• 1908 – 1981 yılları arasında yaşamış eğitimci, öykü yazarı…

    1964'te basılan "yorgo" adlı kitabıyla 1965 sait faik hikaye armağanı'nı kamuran şipal'le paylaştı. yaşadığı yıllarda basılan kitapları:

    "tireli hafsa hatun" (berrin bsm. 1946)
    "o mübarek serviler" (pulhan mtb. 1950)
    "kelile ile dimne'den manzum masallar" (kıraat mtb. 1960)
    "yorgo" (kanaat mtb. 1964; ikinci basım, yeditepe yayınları 1966)
    "ihtiyar elma ağacı" (yeditepe yayınları 1966)
    "babam babam" (karınca mtb. 1970; ikinci basım 1974)
    "deli manda" (karınca mtb. 1974)

    ayrıca, 1952 yılında, k. burcuoğlu'yla birlikte derlediği "en güzel bektaşi şiirleri" (gayret kitabevi)…

    mahmut özay'ın adı uzun zamandır unutulmuştur. adam öykü'nün ilk sayısında (kasım-aralık 1995), "unutulmuş öyküler" köşesinde yazarın o nefis "ihtiyar elma ağacı" adlı öyküsünün yayımlanması da bu yazgıyı değiştirememiştir. özay alçakgönüllü biçemi, öykülerinde anlattığı alçakgönüllü, iyi insanları, yalın dili, arı türkçesiyle, unutulmak bir yana, türk yazınının seçkin öykücülerinin yanında yer almayı çoktan hak etmiştir. bu unutuluşun en büyük nedenlerinden biriyse öykülerinin yıllardır yeniden basılmamasıdır.

    yazar sait faik hikaye armağanı'nı alana dek kitaplarını kendi olanaklarıyla bastırmıştır. ödülden sonra yalnızca bir kitabı büyük bir yayınevince basılmış. ondan sonra yine kişisel çabalar... anlaşılan yayıncılık dünyası çok çabuk vazgeçmiş özay'dan. neyse ki yine bir yazar, hüseyin yurttaş, bu yazgıyı tersine çevirebilecek bir adım atarak özay'ın öykülerini, anılarını, masallarını iki kitapta toplayıp yayıma hazırladı; 2005 yılbaşından sonra, feridun andaç'ın yönetimindeki dünya kitapları'ndan çıkması bekleniyor (2004 tüyap kitap fuarı'na yetiştirilebilseydi daha yakışık olurdu).

    mahmut özay'ın yapıtı, kendine öykücü diyen, öykücü geçinen, neyi nasıl anlatacağını bilemeyen, kafaları gibi dilleri de karmakarışık olan günümüz yazıcılarının yanında genç bir yıldız gibi parlayacaktır; görmesini bilene, kuşkusuz.

    yukarıda andığım öyküyü, "ihtiyar elma ağacı"nı üşenmeyip aşağıya yazıyorum. siz de üşenmeyip okursanız bu ihtiyar delikanlıyı tanıma yolunda ilk adımı atmış olursunuz.

    ihtiyar elma ağacı (yeditepe yayınları: 159, mart 1966, sf.: 62 – 67)

    –hocam hikmet türk'e–

    kasabada başkalarının meyva bahçeleri vardı ama, hiç biri emekli öğretmen haydar gürer'inki kadar ünlü değildi. topu topu dört dönümlük olan bu bahçede neler yoktu ki: eriğin, armudun çeşitleri; kiraz, vişne, kayısı, zerdali, şeftali desen öyle!... sonra asmalar, üzümün türlüsü, rezzakı, çavuş, misket, osmanca, hanımparmağı, gemre, sultaniye, siyah çekirdeksiz… siz biliyorsanız adını söyleyin, haydar gürer'in bahçesinde!.. muşmulasına varıncaya kadar; elma, ayva, nar… meraklı adamdı haydar gürer; birisinden kendisinde bulunmayan –sözün gelişi– bir çeşit armut, ya da elma iştmeye görsün!.. ne yapıp yapar, mektuplar yazar sağa sola, sorar soruşturur, bulur buluşturur, fidanını getirtemezse ince bir sürgününü, filizini elde eder, kendi elceğiziyle aşısını yapardı.

    işi düştükçe kasabaya gelen kalburüstü memurlara, şeflere, âmirlere, müfettişlere, valilere; komutanlara, ilgililer, muhakkak ziyaret ettirirlerdi emekli öğretmen haydar gürer'in bahçesini. onlar için bir öğünç, büyükleri memnun etme vesilesi sayılırdı bu.

