• otoritenin ve işin tek bir merkezde toplanmasını amaçlayan görüş, merkeziyet, merkezcilik. osmanlı imparatorluğu'nun 19. yüzyılda yaptığı reformlar sonucu hükümetin yüzünü döndüğü yön. ayrıca;

    (bkz: ademimerkeziyetçilik)
  • bu kavram ile ilgili şöyle ilginç bir şey yaşadım. şimdi hangi kitabında vardı hatırlamıyorum ama aziz nesin türklerin neden düşünme yoksulu olduğunu merkeziyetçilikle açıklıyor. şu izletide bu konuya biraz değiniyor. özetlemek gerekirse türkler düşünmez çünkü yüzyıllardan beri bu topraklarda merkeziyetçilik egemen olmuş. "ben düşünmeyeyim üstüm düşünsün" vb. aziz nesin bu düşünmeme piramitinin en üstünde tanrı denen soyut varlığın olduğunu söylüyor. gelelim yaşadığım şeye... efendim geçen gün bir şâkird bana hükûmetin cemaate çok haksızca yüklendiğini yana yakıla anlatıyordu. sonra şunu dedi.

    "ya biz bunların yalan olduğunu anlatıyoruz, ediyoruz da bizim halkımız merkeziyetçi yapıdan dolayı düşünmeyen bir halk olduğu için, hep 'ben düşünmeyeyim âmirim düşünsün' kafasında olduğu için bu yalanları göremiyor."

    gülmemek için kendimi zor tutmuştum. şâkird piramitin büyük kısmını çözmüş. ama en üstüne çıkamamış.
  • aziz nesin'in muhteşem merkeziyetçilik açıklaması için tıklayınız.
  • demokratik olduğunu iddia edenleri bulunur.
    (bkz: demokratik merkeziyetçilik)
  • sürgün kilisesi olarak bulgar ortodoks kilisesi. neden? istanbul'daki ekümenik rum ortodoks kilisesi, fener rum patrikhanesi ta diplerinde, yani merkeziyetçi ve baskıcı. tahminim uzaktaki kiliseler daha kendi halinde ve özerk olabilir(di). bulgar ortodoksların dış uzaydan gelmiş seslerle dolu megaloshcemos ayin müzikleri bi tanedir. yalnız kayıtlardaki keşiş rahip ve rahibelerden izlenimim, bazıları harbi eksantrik, hepsine dik dik bakma eğitimi verilmiş; bu insanların havasında tekinsizlik genel ilke..

    (bkz: demokratik merkeziyetçilik)
    (bkz: kültürel merkeziyetçilik)
  • türkiye'de merkeziyetçilik konusu açıldığında, insanlar konuyu terörizm ve vatanın bölünmezliği gibi klişeler üzerinden ele almaya meyillidirler. oysa merkeziyetçilik gerek iktisadi gerekse sosyal çerçevelerde bu ezberci perspektiften çok daha kapsamlı olarak incelenmesi icap eden, insan hayatının her alanına etki eden devletin örgütlenme yapısını ilgilendiren bir meseledir.

    merkeziyetçiliğin yarattığı hukuki sorunların, ekonomik sorunların, yapısal sorunların akılcı bir çerçevede tartışılması gerekir. bunu sağlıklı yapabilmek adına da dünyadaki diğer ülkelerde desantralizasyon süreçleri nasıl işlemiş bunu somut olarak incelersek kendi ülkemizdeki sorunlara da daha kolay ışık tutabiliriz.

    mesela endüstriyel desantralizasyon süreçleri içinde benim sevdiğim bir örnek japonya'dır. "cities, autonomy, and decentralization in japan" adlı eserde bu örnek açıklanır. japonya'nın ii. cihan harbi'ndeki mağlubiyetini takip eden dönemde abd'nin işgal güçlerini yönetip japonya'yı dönüştürme yoluna gittiğini görebiliyoruz. bu süreç 1945 ve 1952 yılları arası olarak tanımlanıyor. bu dönemde işgal kuvvetleri ekonomik, sosyal, idari, askeri olmak üzere çeşit çeşit reformlar yürürlüğe koyduruyor.

