• önce lütfen
    (bkz: civilisation materielle economie et capitalisme)

    gündelik yaşamın yapıları (the structures of everyday life):
    mümkünün hudutları (the limits of the possible).

    ilk ciltte braudel, nelerin hiç değişmediğini, nelerinse tümden değiştiğini göstermeğe çalışmıştır. braudel'e göre maddi yaşamın çeşitli hudutları vardır. insanın, devrim yapmadığı müddetçe bu hudutlar dahilinde mümkün olanın dışında kaldığı için, ne kadar çalışırsa çalışsın hiçbir zaman 'yapamayacakları' vardır. örneğin emeğin düşük üretkenliği gerçeği, braudel'in incelediği tarih zarfında (1400-1800) dünyanın hiçbir yerinde hemen hiç değişmeyen bir gerçeklik olarak kalmıştır.

    braudel ilk cildin önsözünde, dikkat çekici bir örneğe yer verir: "zamanda bir yolculuğa çıkacak ve voltaire'in ferney'deki evine ulaşacak olsaydık, kendisiyle öyle çok da şaşırmadan saatlerce konuşabilirdik. çünkü on sekizinci yüzyıl insanı, düşünceler dünyası itibariyle bizim çağdaşımızdır: zihin alışkanlıkları ve hissiyatı bizimkilere öyle yakındır ki, yabancı bir diyarda olduğumuzu bile düşünmezdik. mamafih, gündelik yaşamının ayrıntıları -gece ışıkları, ısınma, ulaşım, besin, hastalıklar, ilaçlar- bize o denli yabancıdır ki, kuvvetle muhtemel şok olurduk." işte braudel'in gündelik yaşamın yapıları dediği tam da budur.

    birinci bölüm: sayıların önemi (weight of numbers)

    ilk bölümün ilk konusu nüfustur. işe herşeyden evvel nüfusla başlamasının iki temel sebebi vardır; ilk sebep oldukça basit: anlamağa çalıştığımız 'insan'dır. ikinci sebep için ise braudel'in zamanında hakim tarihyazımı geleneğine bir göz atmakta fayda var.

    1950'li ve 60'lı yıllarda tarihçiler, tarihi marxist tasavvur ile yazıyorlardı. seçilen temel paradigma marxist üretim tarzlarının (modes of production) tarihte ne oranda başarılı olduğuyla ilişkiliydi ve en çok tartışılan da, feodal üretim tarzından kapitalist üretim tarzına geçişte temel saiklerin neler olduğuyla ilgiliydi (meşhur dobb-sweezy tartışması). marx fikirlerini hegelgil (hegelian) düşüncenin eleştirisini yaparak ve fakat gene de hegelgil düşünüşün yöntem ve bağlamını muhafaza ederek geliştirmişti. bu yüzden tarihi okumada kullandığı temel araçlar -üretim tarzları, güçleri ve ilişkileri- salt kavramsal ve evrenseldir (feodal üretim tarzına alternatif olarak önerilen asya tipi üretim tarzı fikrinin terk edilmiş olmasının başta gelen sebebi budur; a.t.ü.t. herşeyden evvel evrensel değildir -adı üstünde belirli bir coğrafi bölgeye özgüdür- ve yeterince kavramsal değildir). kısacası tarih, mutlak platoncu dünyada kavramsallaştırılmış yapıların üzerinden yazılıyordu ve insanlar sayılarla ve uzamla ilgilenmiyorlardı. braudel'in işe sayılarla başlaması, bu tarihyazım geleneğine bir karşı çıkıştır: nüfus soyut bir kavram değildir! yani bir anlamda marx felsefe yaparken (evrensel doğrular), braudel deneysel (empirical) takılmıştır. bu deneysel birikimin neticesinde evrensel çıkarımlarda bulunmağa çalışmıştır.

    braudel'in ilk iddiası erken modern dünyanın bir denge etrafında dönenmiş olduğudur: avrupa da, çin de benzer evrensel bir örüntüyü (pattern) seyretmiştir. yıkmağa çalıştığı düşünüş yöntemlerinden birisi de avrupamerkezcil (eurocentric) düşüncedir. avrupamerkezci düşünüşe göre, avrupa'da on beş ve on sekizinci yüzyıllar arasında yaşanan nüfus artışı, bu yüzyıllarda avrupa'da sağlık koşullarında (hygiene) ve tıptaki ilerleme, içme suyu tedarikindeki gelişim, evliliğin daha erken yaşlarda yapılması, çocuk ölümlerinin ve dahi ölüm oranlarındaki düşüş vb. avrupa'ya özgü sebeplerle açıklanmaya çalışılmıştır. halbuki braudel'in gösterdiği gibi, bu sebeplerin her biri kendi içerisinde tutarlı ve manidar da olsa bunlar, bu yüzyıllar arası bütün dünyanın nüfusunun benzer bir örüntü dahilinde artışını açıklamaya yetmez. braudel'e göre madem ki sanayi öncesi bütün ekonomiler tarım ekonomileridir, ilk bakılması gereken 1400-1800 yılları arasında dünya ikliminde neler olup bittiğidir çünkü uygarlıklar benzer bir kaderi paylaşmışlardır; sanayi devriminden, büyük keşiflerden vb. hepsinden evvel yerkürenin birleşmişliğinin ilk örneği de tüm insansoyunun iklimin düzensiz değişimine maruz kalmış olduğudur [mesela özellikle on yedinci yüzyılda hüküm süren 'küçük buz çağı' (little ice age)]. nüfus mevzuunda braudel malthusgil bir yöntem seyretmiştir. onun için de iklimden sonra sırasıyla, malthus'un nüfusu dengede tutmak adına nüfus artışının önündeki müspet engeller (positive checks) olarak tespit ettiği -mahut dönemin- salgın hastalıkları, kıtlıkları ve savaşlarına kısaca değinmiştir. birinci bölümün son kısmının konusu ise insan toplumlarının örgütlenmelerine ilişkin esaslardır. burada kastedilen -gene piramit eğretilemesine başvurmuştur braudel- ilkel toplumlardan (avcı-toplayıcı göçebe toplumlar) uygar toplumlara değin (saban kullanan yoğun nüfuslu toplumlar) bu örgütlenmelerin aralarındaki sürtüşmeler (burada dolaylı bir çekişme sözkonusu) ve bu toplumların yerküre üzerindeki dağılımlarından, yaşamlarını idame ettirebilmekteki başarılarına değin mevcudiyetleridir. pek çok alt tür sayılabilir fakat braudel gene üçüzlü düşünüş gereğince uygarlaşmışlık düzeylerine göre bu piramidin alt kısmına ilkel insaları, ortaya kültürleri, tepe kısmına ise medeniyetleri koymuştur. sınıflandırma tarımı kullanabilme imkanları dahilinde yapılmıştır; bu yüzden mesela düşünsel anlamda son derece ileri, görkemli yapıları ile avrupalılarla yarışabilecek durumda olmaları itibariyle 'medeniyet' kabul edilmesi gereken aztek yahut meksika'lıları, tarımsal faaliyetlerinde saban değil de, çapa kullandıkları için 'kültür' kısmında tasnif etmiştir. varmak istediği nedir? bu savaşımdan, uygarlıklar galip ayrılmıştır: artık çok az sayıda ilkel insan vardır ve 'kültürler' yavaş yavaş tarih sahnesinden çekilecektir. eh, nihayetinde braudel de fransız olması münasebetiyle bir 'uygar insan'dır; kalkıp 'ben kaybettim!' diyecek değil ya!

    hülasa, birinci cildin birinci bölümü, insanlığın müştereklerine tahsis edilmiştir.
    bir sonraki bölümde buluşmak üzere esen kalınız sevgili sözlük kullanıcıları.
    ---------------------------------------------------------------
    pek yakında!!
    ikinci bölüm: geçim (daily bread)
  • birinci cildin ikinci bölümü:
    geçim (daily bread):

    ilk bölümde (sayıların önemi) (bkz: civilization and capitalism 15th 18th century) dünya nüfusuna ve nüfusu belirleyen etkenlere bakan braudel, insanlığın müştereklerine dikkat çekmişti. ikinci bölümden itibaren ise, kimi zaman paylaşılan benzerliklere de değinerek, genel itibariyle çeşitli coğrafyalardaki insanların birbirlerinden nasıl ve neden ayrıldığını vurgulayacaktır. bu münasebetle ilkin, insanların geçimlerini nasıl sağladıklarına bakmıştır.

