eleştirel düşünceyi keşfediyorduk. aslında büyüklerimiz için “huzur bozucu” sayılabilecek şeyler söylüyorduk. ne var ki “huzur bozucu şeyler” söylemenin, benim de, bir gün, huzurumu bozacağını, çok geçmeden yaşayarak öğrenecektim.

    getto’da hüküm süren ve içimizi karartan milliyetçi havayı protesto etmek için toplandığımız bir pavyonda, yüksek sesle okuduğumuz “doğu batı, gavur müslim, bir bana” şarkısından rahatsız olan komutanın, nasıl içeri dalarak bizi kovaladığını, hala bugün gibi hatırlıyorum. evet, “iktidar” denilen bir şey vardı ve o, eros’tan pek hoşlanmıyordu.

    1974 savaşı, bizi gettodan aldı ve başka yerlere taşıdı. “yeni evimiz” olarak bize verilen ve aslında bize ait olmayan o eve ilk gittiğimizde, bütün sevinç ve coşkuya rağmen, insanların vicdanlarında “merhamet” duygusunun silinemediğini gördüm. nihilist düşünür schopenhauer’e bile insanlığın geleceği hakkında “umut” aşılayan o “merhamet” duygusu, suçluluk duygusuyla karıştığında insan, her şeye rağmen, gelecek hakkında daha iyimser olabiliyordu.

    lise’den sonra, kendimi almanya’da bulduğumda, barışın ve barışmanın en önemli sebeplerinden birinin “suçluluk duygusu” kendi kendine itiraf etmiş olmakla ilişkili olduğunu gördüm. hegel doğru söylüyordu. kendimizi haklı saymak, ne kadar haklı olursak olalım, hakikatin sadece bir parçasıydı. dolayısıyla göreceliydi. bu göreceli hakikate, ölümüne bağlı olanlar, trajik bir konuma düşmekten kurtulamazlardı. trajediden çıkmanın yolu ise, “haklı” olduğumuz kadar, “suçlu” olduğumuzun da farkına varmaktı. bunu, almanya’nın entelektüel havasını soluyarak öğrendim.

    sadece “haklı” değil, aynı zamanda, “suçlu” da olabileceğimizi; sadece “mağdur” değil, aynı anda “gaddar/mağdur eden” de olabileceğimizi kavramak, ancak kendimizi “öteki”nin yerine koymakla mümkün oluyordu.

    ilk kitabımı, böylesi kaygı ve entelektüel arayışlar içinde yazdım ve ülkemde egemen olan “tek-sesli koro”ya katılmayı reddettim. tabii ki, bu kararım iktidar sahiplerinin hoşuna gitmemişti. böylece, genç yaşımda “hain” damgasını yedim. nobel ödüllü yazar amos oz’un çok güzel ifade ettiği gibi, “değişmek istemeyen ve değişimden korkanların gözünde değişen ve farklılaşan herkes ‘hain’ oluyor”.

    yıllar sonra, rum kesimindeki kıbrıs üniversitesi’nde çalışmaya başladığım zaman, üniversite kütüphanesinden kitaplarımı çıkarmak, hatta beni üniversiteden attırmak isteyen heyecanlı gruplarla karşı karşıya geldiğimde, bilgi üretiminin pek de masum bir iş olmadığını, bir kez daha yaşayarak öğrendim. insanın kendisini eğitmesi ve toplumu ilgilendiren konularda bilgi üretmesi, kişiyi zor seçeneklerle karşı karşıya bırakıyordu. aslında bilimsel çalışmalar, kariyer merdivenini tırmanmanıza yardımcı oluyordu. ama sorumlu bir yurttaş olarak yani entelektüel kaygılarla, belli konularda tavır aldığınız zaman, iktidarların hemen hışmına uğrayabiliyordunuz. bu noktada tercih yapmak zorunda kaldığınızda, iktidardan yana tavır alırsanız, akademisyen olarak hayatınıza devam edersiniz ama çok sıradan bir meslek icra etmiş olursunuz.

    aslında, iktidar sahiplerinden yana tavır aldığınızda, işinizi de doğru dürüst yapamazsınız. hemen bazı “kötü alışkanlıklar” edinirsiniz. edward said’in dediği gibi, örneğin “fazla politik görünmek istemezsiniz, adınızın oyunbozana çıkmasından korkarsınız, hep bir otoriteden onay almanız gerekir; dengeli, nesnel, ılımlı biri olarak kazandığınız ünü korumak istersiniz, günün birinde bir şeref payesi, bir ödül kapmak istersiniz ... bir entelektüel için bu zihinsel alışkanlıklar tamamen yozlaştırıcıdır.”