    abd'nin savaş sonrası süreçteki derdi basit: o dönemde hem maoizmin yükselişine, hem sovyetlere karşı asya'da komünist akımlar için iyi alternatifler yaratmanın icap etmesi. japonya bu yüzden önemli bir rol oynuyor abd için.

    gelgelelim bu dönemde japonya'nın yapısı daha çok bir devlet kapitalizmi, haliyle de nepotizm ve yozlaşmışlık var. japonya öyle bir anda teknoloji üretmekle anılan bir ülke olmuyor. amerikan işgali uzun bir süre sanayi sitelerini de etkisi altına alıyor. bundan ötürü japonlar bir süre kendi teknolojilerini üretme hususunda umutsuzluk yaşayıp devamında da teknoloji ithal edip ithal ettiklerini geliştirme üzerine bir strateji kurguluyor.

    eh, bizde nasıl istanbul varsa onlarda da tokyo var. her şey tokyo'da konsantre olmuş. peki endüstriyel desantralizasyonu japonya'da ne başlatıyor? 1960'ların başında kyushu'da bir ekonomik kriz oluyor. ama bu bölgenin altyapısı güzel. yani ulaşım sorunu yok ve buradaki bölgesel krizden dolayı ucuza çalıştırabilecek bir sürü işçi var. şirketler diyor ki "neden tokyo'da kalalım?" böylece desantralizasyon süreci başlıyor. sonrasında hem şirketler kazanmış oluyor hem de şirketlerin taşındığı bölge halkı kazanmaya başlıyor.

    şimdi istanbul'u düşünün. istanbul tek başına türkiye'nin gayri safi yurt içi hasılasının yüzde 30'undan fazlasını üretiyor. bu sizce sağlıklı bir durum mudur? bu durumun sebebi nedir?

    diyebilirsiniz ki "bunun sebebi plansızlık, merkezi yönetim plan yapmadığı için böyle." hayır, bizdeki sorun merkezi yönetimin plan yapmaması değil, bilakis merkezi yönetimin her işe haddinden fazla karışmasıdır.

    türkiye'de devlet ne yapıyor? bir asgari ücret belirliyor. o asgari ücreti edirne'deki de alıyor, istanbul'daki de alıyor, hakkari'deki de alıyor. istanbul'da birileri evler pahalı diye şikayet ediyor, bunun sonucunda bütün ülkede kira artışına sınır getiriliyor. piyasa dengeleri bozulunca bu sefer ev sahipleri diyor ki "nasılsa daha sonra ben bu kirayı yükseltemeyeceğim en iyisi şimdiden daha yükseğe koyayım.", yok eğer bunu yapmazsa da mevcut kiracıları atabilmek için "almanya'dan oğlum gelecek." moduna geçiyor, sonuç olarak problem çözülmediği gibi üzerine bir de millet birbirinin yakasına yapışıyor.

    ne oldu? devlet sorunu çözmedi, daha da beter etti.

    oysa türkiye idari bölgelere ayrıldığı ve buralardaki yerel yönetimler kendi asgari ücretlerini kendi iktisadi gerçekleri, kendi piyasa koşulları çerçevesinde belirlediği takdirde bambaşka bir tablo olabilirdi. istanbul'a yığılmış o iş merkezlerinin ülkenin dört bir yanına daha ucuz iş gücü için dağıldığını tahayyül edin. hem istanbul'un talep fazlasından kaynaklanan, suni yöntemlerle baskılanmaya çalışılan konut krizi, trafik sorunu, o korkunç kalabalığı rahatlayacak, hem diğer şehirlerin ekonomileri canlanacak. anlayacağınız üzere herkes kazanacak bu senaryoda, tüm ülkeyi tek merkezden yönetmek isteyen güç aşığı 2-3 kravatlı hariç tabii.

    dahası da şudur: bir ülkenin bütün ekonomik aktivitesinin üçte birinin bu kadar küçük bir alana sıkıştırması zaten aşırı derecede risklidir. niye risklidir? çünkü istanbul deprem bölgesidir. bu koşullarda merkeziyetçi yönetimin istanbul'daki işçi maliyeti ile van'daki işçi maliyetinin aynı olmasına sebebiyet vererek bütün ekonomik aktivitenin istanbul'a sıkıştırması yapılabilecek en aptalca kamu yönetimi hatalarından biridir.