    öncelikle belirtilmesi gereken, on beş ve on sekizinci yüzyıllar arasında insanlığın büyük çoğunluğunun beslenme alışkanlıklarının umumiyetle bitkilerden müteşekkil olduğudur. dört yüzyıl boyunca insanların çok azı etle beslenebilmiştir; yalnız zenginler et yiyebilirken, yığınlar otçul beslenme alışkanlıkları geliştirmek zorunda kalmışlardır. üç nebatat özellikle önemlidir: buğday, pirinç ve mısır. bu üç tarımsal ürünün her biri ayrı ayrı incelenmiştir fakat hemen şunu söylemekte fayda var: braudel'e göre bu üç ayrı besin maddesi, her biri bir diğerinden farklı özelliklere sahip üç ayrı uygarlığın alameti farikası olmuş, insanlığın maddi yaşamını ve hatta kimizaman tinsel yaşamını düzenleyici rol oynayacak kadar belirleyici olmuşlardır: buğday avrupa uygarlığı'nın, pirinç çin uygarlığı'nın ve nihayet mısır da güney amerika uygarlığı'nın dayanak noktasıdır.

    buğday (wheat):
    onca hububat arasında avrupa uygarlığı'nın dayanağı olmayı başaran buğdayın (hatta braudel -avrupa emperyalizmine de gönderme yaparak- bir 'buğday emperyalizmi'nden bahseder) onca olumsuz niteliğine karşın -kendi kendine yetişmez, toprakta kendisinden başka bir bitkinin yaşamasına müsaade etmez, üst üste iki sene ekilirse üçüncü sene nazlanır vs.- bu denli önemli olmasının üç sebebi vardır. ilkin, bakımı çok kolaydır; toprağa, iklimsel koşullara uygunluk sağlamakta çok ustadır. ikinci olarak etinden, sütünden, gücünden vs. faydalanılan çiftlik hayvanlarının mükemmel bir tamamlayıcısıdır (complement). son olarak, ama en önemlisi çok besleyicidir.
    fakat çok besleyici olması en önemli handikapının müsebbidir; toprağı neredeyse sömürür ki bir ikinci sene dahi artık o topraktan çok da hayır beklememek gerekir. ziraati üretimin en önemli buluşlarının birisi bununla ilintilidir. ortaçağ'da, avrupa'nın kuzeyinde yaşayan insanlar iki tarla sisteminden üç tarla sistemine geçmeyi akıl etmiştir: tarla üçe bölünür, birinci tarlaya herhangi bir mahsul, diyelim arpa, ikinci tarlaya buğday ekilir, üçüncü tarla nadasa bırakılır. ertesi sene buğday ekilen tarlaya arpa ekilir, arpa ekilen tarla nadasa bırakılır, nadasa bırakılana ise buğday ekilir. inanmayacaksınız ama bu uygulamanın neticesi olağanüstü olmuştur. bu gelişmenin başka hiçbir yerde değil ama avrupa'nın kuzeyinde yaşanmış olmasının sebebi oraların, insanların en yoğun olarak yerleştiği yerler olmasıdır ki braudel buna 'kıtlık etkisi' (scarcity effect) adını verir. eh, insanlar ya açlarından ölecek ya göç edecektir (ki braudel'in de dediği gibi insanlar yaşadıkları yerlere kök salar, oralardan ayrılmayı pek de istemezler; ilginç bir gerçeği burada hatırlamakta fayda var: dünyanın mesken edilmeye uygun topraklarının ancak yüzde onunda, üst üste-alt alta yaşıyoruz geri kalan yüzde doksanlık kısım ise boş!) ya da yeni birşeyler denemeye çalışacaktır. ayrıca bu bağlamda braudel, buğdayın tarihinde polonya örneğine özel bir konum atfetmiştir (belki de witold kula'nın çığır açan kitabının da bunda payı vardır). hemen buna da kısaca değinelim. polonya, avrupa'nın buğday talebini karşılayan en önemli tedarikçi ülkelerden biridir. buğday fiyatları arttıysa, polonyalı buğday üreticilerinin gelirlerinde ve yaşam koşullarında, refahlarında bir artışın beklenmesi oldukça makuldur. halbuki, tarihsel araştırmalar göstermiştir ki, on yedinci yüzyılda hububat fiyatları ile bu adamların ücretleri arasında olumsuz bağlılaşım (negative correlation) vardı. üstelik, yaşam koşulları da kötüleşmişti. çünkü mahsulün tüketimini kısmışlar, buğdayı sadece ihraç etmeye başlamışlardı. bu da, braudel için önemli kavramlardan olan birisi 'nüfus baskısı' (population pressure) ile izah edilir. epey ironik ve paradoksal ama avrupalı yığınların en müreffeh zamanı 'kara veba'nın (black death) hemen akabine tesadüf eder. o kadar çok insan ölmüştü ki, sağ kalmayı başaranlar çok yüksek ücretler alıyor, dünya nimetlerinden gönüllerince istifade edebiliyorlardı. on yedinci yüzyıl buhranının, on altıncı yüzyıldaki gelişimin ardına dek düşmesi bu bağlamda çok da şaşırtıcı değildir. evet, üretim artmıştır fakat nüfus da artmıştır ve malumunuz efendim, gelir dağılımı ise öyle pek de adil değildir. bu arada, değirmencilerin, bu çağın en çok kazananlarından olduğunu söylemeyi unutmayalım. hatta bir ara o kadar çok kazanmaya başlamışlar ve milleti öyle kazıklıyorlarmış ki bu adamlar, değirmencilerin şeytanla işbirliği yaptığına inanılırmış. sanırım bu genel kanı hala daha mevcuttur avrupa'da. burada çok güzel bir kitap tavsiye etmekten kendimi alıkoyamayacağım--
    (bkz: peynir ve kurtlar) (bkz: carlo ginzburg).

    buğday mevzuunda braudel'in anlattıklarından dikkatimi çeken son birşey ise, avrupa'da fırıncılar haricinde insanların ekmek yapmalarının uzun süre yasaklanmış olmasıdır. bunda, evde "ekmek yapacağım" diye işe girişen insanların sık sık yangın çıkartmış olmalarının payı büyük. ikinci bir neden ise, evde ekmek yapanların, "komşu bak sana da yaptım üç kuruş versen yeter, artık allah ne verdiyse" diye sağa sola ekmek satıyor olmalarıyla ilgilidir (çünkü bu ekmekler çok sağlıksız koşullarda yapılıyor idi). bu da en çok fırıncıların işine gelmiştir herhalde. hmm. en son son birşey daha ekleyelim: bizim bu hergün yediğimiz 'beyaz ekmek' var ya.. bu o kadar az bulunurmuş ki o zamanlar, napoleon'un "herkes benim dönemimde beyaz ekmek yiyecek" demesi halkı epey galeyana getirmiş ve amcamın popularitesinin tavana vurmasına yetmiş de artmış bile efendim. yani bu fransız milletinin napolyon'u bu kadar çok sevmelerinin en önemli sebeplerinden biriymiş bu.