    – akşam şöy[l]e bir haydar gürer'in bahçesine uzanalım arzu ederseniz beyefend[i]; emekli öğretmen haydar gürer'in… duymuşsunuzdur belki efendim… gerçekten görülmeye değer!. ne çeşit meyva isterseniz vardır efendim!. bir bakımlı, bir bakımlı ki; eşi yoktur bu bölgede!.. hemen kasabanın kıyısındadır beyefendi, bir kilometre çekmez bile.

    *

    öğretmen haydar gürer, beş yıl önce yaş haddinden, meslek hayatının otuzsekizinci yılında ayrılmıştı emekliye. dinç, güleç yüzlü; sevimli bir ihtiyardı. öğretmen okulunu bitirince ilk olarak bursa'nın gürsu nahiyesine atanmıştı. orda bir ders yılından fazla kalmamış, kendi kasabalarına verilen inegöllü bir arkadaş ile becayiş etmişlerdi. o yıldan bu yana otuzyedi yıl kendi kasabasında çalışmıştı. bu kasabada kadın-erkek kim varsa onun öğrencisiydi. yaşlılara halk dersanelerinde yeni harfleri öğreten de oydu. avukat, mühendis, doktor, öğretmen, kaymakam, vali, subay, albay olan öğrencileri vardı. bayram günlerinde evi ziyaretçilerle dolup taşar, çalışma masasının üstünde mektuplar, kartlar, telgraflar bir yığın teşkil ederdi: "çoluk çocuk bayramınızı kutlar, sizin ve hanım yengemizin ellerinizden öperiz."

    – bak, derdi haydar gürer karısına, sayemde yine kimler kimler ellerinden öpüyor!.. kim ermiş bu mutluluğa?.. bir de beğenmezsiniz öğretmenliği, öğretmenleri!

    – hadi hadi, derdi karısı, beğenmiyen de kimmiş?.. senin ağzından toprak, yurt sevgisi, halk mutluluğu sözlerini işitmediğim gün oldu mu benim?.. harıl harıl okursun hep o, cızır cızır yazarsın yine de o!.. biz kötülük yapmadık şükür bunca yıldır bu dünya âlemde! bazı sapıkların okları ile mı yatar haydar?..

    *

    haydar gürer'in babası fakir bir adamdı; öğretmenliğe başladığının üçüncü yılında öldü. dört dönümlük kelemeleşmiş bir bağ yeri ile iki göz odacıktan başka bir şey bırakmadı haydar'la anasına. hayriye hanım kocasının ölümünden sonra beş yıl kadar daha yaşadı. mürüvvetini göreyim diye biricik oğlunun, kızkardeşinin kızıyla evlendirdi onu. bir oğlan torunu olmasını çok isterdi, beş vakit namazlarındaki dualarının yarısını buna ayırmıştı ama, ne oğlan, ne kız… haydar'a tanrı nedense çocuk vermedi!

    – üzülme be anne, derdi haydar gürer, okulda yüzden fazla torunun var işte ya senin!. kızları, oğlanları… benim çocuklarım değil mi onlar?..

    *

    haydar gürer, babadan kalma keleme bağ yerini yavaş yavaş temizletti, onardı, timar etti; etrafına dikenli tel çektirdi, arteziyen açtırdı, küçük bir motor koydu. sonra o çeşit çeşit meyva ağaçlarını, asmaları hep kendi eliyle dikti; suladı, baktı. bütün boş zamanlarını bahçede geçirirdi. meyva fidanlarını öğrencilerine karşı gösterdiği itina ile yetiştirdi. bahçede çalışırken sanki kendisini başka çeşit bir sınıfta sayardı. elinde bir bağ makası, ya da ta almanya'dan bir öğrencisinin gönderdiği komple çakısı olduğu halde her gün teker teker fidanları kontrol ederdi. bölge ziraat müdürlüğünden ağaç hastalıklarına, kurtlara, böceklere, tırtıllara karşı kullanılacak kutu kutu ilâçlar, bakım broşürleri aldı. bir fidanda azıcık bir çelimsizlik, sıhhatsizlik görse: "dur bakalım nedir bunun derdi, kurdu?.." der ve açardı broşürleri, çevirirdi sayfaları; önünde sonunda çaresini bulurdu o derdin, ya da kurdun.