    santralizasyonu mantıklı bulabilmeniz müthiş homojen bir yapı olmanız gerekir.

    peki türkiye homojen, küçük bir şehir devleti midir?

    gerçi küçük şehir devletleri de homojen olmuyor. bakın singapur'a. çoğunluk çinli ama 14'ü malay, yaklaşık %9-10'u da hint. din deseniz üçte biri budist, beşte biri ateist, yüzde 19'u hristiyan, %15'i müslüman. çinliler şimdi çıkıp kendi etnik ve dini değerlerini bu toplumun kalanına dayatırsa ne olur? bir sürü gereksiz kriz ortaya çıkar. oysa adamlar 4 tane resmi dili koymuşlar oraya, işine bakıyor herkes. refah içinde yaşıyorlar.

    isviçre'ye bakın, her kantonu ayrı bir dünya. isviçre şimdi bölünmüş, egemenliğini yitirmiş, refahtan uzak bir ülke mi? elbette değil.

    bizimkiler de 21. yüzyılda hâlâ kendi refah düzeylerini feda etme pahasına herkese "türküm doğruyum çalışkanım." dedirtme ve kürtçe şarkı, tiyatro yasaklama derdindeler. buna karşı çıkan herkesi de "pkk'lı, terörist" diye utanmadan yaftalıyorlar. terörizm sorununu kürtleri baskılayarak çözümleyebilecekleri inancıyla aynen devam ediyorlar.

    peki ülke bundan ne çıkar elde ediyor? koca bir hiç.

    bunu dile getirmek sevgi pıtırcıklığı falan değildir, terörizmi meşrulaştırmak da değildir. bu inat türkiye'nin ülke olarak komple verimliliğini, yaşam standartlarını düşürmektedir. kürtlerin temel eğitimini kendi dillerinde almasını engellemek demek, beşeri sermayeye ket vurmak demektir. terör örgütleri için zorla dağa çıkarılacak daha fazla zavallı çocuk demektir.

    peki kim kazanmaktadır bu denklemde? türkler değil. kürtler de değil. kim kazanmaktadır söyleyeyim: ucuz ucuz popülist siyasetle, hiçbir politika üretmeden mecliste uyuya uyuya sizin vergilerinizle geçinen takım elbiseli bazı şahsiyetler kazanmaktadır. çünkü beyin hücrelerini kullanarak sorun çözmek yerine kutuplaştırıcı siyaset ve korkudan beslenmek işlerine gelmektedir. neden mi? pkk'nın olmadığı bir türkiye'de mhp'yi hayal edin, nedenini anlayacaksınız.

    tekrar altını çizmek gerekir ki, milletin türk-kürt mevzusundan ibaret zannettiği merkeziyetçilik sorunu mevzunun sadece bir boyutudur, bu problemin asıl fecaat olan kısmı daha önce de değindiğim üzere yarattığı ekonomik sorunlardır. ekonomik açıdan antalya'nın ihtiyaç duyduğu idari biçim ile, rize'ninki aynı olabilir mi? kars'ınki ile istanbul'unki aynı olabilir mi? merkeziyetçi bir sistemde ankara'da oturan bir adam bunların hepsi adına karar alıyor. sonra ne oluyor? bölgesel piyasaların ihtiyaç duydukları konular gündeme gelemiyor.

    en basitinden şunu düşünün. a şehri ve b şehrinin popülasyon yapısı farklı. nüfuslar kağıt üzerinde aynı diyelim ancak nüfusların niteliği farklı. yüzlerce kilometre ötede yaşayan bir bürokrat bunu bilmiyor. a şehrinin problemi nedir, b şehrinin problemi nedir bilmiyor. oysa yaşlı nüfus oranının daha yüksek olduğu bir yerin yaşlı bakım merkezleri ve evde bakım hizmetleri gibi girişimlerin kurulmasına öncelik vermesi gerekirken, bunun aksine çok sayıda genç aileye sahip başka bir bölgenin çocuk bakım tesislerini genişletmeye, ebeveyn destek programları sağlamaya ve erken çocukluk eğitimine yatırım yapmaya odaklanması daha mantıklı olabilir. bunun için de sadece kaynakların nerelere ayrılacağını seçmek yeterli değildir, bazı teşvikler için yerel yönetimlerin yetkilerinin genişletilmesi gerekir.