    pirinç (rice):
    gelelim pirinç meselesine. efendim bu pirincin en önemli özelliği -ki kendisi çin gibi bir heyula'nın dayanak noktasıdır evvelce de belirttiğimiz üzre- muazzam rakamlarda işgücünün köle gibi çalıştırılmasına ve örgütlü emeğe ihtiyaç duymasıdır. yoğun tarım (intensive agriculture) ürünlerindendir ve sulama faaliyetlerinin üst düzeyde teşekkülünü gerektirir. çinlilerin bu denli dayanışmacı bir millet olmasının sebeplerinden birisidir bu. ama netice bir harikadır: çin'i dahi besleyecek kadar çok mahsul verir. bu uzak doğuluların yeme-içme eylemlerini takdis edercesine töremselleştirmelerinin (ritualization) sebebi de bu olsa gerektir; adamlar o kadar emek harcıyor ki bir lokma ekmek için, taparcasına seviyorlar sonra onu. bu arada hemen belirtelim ki, bu 'töremsel tüketim' (ritualistic consumption) oldukça adi, eh pardon, mütevazi birşeydir. elli dakika boyunca oturup kalkarlar ne varmış efendim? yarım fincan çay içeceğiz.. hmm. konudan uzaklaşmadan hemen bir diğer 'nebati! uygarlık'a geçelim.

    mısır (maize):
    efendim, güney amerika uygarlıklarının temel besin maddesi olan mısır'a gelecek olursak, söylenebilecek ilk şey bu bitkinin hemen hiç işgücüne gereksinim duymaksızın yetiştirilebilir olmasıdır; neredeyse kendi kendine gelişir, olgunlaşır mısır. bunun içindir ki güney amerikalılar miskin, tembel insanlardır (bkz: siesta). fakat braudel'e göre, biraz fazla serbest kalmalarına (!) sebep olmuştur bu bitki güney amerikalı köylülerin. nitekim, buranın bütüncül (totalitarian) egemenleri bakmışlardır ki bir sürü insan ve bir sürü serbest işgücü saati vardır, toplamışlardır efendim bu köylüleri, devasa anıtların inşalarında kullanmışlardır. mısırın en önemli iki mahzuru vardır. ilkin, bu bitkinin tohumunun temini epey yorucudur, dağlar bayırlar aşmak gerektir. ikincisi ve daha önemlisi ise yeterince besleyici, doyurucu bir besin maddesi değildir. inanmayacaksınız ama, güney amerikalıların uyuşturucu bağımlısı olmalarının en önemli sebeplerinden biridir bu: insanlar açlıklarını bu şekilde örtbas etmeye çalışırlar.

    son olarak yeni dünya menşeili bir başka besin maddesini daha ele almış braudel: patates. söylediklerini kısaca özetleyecek olursak, patates de epey besleyicidir, yeni dünya'dan kıta avrupası'na nakli ertesinde yeni sahiplerinden oldukça itibar görmüştür. en önemli özelliği, kolay telef olmamasıdır. ordular savaşırken tarlalara daldıklarında hububat falan ne varsa ziyan ederken patateslere birşeycikler olmaz. neden efendim? çünkü patates yerin altında yetişir. ayrıca kolay muhafaza edilir. bunca olumlu özelliğine rağmen herhangi bir uygarlığın müsebbibi olamayışı ise bu nebatın yegane talihsizliğidir: kuzey amerika kökenlidir! ve orada yalnız göçebe kızılderililer yaşar ki, onların çok da umurunda değildir tarımsal üretim falan, çünkü avcı-toplayıcı toplumlar olduklarından zaten yeterince çok et yeyip gayet iyi beslenirler.

    evet. birinci cildin ikinci bölümü 'geçim' burada nihayetleniyor. yalnız, bir kez daha hatırlatmakta fayda var. daha önceki bölümdeki çıkarımlardan biryle burada da koşutluk kurmağa çalışmış braudel (uygarlıkların kültürleri egemenliği altına alması, bu bağlamda avrupa'nın geri kalmış ülkeleri sömürgeleştirme süreci): buğday da aynen avrupa uygarlığı gibi dünyayı hegemonyası altına almıştır. halbuki mısır uygarlığı yaşamını idame ettirememiştir.

    hülasa, bu bölümde, geçimlik kaynaklarının insanların yaşamlarını nasıl etkilediklerini anlatmış braudel.

    bir sonraki bölümde buluşana değin esen kalınız sevgili sözlük kullanıcıları.
    ---------------------------------------------------------
    pek yakında!!
    üçüncü bölüm:
    ziyafet ve kefaf: yeme içme (superfluity and sufficiency: food and drink)
  • birinci cildin üçüncü bölümü:
    ziyafet ve kefaf: yeme-içme. (superfluity and sufficiency: food and drink)

    üçüncü bölümü "şerh" etmeden evvel, başlıkta, neden böyle az bilinen ve hemen hiç kullanılmayan bir sözcüğe ihtiyaç duyduğumu anlatarak başlamak istiyorum sevgili sözcük kullanıcıları. bu bölümde braudel amca, insanlar on beş-on sekizinci yüzyıllar arasında ne yer ne içerdi, onu anlatmağa çalışmış. başlıktaki superfluity aşırı bolluk; sufficiency ise yeterlilik, kifayet anlamlarına geliyor. braudel, başlıkta şöyle bir gönderme yapıyor: "insanların çok azı, yani yalnız zenginler şölenler, ziyafetler vererek yiyeceklerini, içeceklerini müsrifçe tüketirken, yoksul yığınlar kıt kanaat geçinebiliyor, neredeyse aç dolaşıyorlardı." itiraf edeyim, başlık canımı epey sıkmıştı. çevirmen olmamama rağmen (ve buradaki asıl niyetim kitabı özet halinde çevirmek olmadığı için) okuduğum metnin ingilizce olması hasebiyle bazı kavramları türkçeye çevirme gerekliliği arz ettiğinde elimden gelenin en iyisini yapmağa çalışıyor, yeterli olmadığım durumlarda ise bu işin ehillerine akıl danışıyorum. superfluity için 'ziyafet'i düşünmüştüm fakat 'sufficiency' için söylemek istediğim, türkçede kıt kanaat geçinmek için kullanıldığını bildiğim bir sözcük yoktu. başlık için ne önerebileceklerini sorduklarımdan ise tatmin edici bir yanıt alamıyordum (duyduğum iyi önerileri ve itiraz gerekçelerini söylemek isterim: 'daha mı, kafi mi?' --olmaz, çünkü aç hiç kimse nar gibi kızarmış koyun budu teklifine 'kafi, ben almayayım' diye yanıt vermez; 'ziyafet ve aza tamah' --bunu da benzer bir gerekçe ile reddettim; bu adamlar 'aza tamah' ettikleri için değil, imkanları elvermediği için kıt kanaat geçiniyorlardı; 'but ve kemik' --bu da olmazdı nitekim, 'yeme ve içme'den bahsediliyor; son olarak 'biri yer, biri bakar' --eh,,fazla 'spektaküler') tesadüfen "kefaf"ı keşfettim: kefaf, "bir insanın ancak yaşamasına yetecek kadarlık günlük yiyeceği" manasına geliyor. dahası, ziyafet'in kökünün 'zayi' olmakla ve kefaf'ın kökünün 'kafi' olmakla ilişkisi, ingilizce metne de sadık kalabildiğim anlamına geliyordu. sanırım bunca tafsilatlı izahatten sonra, 'kefaf'ı kullanmamı mazur görürsünüz. evet, kitaba dönelim.
    -----------------------------------------------------------
    edit: glogun uyarısı üzerine bölümün başlığını
    "varlık ve darlık: yeme-içme" (superfluity and sufficiency: food and drink)
    olarak değiştiriyorum.
    -----------------------------------------------------------
    yazının hemen başında belirttiğim üzre bu bölüm, insanların yeyip içtiklerini konu ediniyor. öncelikle söyleyeceğimiz, braudel'in bu bölümde avrupa'dan ziyade fransa'yı konu edindiğidir. hemen karşısında tabi ki, gene çin var. braudel'e göre, yalnız iki ülkenin 'mutfağından'* söz edilebilir: fransa ve çin. sebebi oldukça makul; her iki ülke de karnını ancak doyurabilir bu yüzden, başka memleketlerde çöpe gitmesi muhtemeli kullanmada olağanüstü hüner gösterir. braudel, bu bölümde yöntembilimsel düzlemde, talep veçhesi yönelimli * avusturya okulu'na yakın durmuştur. bu anlamda, bu bölümde 'neoklasik' görüşler ileri sürdüğü iddia edilebilir.