    bugün, burada beni son derece onurlandıran bu ödülü alırken edward said’in uyarılarını kendime bir kez daha hatırlatmayı gerekli görüyorum. bu ödülü aldıktan sonra da “uslu çocuk” olmayacağım. edward said’in bahsetmiş olduğu “kötü alışkanlıklar”dan ve iktidar sahiplerine yakınlığın getirdiği nimetlerden uzak durmaya çalışacağım. hayatımın bundan sonraki evresinde aynen voltaire’in gösterdiği yoldan giderek “huzur bozucu” biri olmayı sürdüreceğim:
    - le secret d’ennuyer est de tout dire.

    yani “huzur bozucu olmanın sırı, huzur bozucu olan kişinin her şeyi söylemesidir”. voltaire’in üzerinde durduğu bu özellik, benim için iyi bir akademisyen olmanın “vazgeçilmez” şartlarından biridir. voltaire’i biraz değiştirerek okursak “iyi bir akademisyen, her şeyi korkmadan söyleyebilen bir insandır.”
  • bu yılki ışık kitabevi onur ödülüne layık görülen yazar. ödül töreninde kendisi ile ilgili yapılan bir konuşma:

    " niyazi kızılyürek adında bir fikir insanın varlığından ve hepimizin hayatını direkt olarak ilgilendiren konular hakkında söyleyecek sözleri olduğundan, bunun gerçekleşmesine çok ihtiyaç duyduğum ama bunun olacağına hiç ihtimal vermediğim bir dönemde haberdar oldum. yaşım henüz, halen daha çözülmemiş kıbrıs sorunu’nun gerisindeki nedenleri kavrayamayacak kadar küçük, günlerimin önemli kısmı devletin karakteristik özelliklerini birebir taşıyan bir devlet okulunda geçiyorken, en temel ihtiyacım ne öğretmenlerimin iddia ettiği gibi daha çok disiplin ne de ailemin iddia ettiği gibi daha iyi bir uyku düzeni değil, düş kurmaya devam edebilmek ve bu düşlerin gerçekleşebileceğine inanmaktı. yaratılmış, empoze edilmiş gerçeklere karşı, kendi kendini var eden gerçeği arayan, düşünen, üreten ve ürettikleriyle anlam kazanan hayatlara sahip insanların varlığını hissetmek için, ingiliz yazarların ingiltere hakkında yazdıklarını okuyor, kendini yeni baştan üreten bir toplumun coşkusunu merak ettiğim için fransız devrimi’ni inceliyor ve tüm bunların kendi toplumum ile bağdaştırılamaz olmasından rahatsızlık duyuyordum. o yıllarda benim için kıbrıs’ın kuzeyi hayatın kendi kendini öğüten bir değirmen taşı gibi aynı noktada dönüp durduğu bir yer, güneyi ise kapalı ve açarsam çok mutlu olacağımı zannettiğim bir hediye paketi gibiydi.

    böyle bir ortam içinde, güzel bir tesadüf eseri niyazi kızılyürek’in ilk kitaplarından “paşalar papazlar“ ile karşılaştım. kitap henüz ilk sayfasını bile okumaya başlamadan, kapağında yer alan aynı kare içindeki paşa ve papaz resmi ile bana duymaya alışık olmadığım bir şeyler söyleyeceğini fısıldıyor gibiydi. ne kadar masum, ne kadar haklı bir toplum olduğumuzun sürekli vurgulandığı ders kitaplarımda ya da devlet kanalında sürekli yayınlanan savaş belgesellerinde bir arada görmeyi düşünemeyeceğim iki figür, bir paşa ve bir papaz aynı iskambil kartının üzerinde bir arada duruyor, öylece bakıyordu. heyecan içinde okumaya başlayınca, kapağın bende yarattığı ilgiyi kitabın hak ettiğini hissettim.

    yazar düşünmek, analiz etmek, sorgulamak gibi modern hayatın temel unsurlarını doğuran eylemleri gerçekleştirerek eskimiş, köhneleşmiş siyasi gerçeklerimize ve bu gerçeklerin üzerine inşa ettiğimiz hayatlarımıza saldırıyor, bu da kitaplarının tıpkı bize yaşama duygusunu sunmayı vaad eden kimi edebi eserler gibi, bir çesit heyecan duygusu, dahası tutku içermesine neden oluyordu. okurken yazarın kimlik, sınıf, çatışma ve uzlaşı gibi konuları fazlaca içselleştirdiği ve bu nedenle de bu gibi konulara salt aklın penceresinden değil, duygularını da katarak baktığı hissediliyordu. bunun yanı sıra yazar, “paşalar papazlarda“ benim neredeyse yüzlerinde hiç bir yaşama belirtisi görmediğim yurttaşlarıma bir misyon yüklüyor, onlardan kıbrıs’ın makus kaderini değiştirmelerini talep ediyordu.