    antalya için turizm sektörü önemlidir mesela. antalya'da kumarhane açılıp açılmayacağına van'da yaşayan biri neden karar versin? kumarhane dediğiniz sektör milyar dolarlık bir sektördür, binlerce kişi için istihdam demektir, müthiş bir döviz geliri demektir. antalya'da alman ve rus komşularla yaşayan birinin yürüteceği ekonomik faaliyet, neden rize'de çay üreten biri tarafından belirlensin? veya rizeli bir adamın kendi üretim faaliyetlerini canlandırabilecek politikaların belirlenmesinde neden tekirdağlı bir rakı üreticisi söz sahibi olsun? yerel yönetimler kendi ihtiyaçlarının ne olduğuna karar verebilme noktasında daha fazla otonomi sahibi oldukları takdirde ekonomik verimliliğin artacağı ve bölge ile ilgisi olmayan kişilerin duygusal kararlarından kurtulacağı açıktır.

    erkeklerin korkulu rüyası nafakayı düşünün. doğuda eğitim sürecini bitirmeden evlenen bir kızı korumak için bir kanun tasarlıyorsun. o kanunla daha sonra ünlü bir milyarderin boşandığı eski sevgilisi dünya turu yapıyor. bu da rasyonel bir durum değildir. ülkenin her bölgesinin sosyal gerçekliğinin özdeş olmadığı gayet nettir.

    daha bitmedi, merkeziyetçilikte bütün sosyal ve ekonomik çıkmazların ötesinde siyasetin özü açısından yapısal sorun da oluşuyor:

    checks and balances sorunu.

    siz 81 ilin birden karar alıcısını ankara yaptığınızda insanlar vergilerinin nereye gittiğinin takibini bile yapamıyorlar. hesap sorma yok, güç dengesi yok. otorite tek bir yerde konsantre oldukça yozlaşma da artıyor. gelgelelim, türk sosyal medyasında profil resmini "128 milyar dolar nerede?" yapmış insanlardan birine "power tends to corrupt; absolute power corrupts absolutely." diyerek doğrudan merkeziyetçiliğin kendisini eleştirseniz size "devlet ayrı hükûmet ayrı." diyerek karşı çıkıyor.

    oysa yerel yönetimlerin güçlendiği bir durumda insanların yönetimlerine hesap sorma kapasitesi de artar. vergi sistemi de bu açıdan önemlidir. türkiye’de vergilendirme yetkisi merkezi hükûmettedir ve bu merkezi hükûmet yerel yönetimlere para dağıtır. insan parasının hangi köprüye, hangi hastaneye, hangi hizmete gittiğinin takibini bu sistemde yapamaz, ne psikolojik ne de pratik olarak kendisini demokratik karar alma sürecinin gerçek anlamda bir parçası gibi hissedemez. böylelikle devlet, insanların sorumluluk alma bilincini de köreltir. bu yüzden en ufak problemde "devlet nerede?" diye sitem etmek zorunda kalan bir çocuk toplum ortaya çıkar.

    vergilendirme sisteminin de merkeziyetçi dizaynının sorunlu olduğunun özellikle altını çizmek istiyorum.

    belediyeler ankara'ya bu kadar muhtaç bırakıldıkları zaman merkezi hükûmet ile aynı siyasi düşüncede olan yönetimlerin kayrılması da doğal bir sonuç olarak ortaya çıkar. seyit torun'un geçen sene bir açıklaması oldu, chp'li belediyelerin 20 milyar lira tutarındaki projeleri bir yıldır erdoğan'ın imzasını beklediğini belirtmişti.

    seçimlerle 60 küsur belediye kazanan hdp'ye ne oldu peki? 3 senede iktidar bunların neredeyse 50 tanesine kayyum atadı. sorarlarsa sisteme "demokrasi" dersiniz, kim bilecek?