    bölüm, 'lüks' ile 'ihtiyaç' arasında bir karşılaştırmayla başlar. burada braudel'in, veblen'in kuramlarından istifade ettiğini görüyoruz --oldukça önemli bu karşılaştırma için, bu konuda daha önce yazdığım bir metne gönderme yapmak istiyorum: (bkz: thorstein veblen/@zifir). braudel, ilgilendiği dönemde gerçek anlamda lüks içinde yaşayan tek bir ülkenin bulunduğunu söylüyor: ingiltere. bu ülkeyi, kısmen de olsa, fransa takip ediyor. ancien regime zamanında fransa, artık değer üretebilen bir ülkeydi fakat yatırım yapabilecekleri karlı bir iş sahasına sahip olmadıkları için, bu artık değeri lüks malları tüketerek sarfediyorlardı. sinai devrimden yani on sekizinci yüzyıldan sonra ise lüks mallara olan talebin azaldığını ve insanların yatırım alışkanlıklarının değiştiğini görüyoruz (burada akıllara -ister istemez- weber'in "kapitalizmin ruhu.." eseri geliyor, neyse). köylülerse zaten hep, ürettikleri ürünün fazlasını satmışlar, hiçbir zaman ürettiklerinin en iyisini yememişlerdir.

    insanların, uzunca bir dönem, incelikli yemek yeme görgülerinin olmadığını söylüyor braudel. birkaç örnek verelim:
    yemekte çatal-bıçak kullanma alışkanlığına ancak on altıncı yüzyılda rastlayabildiğimizi görüyoruz. yani, bizim bildiğimiz bütün o büyük insanlar -mesela montaigne- yemeği elleriyle yiyordu; krallar yahut dönemin en soyluları da öyle..
    kaşık kullanımının genel kabul görmesi için gene, on altıncı yüzyılı beklememiz gerekiyor: ondan evvel insanlar, bir yere yemek yemeğe gittiklerinde kendi kaşıklarını da yanlarında götürürlermiş.
    keza içecek için kullanılan bardakların genel kabulüne kadar geçirilen evre de ilginç: eskiden masada yalnız tek bir bardak bulunurmuş ve insanlar aynı bardaktan içerlermiş içeceklerini. bardağı, içindekini tümüyle içmeden bir yanınızdakine uzatmanız ise, yapabileceğiniz en nezaket yoksunu davranışlardan biri olarak kabul edilirmiş.
    bu bizim için önemli değildir sanırım çünkü bizim memleketin çok büyük bir kısmında yemek hala mutfakta yenir fakat braudel'in dikkat çekmek istediği birşey daha var: yemek odası on altıncı yüzyıla değin bilinmiyormuş fransa'da; ondan sonra da sadece zenginlerin yemek odası takımı olmuş zaten.
    tabi bu anlattıklarımızın yalnız avrupa'yla ilişkili olduğunu söylememiz gerekir. mesela çin, asırlar evvelinden miras edindiği incelikli sofra adabına sahiptir.

    gelelim bu insanların ne yediklerine..

    1550'ye kadar avrupa'da et tüketiminin hayli yeterli miktarda olduğunu görüyoruz; köylüler dahi haftanın en az bir günü masalarına et yemekleri koyabiliyorlar öyle ki, braudel bu dönem için avrupa'ya etobur avrupa demekten imtina etmemiş. burada avrupa'nın ayrıcalıklı konumundan bahsedilebilir: dünyanın başka yerlerinde, istanbul gibi gelişmiş olanlarında bile et yenmiyor. bunda da avrupa'nın braudel'in deyişiyle bir buğday uygarlığı olmasının payı kuşkusuz en önemli sebeptir (bu konuda kitabın ikinci bölümünü hatırlamakta fayda vardır; buğday-çiftlik hayvanları ilişkisi). fakat on altıncı yüzyılın ikinci yarısında avrupa'nın tüketim alışkanlıklarının artık tümden değişmiş olduğunu görüyoruz; insanlar 'taze etin' tadını unutmuşlardır neredeyse.. braudel'in burada ısrarla vurguladığı şudur: yalnız zenginler et yiyebiliyordu. bu konuda tek istisna ise gene ingilteredir. on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında işler gene avrupa'nın lehine döner: yapay otlakların ibdası, çiftlik hayvanlarının ıslahında geliştirilen bilimsel teknikler ve yeni dünya'nın sömürülmesi gibi sebeplerle, avrupa eski alışkanlığı olan geniş çaplı et tüketimine yeniden kavuşmuştur.

    peki ete hasret kalan bu insanlar ne yiyorlardı?: mandıra * ürünlerini yani peynir, süt, yumurta ve tereyağ; braudel bu ürünlere 'hergünün yiyeceği' * demiştir. bu ürünlerin her biri ucuz protein kaynağıdır ve bu ürünlerin tüketimi, avrupa'da olduğu kadar, islam dünyasında ve hindistan'da da yaygındır. hatta braudel bu ürünlerin, türklerin yegane geçimliği olduğunu söylüyor. işin ilginç yanı çin, eti olduğu kadar, mandıra ürünlerinin tüketimini de gözardı etmiştir. bu ürünlerin içinde yalnız tereyağ, o da ancak ender hamurişi yemeklerde kullanılıyor. braudel'in söylediğine göre çinliler yalnız pirinç ve deniz mahsülleri tüketirlermiş. deniz mahsülleri demişken, yemek faslını kapatmadan evvel son birşey daha söyleyelim: avrupa'nın nihai keşfi, "morina balıkçılığı"dır. braudel "akdeniz" isimli kitabında akdeniz'in balık türleri açısından epey zengin ve fakat, miktarı açısından oldukça kısır olduğunu söyler. bu yüzden balık, avrupa'nın temel besinlerinden biri olamamıştır ta ki 'morina balıkçılığı' (newfoundland'de) keşfedilene değin. çarpıcı bir örnek; avrupalılar, amerika'ya götürdükleri on binlerce köleyi yalnızca 'morina'yla beslemiş on yıllarca. köylünün de temel gündelik yiyeceklerinden biriymiş morina tabi ki. şimdi tournier'nin karakterlerinden birinin sevdiği kadına neden "morina balığı kadar güzelsin" diyerek iltifat ettiğini daha iyi anlıyorum..

