• cashback'in yönetmeni sean ellis'in yeni filmi.
    film filmekimi'nde gösterilecek.
    imdb sayfası
  • manila'nın* büyümesinden dolayı manila ile birbirine eklemlenen başka illere bağlı çevre şehirlerin manila ile ilgili oluşturduğu metropol alanı. bu şehirlerin bir kısmı için:

    (bkz: quezon city)
    (bkz: makati)
  • ingiltere'nin oscar adayı metro manila'da güçlü bir reji var. ancak hikâye, (benim için) sıfır sürprizle yürüdü ve final yaptı. elbette izlenmeli..
  • "metro manila: yabancı gözlerle fakirlik

    çalıştığı ipek fabrikası kapatıldıktan sonra çiftçilik yapmaya başlayan oscar (jake macapagal) karısına ve iki çocuğuna artık bakamayacak duruma gelir. çareyi “metro”pol manila’ya gitmekte bulur. yol bilmeden, kalacak yer veya işi olmadan ceplerinde yalnızca birkaç kuruşla vardıkları bu megakentin ise onlara iyi davranmaya pek niyeti yoktur…

    aslında ortada oldukça tanıdık bir manzara mevcut. taşı toprağı altın istanbul her gün benzer hikâyelere sahip insanları kendine çekip bağrında boğuyor. olayın tanıdıklığı sadece istanbul ve/veya megakentlere göç mevzusunda saklı değil. manzaranın aşinalığının asıl sebebi filipinlerde geçen filmin, çaresizlik temelinde ele aldığı bu konudan hareket ederken seçtiği dinamikler, kullandığı anlatım tekniklerinin fazlasıyla yeşilçamvari olması.

    bunu daha iyi anlatabilmek için filmin konusunu en azından etiketlendirerek biraz daha detaylandırmak gerekiyor. işini kaybetmiş adam, sefalet, göç, eğitimsizlik, işsizlik, öngörüsüzlük, neredeyse tüm insanlara (film boyu) katıksız inanç, kötü yola düşmek, plansızlık ve aşırı plancılık. 80’lerin sonunda ve 90’ların başında çekilmiş filmleri gözünüzün önüne getirin. köyünde aç kalan adam büyük şehre gelir. burada iş bulmaya çabalar; iş bulur ama sürekli tokatlanır (dolandırılır). karısı önce olaydan bağımsızdır, sonrasında dayanamaz ve iş arar. bulduğu iş onu “kötü yola” sürükler.

    hikâye tanıdık olmasına tanıdık ama ortada yabancı bir nokta mevcut. yabancı bir eve/şehre/ülkeye gittiğinizde her şey size farklı gelir. her türden “eksantrik” şeye sanki orada ilk defa oluyormuşçasına yaklaşırsınız. aşinalık dediğimiz şeyde ise bu türden mevzulara dönüp bakmazsınız bile. örneğin hayatında ilk defa kenar mahalle görmüş birisine bu çok enteresan gelebilir, lakin hayatı oralarda geçmiş birisine sıradan gelecektir. film boyu birçok karede (özellikle başlarında) insanı rahatsız eden merakla gösterilen “manzaralar” mevcut. bu gösterim biçimini, biraz daha farklı şekil olsa bile, slumdog millionare filminde de görmüştüm ve hiç hoşlanmamıştım. filmin sırf bu yanına bakarak bile “yabancı” birisi tarafından çekildiğini anlayabilirsiniz. içsel ve yerel bir hikâyeyi anlatırken, dışarıdan bakışın ötesine geçememek çok büyük bir engel. diğer yanda aslında yedirilmiş olsa; örneğin bir çocuk misali, cama yapışarak her gördüğü farklılığa hayret edilse (ki birkaç yerde böyle bir deneme mevcut) nispeten kabul edilebilir olabilirdi.