    evet kasabada –ne diyorum, sade kasabada mı?. bütün vilâyette, hattâ o bölgede– emekli öğretmen haydar gürer'in bahçesi ün salmıştı böylelikle!.. çiçek zamanından ta bağbozumuna kadar doyum olmazdı bu bahçenin güzelliğine, [ç]arşıya pazara bir kilo meyva bile çıkarmazdı haydar gürer; eş-dost, konu-komşu, ahbap bol bol doyunurdu. bohçasını alan memurlar, çoluk çocuk bahçenin yolunun tutarlardı hafta tatillerinde. ağaçların altında şen kahkahalar, şarkılar, türküler yükselirdi; sanki her pazar hıdırellez'di!

    *

    mayısın sonlarına doğruydu. bir gün haydar gürer, yine elinden o almanya'dan gelme çakısı ile bahçeyi dolaşıyor, ağaçları birer birer gözden geçiriyordu. bahçenin hemen hemen en ulusu olan bir elma ağacının altına geldi. kaldırdı başını, dallara baktı… baktı da: "çok yüklü yine bu yıl da, dedi. kocadı artık bu, kocadı! güzel olmuyor meyvaları… beslemiyor, hep küçük küçük oluyor. hem gölgesi de şu frenk elması ile portakalların gelişmesine engel oluyor; dört-beş fidanlık yer kaplıyor… en iyisi güz sonunda kökletmeli artık!"

    ürperdi, titredi ihtiyar elma ağacı en uçtaki dallarına kadar. demek şunun şurasında birkaç aylık ömrü kalmıştı. güz aylarının sonunda bir gün bir adam çıkıp gelecekti elinde baltası ile… idam hükmünü yerine getirmek için haydar gürer'in. direnemez, karşı koyamazsın!. neyinle, nasıl savunursun ki?.. sen, bir ağaçsın nihayet! yalvarsan kim duyar, dur desen kim dinler!... beş on, bilemedin çok çok yirmi kere vurdu muydu adam kaldırıp da ağır keskin baltasını koca gövde çatır çatır yıkılıverecekti yere… serin bir güz rüzgârı esecek, öteki ağaçlar sararmış yapraklarını pıtır pıtır dökeceklerdi gözyaşları gibi!

    üzgündü, çok üzgündü ihtiyar elma ağacı! yalan değildi tabiî, gerçekten bahçedeki ağaçların en yaşlısı oydu. biricik akranı varsa, şu, evin önündeki karaduttu yalnız; hani kocaman bir yeşil çadır gibi evin damını bile gölgeliyen. bütün öteki ağaçlar ikisinden sonra dikilmişlerdi. kendisini niğde'den bir baş parmak kalınlığında, birbuçuk metrecik boyunda bir fidan olarak getirmişti haydar gürer. yani o, aslında niğdeli idi ama amasya elması diye övülür, konulurdu tabaklara. kim bilir, belki soyca amasyalıydı; onun annesi, ya da annesinin annesi amasya'dan getirtilmişti niğde'ye!. karadut da tireliydi galiba. çünkü meyvaları ermeğe başladığı zaman bahçeyi ziyarete gelenler: "tıpkı tire'nin karadutları gibi… ne lezzetli, ne kadar nefis!. tire'de şifalı dut… karadut! diye satarlar." diyorlardı.