    on beşinci yüzyıl avrupası'ndaki 'baharat çılgınlığı' da bu bağlamda değerlendirilmelidir. baharata olan rağbetin açıklaması epey makul: insanlar, bu mucizevi ürün sayesinde yeknesak besin alışkanlıklarını çeşitlendirme imkanı bulmuşlardır. allahın her günü yavan un çorbası içerken karabiberi keşfettiğinizi düşünün! bizde 'su gibi aziz ol!' derler ya, ilginçtir avrupalılar 'karabiber gibi aziz' * derler. doğudan batıya göçen en önemli besin maddelerinden birisi de şekerdir (şeker kamışı ve şeker pancarı üretimi). şeker üretiminin yaygınlaşmasıyla, köleliğin hortladığını da (daha önceki bölümde gördüğümüz 'pirinç köleliği' türünden bir kölelik tabi ki bu) ilave eder braudel.

    içeceklere bakalım şimdi de:

    suyla başlayalım. inanmayacaksınız belki ama o dönemde yeryüzünde içilen en temiz suyun istanbul'da olduğunu söylüyor braudel. paris ise mesela, seine nehri'nin suyunu içiyor ki bu nehir o dönemlerde -şimdi de öyle mi bilmiyorum- mikrop yuvasıdır. çok geçmeden insanlar su içmeden de yaşamayı öğreneceklerdir: ihtiyaçları olan sıvıyı şarapla tedarik ederek! burada da ilginç bir karşılaştırma yapıyor braudel, diyor ki: "istanbullular değişik mevsimlerin suyunun tadını ayırt etmekte ne kadar mahirse, fransızlar da hangi şarabın hangi bağbozumuna ait olduğunu bilir." aslında bütün avrupa şarap içerken avrupa'nın yalnız bir kısmı şarap üretir: akdeniz ülkeleri ve onların biraz kuzeyindeki ülkeler; loire'deki dağlardan kırım'a doğru bir hat çekecek olursanız 'şarabın doğal üretim havzasını' da tespit etmiş olursunuz. yalnız gariptir, denizaşırı keşiflerle beraber şarap ihracatının merkezi de sola doğru kaymıştır: atlantik okyanusu'ndaki adalarda şarap imal etmek ve onları kuzey ülkelerine taşımak, fransa'yla -siyasi müdahaleye maruz kalan- şarap ticaretinden daha ucuz maliyetlidir. burada çok ilginç başka birşey daha öğreniyoruz, şarapla ilgili en iyi bildiğimiz şeyin bile bir zamanlar geçerli olmadığını: eskiden, pahalı olan eski değil, yeni şaraplarmış. çünkü şarap muhafaza şartları gelişmediğinden bir sene içinde ekşiyip içilmez oluyormuş. braudel mantarın ancak on altıncı yüzyılda, hatta belki on yedinci yüzyılda düzenli kullanılmaya başlandığını söylüyor. 'eski şarap' ise itibarına ancak on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında kavuşacak ve bir efsane olacaktır. braudel'e inanacak olursak -yukarıda da söyledik bu adamlar temiz içme suyu temin edemiyorlardı- on altıncı yüzyılda sarhoş olmayan birine rastlamak imkansız gibidir! bunun başka sebepleri de vardır: ne zaman ki hububat fiyatları yükselir, o zaman şarap fiyatları düşermiş: eh, insanlar da ne yapsın, ucuz kalori kaynağı olana şaraba daha da fazla rağbet edermiş. ser'ler hoşken dertlerden, tasa ve kaygılardan "kaçış" ise cabası!!

    tabi herkes şarap tüketemiyor, bunu da belirtelim. bu söylediklerimiz daha çok avrupa'nın güneyindeki hemen herkes fakat avrupa'nın kuzeyinde yalnız hali vakti yerinde olanlar için. peki kuzeydeki yoksullar ne içiyor? bira, efendim. burada tarihsel bir bilgi verelim: bira, eski mısır'dan, babil'den beridir insanların aşina olduğu bir içecek türüdür. çin'de m.ö. ikinci binyıldan beridir içildiğini de biliyoruz. avrupa'nın katkısı, biraya 'şerbetçiotu'nu dahil etmesidir. şarap için söylediklerimizin çoğu bira için de geçerli fakat bir farkla: göbek! braudel, milyonlarca bira göbeklinin* (beer bellies!) olduğunu söylüyor avrupa'da. tabi bolluk zamanlarında insanların bu canım içeceğe ihanet edip şaraba döndüklerini de ekleyelim.

    yemeğimizi yedik, içkilerimizi içtik, üzerine ne alırsınız?:

    çay? kahve? çikolata? (bu sonuncusuna bizde çok rağbet edilmez ama avrupa'da içilirmiş)

    çikolata bahsini kısa kesmek istiyorum, ne de olsa bize epey uzak bir içecek. çikolata önce meksika'dan ispanya'ya geliyor ve oradan avrupa'ya -kısmen de olsa- yayılıyor (çay ve kahve egemenliklerini ilan edene değin). fakat hiçbir yerde ispanya'da olduğu kadar tutulmadığını söyleyelim. burada da ilginç bir halk deyişinden bahsediyor braudel: "çikolata almak" * bu, avrupa'da prens'in davetlisi olmak, yani onun 'gözdesi olmak' anlamlarına geliyormuş. bilin bakalım bunu neden söyleme ihtiyacı hissettim? evet!: bizdeki "şukela almak"la ne kadar benzer bir kullanım alanı var, değil mi?

    geçelim çay'a. tahmin edeceğiniz üzre çay, uzakdoğu kökenlidir ve avrupa'ya çin vasıtasıyla gelmiştir. çayın yaklaşık sekizinci yüzyıldan beridir çin'de içildiği biliniyor. avrupa ise bu güzide içecekle ilk defa 'oost indische companie'nin* kargolarının 1610 yılında amsterdam'a gelmesi ile tanışıyor. çay tüketiminin yaygınlaşması ise 1720'lere tesadüf eder. burada çayla ilgili ilginç bir bilgi verelim: çay yapraklarının kurutulması için iki yol kullanılır: ateşe tutularak kurutulursa yeşil çay, güneşe serilerek kurutulursa siyah çay elde edilir. avrupa'da çayı en çok tüketen toplum ise, yine tahmin edeceğiniz üzre ingilteredir. onu hollanda takip eder. fransızlar ve almanlar ise kahveyi tercih ederler. burada şöyle bir koşutluk kurabiliriz: bira içenlerin 'uyarıcı'* olarak tercihi çaydan yana iken, şarap içenler kahve tüketme temayülü göstermiştir.

    arabistan, aslında ondan da evvel habeşistan kökenli kahvenin avrupa'ya girmesi üç koldan olmuştur. ilkin, osmanlıların viyana kuşatması sonrasında arkalarında bıraktıkları kahve avrupalının bu içecekle tanışmalarındaki vesilelerden birisidir. ikinci olarak, seyyar satıcı ermeniler fransa'da türk kıyafetleri giyerek kahve satmaya çalışmışlardır. üçüncü olarak da türkler elçilere kahve ikram etmişlerdir. burada zamandizinsel bir,iki bilgi vermek istiyorum: kahve ilkin 1615'te venedik'te, 1643'te paris'te ve 1651'de londra'da arzı endam eylemiştir. braudel'e göre, her uygarlık içinde bulunduğu koşullar elverdiğince yeme içme lüksü ve 'uyarıcılar' temin etme ihtiyacı taşır. 12 ve 13. yüzyıllardaki baharat ve özellikle karabiber çılgınlığı, 16. yüzyıldaki alkol bağımlılığı ve daha sonra gelen çay-kahve müptelalığı işte bu ihtiyacın birer tezahürüdür.

    tam da 'peki ya sigara?' diye sormak üzereyizdir ki, son kısımda iki üç sayfa da 'tütün'den bahseder braudel. burada tütünün çok ilginç bir özelliğini vurgular: bir üretici piyasası olmamasına rağmen -yani arkasını bir uygarlığa yaslayamamıştır tütün halbuki, karabiberin ardında hindistan, çayın ardında çin, kahvenin ardında islam uygarlıkları vardır- amerika'nın "yabanıl" bölgelerinden çıkıp bütün dünyaya yayılması takdire şayandır.

    evet, böylece bir bölümün daha sonuna geldik. nedense(?) "afiyet olsun!" demek geldi içimden. bir sonraki bölümde buluşmak üzere esen kalınız sevgili sözlük kullanıcıları.