    ne mutlu ki niyazi kızılyürek bu misyonu üstlenmeye hazır olanlar olduğu konusunda umutlu olmakta haklı çıktı ve kitap kıbrıslı türk solunun kısıtlı entelektüel ortamında yarattığı etkiyle bile, bu solun milliyetçilik sonrası döneme geçmesinde, kendine post-nasyonal bir kimlik kurmasında etkili oldu.

    bugün kıbrıslı türk soluna hakim olan romantizmin nedenlerini irdelerken nüvesinde böyle romantik bir kitabın varlığını taşıdığını göz ardı etmek bir hata olsa gerek.

    tabii ki, bunu takip eden süre boyunca ne kıbrıs hakkında düşünmeye olan ihtiyacımız azaldı ne de hakim seslerden farklı sesler çıkaranlara uygulanan baskının şiddeti. niyazi kızılyürek her ne kadar milliyetçi otoritenin kusurlu kabul ettiği hareketlerin önde gelenlerinden birini gerçekleştirip güney kıbrıs’ta yaşamını sürdürmüşse de kendini türk milliyetçiliğinin en fazla fiziki şiddettinden koruyabildi. bundan ayrı olarak adı, kimliği birileri tarafından abluka altına alınmıştı ve her şekilde karalanabiliyor, saldırıya uğrayabiliyordu.

    zaman 2000’li yılların başı, mekan akdeniz’in sorunlu adası kıbrıstı ve fikir üretmek tehlikeliydi. ayrıca kıbrıslı türk solunun önemli bir kısmının pusulası olan sovyetler birliği’nin dağılmasının ardından sol kendine aklı rehber almakta zorlanıyor, kendini yeniden üretemiyor, siyasete, günlük pratikler ya da güncel olaylar üzerinden yaşanan saflaşmalar hakim oluyordu.

    buna rağmen kendisinden hiç talep edilmese de, niyazi kızılyürek yeni çalışmalarında daha radikal bir tutum takındı ve odaklandığı konulara sadece kendi ideolojisinin penceresinden değil, genel olarak bilimin gerektirdiği rasyonel bir pencereden baktı. bu gerektiği zaman kendi ideolojik duyarlılıklarının ve kendi okurunun okumayı beklediklerinin de üzerine yürümek anlamına geliyordu.

    yazar bu yürüyüşü gerçekleştirerek solun düşünsel krizlerinden birini daha aşmasına yardımcı oldu. ama bundan daha da önemlisi, siyasi kalabalıkların dava adamı olmanın cazibesine kapılmadan, kendi gerçeğe doğru yürüyüşünü devam ettirdi. ve onun gerçeğe doğru yürüyüşü, toplumun çözüm arayışıyla başlattığı geleceğe doğru yürüyüşüyle bir noktada buluştu. kabuğunu kıran suskunluğunu bozan ve artık olan biteni anlama ihtiyacı hisseden kıbrıslı türk toplumun gözünde, anlatma ihtiyacı hisseden niyazi kızılyürek’i “enosis aşığı bir rumcu” veya bir “yunan ajanı” olarak göstermek artık eskisi kadar kolay değildi. bu noktadan sonra da o artık sadece siyasi bir değer değil, toplumsal bir değerdi. bizim sorunlarımız, bizim hayal kırıklarımız, bizim düşlerimiz, bizim gerçeklerimiz hakkında da evrensel metotlarla bir şeyler söylemek mümkündü ve bu sadece solcuları değil o evrensel dünya ile bütünleşmek isteyen tüm toplumu heyecanlandırıyordu.

    niyazi kızılyürek’in kendini hiç bir şekilde savunmasına ihtiyaç duyulmadan, toplum vicdanında ona yapılan suçlamalar, ona atılan iftiralar lağvedilmişti. bilim, bir adanın yüzde otuzunda da yaşasak, hala daha her türlü otoritenin daha üstündeydi.

    bu toplumsal dönüşüme zamandaşlık eden milliyetçilik kıskacında kıbrıs’ın ardından yazdığı ve çözüm umutlarının dibe vurduğu bir dönemde yayınlanan “doğmamış bir devletin tarihi; birleşik kıbrıs cumhuriyeti” hayal kırıklıklarımız, yeniden içe kapanışımız, esnasında çok da hazmedilemedi. ama bu çalışma sürekli ulaşmaya çalıştığımız bir hedefin önündeki süreci tanımak ve bu devletin neden bir türlü doğamadığını anlamak isteyenler için önemini halen daha korumaktadır.