    "ya?. işte böyle karadutum, kara dostum!. sen kal sağlıcağla! sana da bir gün kökletme fermanı çıkar diye ürpermesin için! sen o şirin bahçe evinin önünü gölgeliyorsun, kimsenin gelişmesine engel olmuyorsun ki!. senin gölgende kurulmuyor mu masalar hep?. bütün öteki ağaçların meyvalarını tabak tabak seyredip duracaksın daha uzun yıllar masaların üstünde, övüldüklerini duyacaksın!.. ama bu ihtiyar dostununkiler eksik olacakmış artık… ne yapalım, kader bu!. genç kızlar dallarına salıncaklar kurup kolan vuracaklar… dalga dalga saçları, etekleri savrulurken kahkahalar atacaklar… senin sonun kara dostum, insan eliyle olmıyacak; ayakta öleceksin!"

    üzgündü, çok üzgündü ihtiyar elma ağacı. "a haydar gürer, ne olurdu şu içinden geçenleri mırıldanmasaydın!. sen ağaçların da duyabileceğini, üzülebileceğini hiç düşünmedin mi? yıllar yılı, hep yavrum, kuzum… dur bakalım şu dalını düzeltelim senin!.. ooo, bu dalda çok elma var… bir destek bulup dayamalı; kırılmasın kolun kanadın!. der dururdun ya!. unuttun mu?. kararını keşke açığa vurmasaydın da güz sonlarına kadar üzülüp durmasaydı ihtiyar elma ağacı!"

    üzgündü ihtiyar elma ağacı!. demek küçük dallarını çalı çırpı gibi kurusun da yakalım diye bir kenara yığacaklardı. gövdesini bölüm bölüm böleceklerdi; ya askeriyenin müteahhidine, ya da kasaba hamamcısına satacaklardı. o da yanmak, bu da yanmaktı ama askeriyenin mutbağında yanmayı öngörürdü!. belki de bazı büyük dallarını herek, destek olarak kullanmak için ayıracaklardı. masa, sandalya, dolap, etajer olmayı da çok isterdi ama; âdet olmamış, başka ağaçları seçmişler insanlar bu işler için. varsın olsun; birkaç dalının herek olması da bir mutluluk değil miydi?. madem öteki ağaçlara destek olacak, genç arkadaşlarını koruyabilecekti bir süre!. küçük küçük filizler almışlardı komşular bir zamanlar ondan, kendi ağaçlarına aşı yapmak için. elbet tutanları vardır o aşıların!. bir avuncaya dalar gibi olmuştu ihtiyar elma ağacı. zaten haydar gürer de: "varlığımız, yetiştirdiklerimiz ile sonsuzluğa kadar sürüp gider" demez miydi?
  • mahmut özay'ın iki ciltlik "tüm yapıtları" için, "2005 yılbaşından sonra, feridun andaç'ın yönetimindeki dünya kitapları'ndan çıkması bekleniyor." diye yazmıştım yukarıda. 1.5 yıldır yayın porogramlarında olan bu dosyanın (feridun andaç kendi güzel kitaplarını basmaktan zaman bulamadığı için olsa gerek) bay andaç'ın sekreteri aracılığıyla geri gönderildiğini yeni öğrendim; buraya da bu gelişmeyi hemen düşüyorum.
  • "deli manda-bütün hikayeleri" - mahmut özay (yky-2007)

    sonunda, üstelik çok daha güvenilir, saygın bir yayınevi bastı bu kitabı. ilgililere duyurulsun...
  • güzel hikayelerin adamı.
  • pkk'dan kurtulduğumuzu zannederken daha büyüğünün, suriye'yin başımıza bela olduğunu gösteren şehidimizdir. herhangi bir tv kanalında ya da ana akım medya sitelerinde değil de haberini twitter'dan öğrenmemiz gerçekten düşündürücüdür.

    mekanın cennet olsun
  • torunlarının uğraşları sonucunda 2007 yılında yky tarafından en güzel hikayeleri tek bir kitapta toplanarak tekrar basılan sait faik ödüllü, çok tanınmayan ama tanınması gereken hikaye yazarı.
  • yorgo'suyla tanıdığım edebiyatçımız. ilk hikayede ısındım kalemine.
  • türkiye gazetesinde! çalışan ve kendine eğitimci diyen cahil cühelanın biri! ak parti yüzünden bilir kişi olan, sözü dinlenen adamlar oldu bu tipler. saçına sakalına bakın hizbullahçıdan farkı yok. sözde gazeteci.
  • deli manda ve babam babam kitapları muhakkak okunmalı.
hesabın var mı? giriş yap