    ---------------------------------------------------------------------------------------
    pek yakında!!

    dördüncü bölüm:
    varlık ve darlık: evler, kıyafetler ve usûller (superfluity and sufficiency: houses, clothes and fashion)
  • birinci cildin dördüncü bölümü:
    varlık ve darlık: evler, kıyafetler ve usûller (superfluity and sufficiency: houses, clothes and fashion).

    bir önceki bölümde braudel, varsıllar ile yoksullar arasındaki çizgiyi etten sigaraya değin uzayan geniş bir yiyecek-içecek alanında tespit etmeğe çalışmıştı. bu bölümde ise evler, mobilyalar ve kıyafetler temel meşgalemiz olacak; nihayetinde lüks yaşamı ifşa etmenin en dolaysız araçları da bunlar değil midir? evlerle başlayacağız fakat ondan önce belirtmemiz gereken önemli bir nokta: braudel'in, varsıllar ve yoksullar arasındaki ayrımı çizerken nihai gayesi gündelik yaşamın yapılarının ya çok az hareket ettiğini/değiştiğini, ya da neredeyse hareketsiz olduğunu/hemen hiç değişmediğini göstermektir. bu konuda braudel'in -çılgınca değiştiğini sandığımız- moda* ile iktisat arasında kurduğu koşutluk, meselenin özünü bir cümlede anlatabildiği için alıntılanmaya değer: "moda, iktisatçıların gösterdiği, fiyatların günden güne kimi zaman keskin, kimi zaman yumuşak fakat hep tutarsız gibi görünen hareketlerinin ardında yatan genel eğilimler gibi, ancak çok yavaş dalgalanmalara muktedirdir."

    dünyanın dört bucağındaki evleri inceleyerek başlıyoruz bu bölüme. önce zenginlerin yapı malzemelerine bakıyor braudel, yani taş ve tuğlaya. diyebiliriz ki paris bir taş kenttir, londra ise tercihini tuğladan yana kullanmıştır. 1666 senesinde londra'da çıkan büyük yangında kentin dörtte üçü, yani yaklaşık 12.000 ev, kül olduğunda hızlı bir yeniden yapılanma sürecine girmişti londra; tabi ki geçmişinden dersler alarak, ahşaptan tuğlaya geçiş, büyük ölçüde, bu yangından sonra tamamlanmıştır. paris de, benzer zamanlarda ahşap'tan taş'a geçildiğine tanıklık ediyordu fakat 18.yy'da bile, mesela saône vadisinde, kiremit damlı evler hala daha gönencin timsali; köylü ikametgahlarında ise 1815'te dahi istisnaiydi. tabi, nüfusun çoğunluğu, yani yoksul yığınlar, yapı malzemesi olarak ahşap, toprak ve hatta kumaşla* yetinmek zorunda kalıyordu. kimi zaman yeteri kadar kereste yoksa, ahşap da lüks oluyordu ama hemen her yerde toprak, kil ve saman bulmak her zaman mümkündü ve yoksullar, pireleri uzak tutmak için, evlerini sığır gübresiyle kaplıyordu. gözlerimizi batıdan doğuya çevirdiğimizde, çin'de de, aynı malzelerin, benzer şartlar altında kullanıldığını görebiliyoruz: zengin güneyde taş ve tuğladan yapılırken evler, kuzeyde saman, hatta mısır koçanı bile yapı malzemesi olarak iş görebiliyordu. fakat çin'i benzerlerinden ayıran temel bir fark vardı: -tuğladan olsun, çamurdan olsun- hangi eve bakarsanız bakın, ahşabın çin mimarisinde önemli rol oynamış olduğunu görebiliyordunuz. bütün bunlarla birlikte, zengin ve fakirin her yerde, islam uygarlığı'nda da, paylaştıkları tek bir ortak özellikleri vardı: evlerini toprak zeminin üzerine inşa ediyorlardı. on altıncı yüzyıla, hatta daha sonralara değin yaşayan eskil* geleneklerden birisi bununla ilgilidir: insanlar uzun zamanlar boyunca evlerinin zeminini kışın samanla, yazın ise çiçek ve çeşitli otlarla kaplamışlardır.

    kırsal kesimde evler -bunlara barınak demek daha doğru olurdu aslında-, birbirinin aynı yapı tarzına sahipti: bir mutfak, iki küçük inek ahırı gibi odacık, bir banyo, ve bir de buğday yahut çavdar kurutmağa hasredilmiş bir depo;
    eskil* çağlarda nasıl yapıyorlardı ise ataları, köylüler on beş-on sekizinci yüzyıllar arasında da herhangi bir yenilik getirmemişlerdi kırsal mimariye. sahip oldukları eşya ise bir masa, masaya oturmak üzere bir sıra*, pikten yapılmış* bir kavanoz, bir kazan, bir leğen, bir kova, birkaç fıçı (bazılarını sandalye niyetine kullanırlardı), bir-iki tane tahta yahut kilden yapılmış tabak, bir balta, bir bahçıvan beli* ve lahana dilimlemek üzere kullandıkları bir bıçaktan mürekkepti; eşyaları, işte hepsi hepsi bu kadardı. terk edilmiş yahut çölleşmiş kadim köylerin kazılarından öğrendiğimiz son bir şey daha var, o da, köylerin sürekli devingen olduğu*.

    kentsel kesime baktığımız zaman, aslında ilk söylenmesi gereken, yalnız avrupa'daki evlerin muhafaza edilmiş oldukları; avrupa'nın dışında, sadece hükümdarların ikametgahlarıdır günümüze değin ulaşabilenler.
    avrupa'da da, yoksulların gene iki odalı, bir, en çok iki katlı evlerde alt alta-üst üste oturmuş olduklarını görüyoruz. kara veba * üzerine daha evvel yazdığım bir makalede, travmatik neticelere yol açmış bu yerküresel salgının* bu denli yayılmış olmasının en önemli sebeplerinden birinin, zamanın çarpık kentleşmesi olduğu sonucuna varmıştım. hatta, damların kiremit, kayağantaş*, çatı kaplamaya mahsus ince tahtayla* değil de, saz yahut samanla* örtülmüş olması bile kendi başına bu yerküresel salgının en önemli sebeplerinden birisi olarak çarpmıştı gözüme: samanın üzerinde dolaşan fareler ve farelerin üzerinden insanların üstlerine düşen pireler; sanki herşey, mimari dahi, kara veba'nın en uygun şartlarda, en vurucu etkisini gösterebilmesi için bilinçli şekilde tasarlanmıştı. neyse,, konuyu daha fazla dağıtmayalım. 18. yy.'ın çok önemli bir yeniliğe vesile olduğunu görüyoruz. eskiden evler (aslında bizde de uzun zaman böyleydi ve hatta hala daha böyle olan evler vardır ülkemizde) sadece yeme, uyuma, çocukları büyütme amaçlı kullanılmazdı; alt kat dükkan işlevi görürdü. avrupa'da on sekizinci yüzyılın büyük yeniliklerinden biri budur işte: ev ile işyerinin birbirinden ayrılması. avrupalıların bu uygulamayı çinlilerden öğrenmiş olduklarını söylemeyi unutmayalım. kentin, kırı etkilediğini, onu yeniden dönüştürdüğünü ve yeniden ürettiğini söyleyerek evler bahsini kapatacağız. aslında kentselleşen kır, kentin zenginliğinin tezahüründen başka bir şey değildir: kentlinin çok parası olduğunda, onu götürür kentdışına* yatırır; orada gürültü yoktur, temiz hava vardır-- köpek besler, domates falan yetiştirir, gönencine gönenç katar, stres atar kentli adam..