    bugün, eski ve güzel bir şarkı gibi raflarda ve belleklerde duran paşalar papazlardan, her iki topluma da ortak bir sesle ulaşmayı başaran ulus ötesi kıbrıs’tan, hala yeni şeyler söyleyebilen “milliyetçilik kıskacında kıbrıs” ve açılmayı bekleyen bir sandık gibi duran “doğmamış bir devletin tarihinden” sonra, niyazi kızılyürek artık günlük hayatımızda, kıbrıs’la ilgili fikirlerin yanı sıra aşk, cinsellik, sanat ve daha bir çok konu hakkında söyledikleri ile de vardır. yazar yıllar önce çalışma odasına girmiş, orada gözlerimize çekilen perdeleri ağır ağır kazıyarak bizlerden çalınan hayatı görmüş ve bize de bu hayatı işaret etmiştir. tüm bunların meyvesi olarak da son kitabı tarih, siyaset ve kıbrıs bir kez asık suratlı gerçeklerimizin üzerine gülümseyerek yürümektedir.

    bu kitapların çoğunu ben, disiplinin ve devlete bağlılığın sürekli vurgulandığı okulumda ders kitabı yerine öğretmenlerime göstermeden gizli gizli okudum. o satırların arasında hep gitmeyi düşlediğim uzak bir şehirde gezer gibi gezdim, yazarın izinden hayatı ve gerçeği aradım. bunu yaparken aldığım haz, bana benim de aynısını yapmaya cesaret edebileceğimi düşündürdü ve uzak bir ülkeye doğru aradıklarımı bulmak için yolculuğa çıktım. sırt çantama o kitapları koymayı da unutmadan.

    bugün burada bu hazza tanıklık eden sizlerin huzurunda, otoriteler ile barışmayı bir türlü beceremeyen bir çocuğa, çocukluğuma bilmeden de olsa arkadaşlık ettiği için niyazi kızılyürek’e teşekkür etmekten mutluluk duyarım."
  • birikim mart sayısında kıbrıs üzerine güzel bir yazısı çıkmış. kıbrıs'lıları nesneleştirmenin en doğal hakkı olduğunu düşünen dimağı kapalı tosunlar okusun diye not düşüyorum.
  • kıbrıs ve kıbrıslılar hakkında konuşmadan önce biraz zaman ve beyin hücresi ayırarak yazıları okunması gereken şövalye.

    http://www.yeniduzen.com/detay.asp?a=36144
  • panikos chrissanthou ile 1993 yılında to teihos mas - duvarımız diye iki toplumlu bir belgesel film çekmisliği var. kıbrıs, türkiye ve yunanistanda yasaklı olan belgesel ilk olarak alman zdf kanalında gösterildi. duvarımız,1997 yılında abdi ipekçi ödülü'ne layık görüldü. yillar sonra film kıbrıs brtk'da gösterilse de, çok tepki çekti.

    http://video.google.com/…?docid=4600207423262309938

    http://www.akamas-film.com/…thepress_20050530.shtml
  • kıbrıs konusunda uzman olup, milliyetçilikten, şovenizmden uzak kalmayı başaran ve bu alanda çok sayıda önemli kitaba imza atan bir kalem olarak prof. dr. niyazi kızılyürek, ölümü sonrasında rauf denktaş'ı yazdı. 2 bölüm olarak taraf gazetesinde yayınlanan yazısı topluca şurada.
  • niyazi kızılyürek (d. 1959, dereliköy, lefkoşa), kıbrıslı türk akademisyen ve yazar.
    1963-1964 kıbrıs olaylarından sonra ailesi ile birlikte akıncılar'a göç etti. gençlik yıllarına kadar bu köyde ikamet etti. 1974'teki türk silahlı kuvvetleri'nin kıbrıs'a harekât düzenlemesiyle adanın ikiye bölünmesi sonucu kıbrıs türk federe devleti sınırları içinde yaşamaya başladı. lise eğitimini tamamladıktan sonra, bremen üniversitesi'ne 1977'de gitti. burada doktorasını tamamladı. şu an kıbrıs üniversitesi'nin türkoloji bölümünde yardımcı doçent olarak öğretim üyeliği yapmaktadır. kıbrıs basınında ve avrupa basınında birçok demeci ve makalesi yayımlanmıştır.

    eserleri

    kıbrıs sorununda iç ve dış etkenler (1983),
    paşalar papazlar (1988),
    i oliki kipros (1990),
    ulus ötesi kıbrıs (1993),
    kipros to adioksodo ton ethinikismon (1999),
    milliyetçilik kıskacında kıbrıs (iletişim yayınları, 2002)
    doğmamış bir devletin tarihi: birleşik kıbrıs cumhuriyeti (iletişim yayınları, 2005)
    glafkos klerides (iletişim yayınları, 2007)
    "daha önceleri neredeydiniz?" (birikim yayınları, 2009)

    kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/niyazi_kızılyürek
hesabın var mı? giriş yap