    “hayatın olağan akışı” denilen bir tabir vardır; hukukta çokça “hayatın olağan akışına aykırı” biçiminde kullanılır. bu filmde bazı şeyler gerçekten olağan akışa aykırı. örneğin tüm diğer güvenlik görevlilerinin gayet yüksek sayılabilecek standartlarda yaşamalarına yetecek maaşı alacak elemanımızın bunu kavrayamaması ve buna uygun davranmaması (karısının çalışmaya devam etmesi? para kazanıyor mu halihazırda hiç anlaşılmıyor). olağan akış demişken filmlerin olağan akışına da uymayan yanları mevcut: filmin açılış sekansında gösterilen sahneyle alakasız ilerleyen yarım saat gibi. bu filmin bütünlük açısından sakat olmasına neden oluyor. şaşırtmacalara ve yapılan keskin değişimlere değinmeye bile gerek yok. bilinmezlik katmak istenilen yerin en anlaşılmaz yerleri olduğu da ayrı bir gerçek. filmde bolca yer edinen ağrıyan diş gibi. o diş çekiliyor… eee?

    sundance film festivali büyük ödül adayı, izleyici ödülü sahibi filmin filipinler’de geçiyor olması bile başlıca çekiciydi aslında benim için. filmekimi 2013 sayesinde berbat bir altyazı ile (kurmaca film’e teşekkürlerimi iletiyorum) kötü bir salonda izlediğimden bakış açım biraz değişmiş olabilir. zira kötü yönde söylediğim her şeyin ötesinde iyi yapılmış birkaç hamlesi de mevcut. bu yine de neticeye bakıldığında filmin hiçbir orijinalliği olmadığı gerçeğini değiştirmiyor. daha önce defalarca izlediğimiz, çok fakirdiler ve başka şansları yoktu öyküsünü allayıp pullamak onu farklı bir hikâye yapmıyor. üstelik fakirdiler, eee, şey, sadece fakirdiler iştenin ötesine geçilemiyorsa…

    filmin bu sene ingiltere’nin oscar aday adayı olması bana nedense seneler evvel güneşi gördüm’ün ülkemiz tarafından aday gösterilmesini anımsattı. demek ki sadece ülkemiz sineması değil, başka sinemalarda da akıl tutulması yaşanabiliyormuş…"

    yazinin tamami ve gorseller icin: http://www.bakiniz.com/…-yabanci-gozlerle-fakirlik/
  • eskişehir film festivali'nde izlediğim ilk yeşilçam filmi oldu. evet, bildiğin yeşilçam filmi metro manila. sadece istanbul yerine manila yer oluyor. öykü, bizim 70'lerde tükettiğimiz öykülerin birebir aynısı. fakir memleketinde para kazanamayan, iki çocuğu ve eşine bakmak zorunda kalan saf, iyi ve çalışkan bir adamın "bir umut"la ülkenin metropolü manila'ya göç etmesi ama burada tutunamamasını anlatıyor film. güneydoğu'dan kopup taşı, toprağı altın istanbul'a yerleşenleri hatırlatıyor hemen. sıfır orijinallikle başlıyor, devam ediyor ve bitiyor. sürükleyici değil desem yalan olur ama vasatı da aşamadığı kesin. insan tabi şaşırıyor başka bir ülkeden senin 70'lerde işleyip bitirdiğin filmlerinin aynısının karşına gelmesine ve hatta bu filmin öve öve bitirilmemesine. biz artık bu filmlerle dalga geçiyoruz halbuki. bu filmleri 2014 yılında tv kanallarımızda yayınlandığında oturup ciddiyetle izleyen kalmış mıdır? kaldıysa hemen koruma altına alalım bu arkadaşları. kadının "kötü yol"a düşmesi ise en az 500 filmimizde işlenmiştir. burada da öyle oluyor. tabi yanıtlanmayan sorular, realiteye uygun olmayan öyküler/olaylarla dolduğunu da belirteyim. mesela elemanımız maaşını almak üzere olmasına rağmen neden patronunun evinde kalmayı kabul ediyor? üstelik patronunun kaldığı evden anlaşıldığı üzere gayet de iyi bir para alacak elemanımız. barlarda çalışan eşi de para almıyor mu yani? bu para mevzusuna iyi değinilmemiş. öte yandan filmi ana öyküyle hiç alakası olmayan bir sahneyle başlatmak da doğru bir karar değildi. manila'nın zengin ve fakir bölgelerine atılan turistik bakış da (zira yönetmen oranın yabancısı) rahatsız ediciydi hakikaten.