    biraz da evin iç tarafına bakalım. burada da ilk söyleyeceğimiz, batı'nın gene, öncü olduğudur. aslında çin hariç, avrupa dışında her yer, mobilya açısından yoksuldur. hindistan'da mesela, diğer pek çok yerde de gözlemleyebileceğimiz üzre, masa bile, sandalye bile bulamazsınız. braudel, ispanyol yazar perez de chinchon'dan (1532) bir alıntı yapmış. benim de, insanların ötekileri nasıl değerlendirdiğine ilişkin çarpıcı bir örnek olması itibariyle çok hoşuma gitti, o yüzden bu alıntıyı buraya koymak istiyorum: "biz hristiyanlar, yerden bir miktar yüksekte otururuz; yerde oturmayız, hayvanlar gibi." birazdan, bu ispanyol amca'ya bir gönderme daha yapacak braudel ve onu da alıntılayacağım. fakat daha evvel, braudel'in önemle üzerinde durduğu bu konu hakkında biraz daha konuşmanın faydalı olacağını düşünüyorum. sandalye çin'e muhtemelen ikinci yahut üçüncü yüzyılda ve gene muhtemelen avrupa'dan gelmiştir. çin'in bir ayrıcalığa da (15.-18. yy arası tabi) bundan kaynaklanmıştır; braudel'e göre insanları oturanlar* ve tüneyenler* olarak ikiye ayırmak mümkündür: avrupalılar oturur, diğerleri farklı şekillerde de olsa çömelir; japonların bacaklarını yana uzatarak oturmaları, türklerin ve müslümanların bağdaş kurmaları, yahut hintlilerin bacaklarını altlarına alarak çökmeleri bir avrupalının imkansız değilse bile, yapmasının çok zor olacağı ve kuşkusuz rahatsız bulacakları duruşlardır. çin ise işte bu anlamda dünyanın yegane uygarlığıdır. iki tür mobilya kullanır çinliler: alçak ve yüksek, ve birincisini ev halinde, ikincisini resmi ortamlarda tercih ederler. avrupa'da ise yalnız -islamın uzun zaman etkisi altında kalmış- ispanya'da tüneyen insanlara tesadüf edebilirsiniz. biraz önce verdiğimiz sözü tutyor ve ispanyol amcaya bir daha kulak veriyoruz: "müslümanlar", diyor perez de chinchon, "kadınlar gibi otururlar." ne alakası var, diyeceksiniz; izah edelim efendim. ispanya'da kadınlar on yedinci yüzyıla değin, arap kadınları gibi, minderlerin üzerinde oturmuşlardır, perez bey'in kastettiği budur.

    iki kural tespit edelim diyor braudel, ve bu kısmı, hep bu iki kurala gönderme yaptığımızı unutmadan okuyalım:
    kural 1: yoksul insanların mülkü azdır. (hemen her türlü ihtiyaçları için fıçılardan faydalanmışlardır)
    kural 2: geleneksel uygarlıklar, miras edindikleri ev içi süslemelerine* sadık kalmışlardır.
    kapı ve pencerelere ilişkin birkaç tarihsel bilgi verelim: kapılar, 17. yy.'a kadar ancak bir kişinin geçebileceği genişliktedir. pencereler ise basit tahta kepenklerden ibarettir, kimi zaman ise yağlı kağıt kullanılır; cam, on sekizinci yüzyıla değin kilisenin ayrıcalığı olarak kalmıştır ve bu tarihten sonra da, ancak çok zenginlerin evlerinde büyük camlar kullanılmaya başlanmıştır. camın genel kullanıma ait olmasının -aydınlanma açısından olsun, ısınma açısından olsun- ne kadar önemli bir değişiklik olduğunu söylemesek de olur sanıyorum.

    annales okul mensubu bir başka ünlü fransız tarihçi leroy ladurie'nin söylediği şu söz çok önemlidir: "havanın ne kadar sıcak yahut soğuk olduğuna ısıölçere* bakarak karar vermek bizi yanıltabilir; önemli olan, insanların soğuğu yahut sıcağı nasıl hissettikleridir (ısınma koşulları, giydikleri kıyafetler vs.)" bu meale gelen birtakım laflar ediyordu leroy ladurie, belleğimden yazdığım için söylediklerini kelimesi kelimesine yansıtamamış olabilirim. peki bu adamlar nasıl ısınıyorlardı? aslında, ısınma araçlarından hemen hemen yoksun olduklarını söylememiz gerekiyor; salgın hastalıkların bu denli tesirli olmasının başka bir sebebi de budur. bütün bir türk-islam uygarlığı'nda, saray hariç, tek bir ocak* dahi yoktu. hindistan, iran, balkan ülkeleri, japonya vs.'de de durum farklı değildi: belki bir küçük mangalla* idare etmeğe çalışıyordu bu insanlar. çin ise, en azından zenginleri itibariyle, ayrıcalıklı bir konumdadır: bir nev'i merkezi ısıtma kullanmış olduklarını öğrenmek benim için şaşırtıcı oldu açıkçası. peki avrupa ne durumdadır? ne yazık ki, avrupa'da da durum pek de iç açıcı değildir; çok çarpıcı bir örnek veriyor braudel, 3 şubat 1695 tarihinde prenses palatine şunları yazıyor: "kralın masasında, şarap ve su, bardakların içinde dondu." soğuk, felaketlerin başlıcalarındandır: nehirler donar, değirmenler çalışmaz olur, kurtlar şehre iner ve salgın hastalıklar baş gösterir. avrupa'da kullanılan ısınma vasıtası, odanın ortasında bulunan yuvarlak bir çeşit ocaktır*. böyle bir ocak, yemek pişirmek için makbul fakat, ısınmak için perişan bir araçtır. işler ancak on sekizinci yüzyılda insanların lehine döner; 1720'de bilimsel ilerlemelerin ışığında, ocaklarda işlevsel bazı değişiklikler yapılır; bu, insanların, soba borusunun dumanı nasıl çektiğinin kaidelerinin keşfedilmesi ile gerçekleşebilmiştir. tabi bu arada, yoksulların hala daha eski usûllerle ısınmağa çalışmaya ve dumandan zehirlenerek ölmeye devam ettiğini hatırlatmakta fayda var. son olarak da şunu söyleyelim: bu adamların birkısmı evet, koca koca mobilyalı evlerde lüks içinde yaşıyorlardı fakat aklımızdan şunu hiç çıkarmamalıyız ki, bu yaşam rahat * bir yaşam değildi. yukarıda alıntıladık, krallar dahi soğuktan muzdaripti, doğru düzgün ısınamıyorlardı, yemeklerini hala daha köylü usûlü * pişiriyorlardı, havalandırma derseniz, istihza kabilindeydi. sir john harrington w.c.'yi 1596'da icat etmişti fakat sifonu olmayan bu tuvaletler berbat kokuyordu; lâzımlıklar pencereden sokağa boşaltılıyordu, sokaklar lağıma dönmüştü ve vereceğim tarihe dikkat etmenizi istiyorum; 1788'de, paris akademisi, lağım çukurlarının doğru düzgün boşaltılamaması sorununu gündemine almak zorunda kalmıştı. londra ve paris'te dahi bitten, pireden, böcekten geçilmiyordu.