    farklı bölgelerde farklı politikaların uygulanabilir olması hem ekonomik, hem sosyal anlamda kalkınmanın önünü başka bir şekilde de açabilir:

    merkezi olmayan bir sistemde, bir bölge yeni bir politika deneyebilirken, başka bir bölge farklı bir yaklaşım deneyebilir. bu deneyler, en iyi neyin işe yaradığına dair değerli bilgiler sağlar ve daha sonra ulusal politikalar için de ışık tutabilir.

    bu temel insan doğasıdır. çeşitlilik yeniliği besler, rekabet inovasyon getirir. bölgelerin birbirlerinin başarılarından ve başarısızlıklarından ders almasına olanak tanınması da önemli bir avantaj olur.

    buraya kadar konuştuklarım işin sosyal, iktisadi, siyasi boyutlarıydı. güvenlik konusunda da ademimerkeziyetçi politikaları desteklediğimi belirteyim. türkiye neden darbeler ülkesidir bir düşünün. abd'yi bu konuda beğenirim. orada kolluk kuvvetleri federal, eyalet ve yerel olarak birbirinin etkisi altında olmayan kurumlardan oluşur ve türkiye'dekine kıyasla çok daha ademimerkeziyetçi bir yapıdadır. bu da daha sağlam, daha sağlıklı bir güç dengesi sağlar.

    yazının başında da belirttiğim gibi, ne yazık ki türkiye'de bu konuları ne zaman açsak hep "vay sen terörist misin, bölücü müsün?" sığlığında duygusal bir kitle ile karşı karşıya kalıyoruz. malum, türkiye'de iki büyük kültürel fay hattı var: türk-kürt ve seküler-dindar fay hatları. vasıfsız siyasetçiler genellikle yapıcı politika üretebilecek beceriye sahip olmaktansa bu fay hatlarını kaşıyarak taraftar toplamayı tercih ediyorlar, çünkü bu kolay olan yol. seçmen tabanlarında ise bu her mahallenin toplumun milyonlarca kişilik kalan kısmı üzerinde patolojik bir takıntı ile tahakküm kurabilme fantezisine evriliyor. herkes ülkeyi kalkındırmak yerine, kendi kültürel değerlerini kalan tüm insanlara dayatabilme derdine düşüyor. işte bu yüzden artık tüm bu fay hatlarının yerini merkeziyetçi buyurgan rejim taraftarları ve otonomi savuncusu ademimerkeziyetçiler arasındaki bir fay hattı almalıdır, zira tartışılması işe yarayacak olan esas meselemiz budur.

    bu mesele, pragmatik olarak ele alınması gereken bir konudur. türkiye gibi heterojen, balkanlardan orta doğu ve kafkasya'ya kadar uzanan bir coğrafyada tüm karar alma mekanizmasını iç anadolu'daki tek bir adama bağlamak ve o adama da hiçbir şekilde hesap soramayacak duruma düşmek fecaattir. yerel yönetimlerin yetkilerini genişletmek ise bugün türkiye'de yaşamı zehir eden pek çok problemi piyasa mekanizması dahilinde çözebilme potansiyeline gebedir.

    * * *
    konuyla ilgili olarak:
    (bkz: ademimerkeziyetçilik/@highpriestess)
  • her devlette var olması doğal olan yasama, yürütme ve yargıya ilişkin tüm yetkiler ve sorumluluklar; kısacası kamu gücünün tamamı, merkezi bir otoritede toplanmakta ve her iş merkezden yönetilerek, merkeziyetçi bir sistem var olmaktadır. bu durumda, ister yerel düzeyde, ister ulusal düzeyinde olsun tüm kamusal hizmetler; merkezi yönetimin tüzel kişiliğinde toplanmakta ve merkez ya da merkezi hiyerarşiye tabi örgütlenmeler ile gerçekleştirilmektedir. yasama ve yargı gücünün merkezi yönetimde olmasına siyasal merkeziyet, yürütme gücüne ilişkin idari-mali konulardaki yetkilerin ve sorumlulukların merkezi yönetime sıkı şekilde bağlı olmasına da idari merkeziyet denilmektedir.
hesabın var mı? giriş yap