    özetle vasat bir film metro manila. fakirliği anlatan daha iyi filmler var. aklıma ilk gelen film alejandro gonzalez inarritu'nun biutiful'ı.
  • cashback ile özgün bir yönetmen olduğunu kanıtlayan sean ellis'in başarılı ama çok da ses getirmeyen son filmi. birkaç noktada şaşırtmayı ve seyirciyi ters köşeye yatırmayı başarıyor.
  • akıllara levent kırca'nın taşı toprağı altın şehir filmini getiren film.
    --- spoiler ---
    o filmde de ökkeş köyden istanbul'a göç ediyor karısı kötü yola düşüyor kendisi ve çocukları perişan oluyordu.
    --- spoiler ---

    köyden kente göçü ve etkilerini ve ayrıca fakirliği anlatıyor. insan'nın ruhunu oldukça derinden etkiliyor. ruh haliniz iyiyse izleyin kötüyse daha da kötü durumu düşebilirsiniz.

    filmin eksik noktası olaylar arası geçişlerde kopukluk olması. bazen flashforward, bazen flashback, bazen de alakasız şekilde başka bir konudan girip o anı gösteriyorlar. size gösterilen karenin ne olduğunu anlamanız için biraz düşünmeniz gerekiyor. bir kaç saniye de olsa noluyoruz lan diyebiliyorsunuz.
    kısacası izlenilesi bir filmdir.
  • --- spoiler ---

    alışkın olduğumuz köyden kente göç ve sefalet konusu ile harmanlanmış festival filmi. film sürerken on u bizimkilerden ayıran şey başroldeki kadının az daha orospu oluyor olması ve adamın bunu az daha kabul ediyor olması. açız öyleyse çocukları bırakım kulübe gidip elin adamlarına soyunup dökünüp para kazanı m diyen bir anne, bunu da kısa süreliğine de olsa kolayca kabullenen bir eş. filmin en güzel yanı sizi sonunda bekleyen sürpriz, kötü bitiyormuş gibi yapıp yüzünüzü güldürüyor.
    --- spoiler ---
  • ajitasyonun dibine vurmuş film. özellikle adamın listerine'i yüzüne sürdüğü sahnede hüngür hüngür ağladım *
  • az önce bitirdiğim film. aslında biraz kopuk sayılır. mutluluk görece hızlı bitiyor olabilir sorun değil ama diğer bir yazarın da dediği gibi; bir olay ajitasyon olacaksa, umutla karanlık arasındaki zamanların yok sayılması gerekiyor. neticede hepimiz ölüyoruz. hepimiz mutlu olduğumuz bir anla öldüğümüz an arasında vakit geçiriyoruz. eğer bir film bunları arka arkaya koyarsa işte bu ajitasyon oluyor. sanki insan acı çektiği anda donmuş gibi onu aşağılarcasına üzülüyoruz. çünkü işimize gelen bu. fakir birinin parayı bulması insanı sinir eder. fakirlerin fakir kalmasını isteriz. fakirler acı çekmelidir. bizden daha zor durumda insanlar olmasaydı vicdanlarımızı nasıl rahatlatabilirdik ki?

    yani film aslında, insanın ikiyüzlülüğünden prim kapma peşinde olduğu için güzel falan değil. çağan ırmak filmi gibi. ıyyy nebçim.
hesabın var mı? giriş yap