    gelelim kıyafetlere.. kıyafet tarihini incelemek demek, aynı zamanda diyor braudel, hammadde, üretim süreçleri, manifatura maliyetleri, kültürel durağanlık, akımlar ve toplumsal hiyerarşileri de incelemek demektir. ilk savı şudur braudel'in: toplumlar durağansa, usûller az değişir. çin'de mandarinler yüzyıllarca aynı şekilde giyinmiş, japonlar ulusal giysileri kimonoya sadık kalmışlardır. böyle toplumlar ancak, bütün toplumsal düzeni etkileyecek siyasi karışıklıklar meydana geldiğinde değişikliğe giderler. burada bir soru sorar braudel: "eğer bütün dünya yoksul olsaydı ne olurdu?" ve sorduğu soruyu yanıtladıktan sonra ikinci savını önerir: değişimin itici gücü zenginlerdir. burjuvazinin kıyafetleri gözle görülür şekilde değişirken, halkın kıyafeti yüzyıllarca aynı kalmıştır. tabi, arada sırada, yoksullar da birtakım değişiklerle tanışmışlardır. mesela, 13. yy.'dan itibaren, iç çamaşırı giymeye başlamışlardır. şimdi, avrupa'nın moda çılgınlığına bakalım. moda, pek az insanı ilgilendirse de, muhtemelen yoksullar melûl melûl baktığı için öyle çok gürültü koparıyorlar ki, bir moda çılgınlığından bahsediyoruz. 1700'den evvel, aslında, moda yoktu. bu tarihlerde, bu sözcük yeniden tanımlanmıştır: "moda*, zamana ayak uydurmaktır." hindistan, çin ve islam uygarlıklarında az çok aynı kalan bir kıyafet tarzı görüyoruz: kadınlar bileklerine, erkekler ise dizlerine kadar örtünürler. avrupa'da ise, roma'dan 12.yy.'a kadar avrupa'da da durum, üç aşağı, beş yukarı böyledir. 16.yy'da ise ispanyolların siyah kıyafetlerinin, 17. yy.'da ise fransız tarzının egemen olduğunu görüyoruz. bunu duymak ne kadar şaşırtıcı olur sizin için, bilmiyorum: paris, 17. ve 18. yüzyıllarda da, modanın çekim merkezi idi. "peki moda", diyor braudel, "çoğumuzun düşündüğü gibi, böylesine önemsiz midir? yoksa, dikkatinizi çekmek istediğim daha derin bir görüngüyü* mü (toplumun, iktisadın ve uygarlığın olanakları, erkesi*, talepleri vs.) imler?" aslında, 'geleneklerine karşı durabilenler, geleceğe sahip olurlar' demeye getiriyor. modanın, aslında, başka bir anlamı daha var braudel'e göre: seçkinlerin, kendilerini yığınlardan ayırma arzusudur, moda; -seçkinler yaldızlı kıyafetler icat etmek zorundadır- maliyeti ne olursa olsun, kendilerini takip eden yığınlardan ayrılmak üzere konulmuş bariyerlerdir moda, ayrıcalıklı konumlarını muhafaza edebilecekleri yegane alan. moda, ayrıca, yeni neslin bir önceki nesli reddetme vasıtalarından biridir, tabii ki kuşak çatışması olan toplumlarda.

    dokuma* ve kumaşın* tarihi, aynı zamanda üretim ve mübadelenin de tarihidir. avrupa yün, pamuk ve ipekten yoksundur, çin pamuktan. kara afrika, atlantik okyanusu yahut hint denizinde yabancı kumaşı altın yahut köle karşılığı alır. burada, bir alıntı daha yapmama müsaade edin, alıntı yapacağım kitap osmalıda bir köle adıyla, kitap yayınevi'nden çıkmış: "..böylece vahşiler verdikleri malınkarşılığında eski, paralanmış bir palto yahut pantalon, hatta sadece bir gemici başlığı bile aldıklarında, onu kapıp sevinçle dağlara doğru koşuorlardı....o halkın dilini bilen efendim aracılığıyla kralın oğluna ipekli uzun bir giysi armağan etti...kralın oğlu, kumandana minnetkarlıklarını belirtmek için, beraberlerinde getirdikleri iki zenci kızı ona armağan etmek istediklerini açıkladılar..." nasıl? 1585-1588 yılları arasında yazılmış olan bu anılar, tam da braudel'in dediklerini doğrular nitelikte, değil mi?

    aslında moda, genel anlamda, uzun vadeli değişimler demektir, ve yalnız giyim değildir; yemek yeme alışkanlıkları (yemek saat kaçta yenecek vs.), insanların takdim ve tebrikleri (şapka mı çıkaracaksınız, elinizi mi uzatacaksınız vs.), vücut, yüz bakımı, saçlar vs. vs. hepsi modaya dahildir. vücut bakımı demişken,, daha önce ısınma olanaklarından bahsettik bu insanların fakat yıkanma alışkanlıklarına bakmadık, şimdi dilerseniz biraz da buna bakalım ve daha sonra bu bölümü de nihayetlendirelim. köylülerin, hemen hiç yıkanmadıklarını ve inanılmaz pis olduklarını söylesem, çok da şaşırmayacaksınız artık sanıyorum. tabi, bu bir anlamda da faydalarınaydı çünkü bu vesileyle, soylulardan ve mültezimden* korunmak için kirliliklerinin ardına saklanıyorlardı. fakat avrupa'nın seçkinleri sanki çok mu temizdi? tabi ki hayır. iç çamaşırlarını hemen hiç değiştirmezlerdi. çok az insanın özel banyosu vardı. aslında bu bakımdan, 15.-18. yüzyıllar arasında insanlığın gerileme sürecine girdiği iddia edilebilir. çünkü eskiden sıkça kullanılan umumi banyolar, birtakım gerekçelerle (sağlık, ahlak vs.) artık, kullanılmaz olmuştu. senede yalnız iki defa, o da yazın yıkanıyorladı. aslında, kimse yıkanmıyordu dersek yeridir. güzel lady mary montagu, (1800'den daha geç bir tarihte) ellerinin temizliğine ilişkin tereddütlü sataşmalara yanıt olarak: "eğer onlara kirli diyorsanız, bir de ayaklarımı görmelisiniz!" diyordu. sabun hemen hiç kullanılmıyordu. hatta bu dönemde çocuk ölümlerinin bu denli yüksek olmasının başlıca sebeplerinden biridir sabun kıtlığı. braudel, buradan sonra uzun uzun saç, bıyık, sakal modalarından falan da bahsediyor. bana çok gülünç geldiği için, tek bir cümle söylemek istiyorum bu hususta: bu tarihlerde genç kızlar öyle kabartırlarmış ki saçlarını, güzellerin gözleri vücutlarının neredeyse orta yerinde kalırmış, diyor braudel.

    evet, böylece bu bölümün de sonuna geldik. gelecek bölümde buluşmak üzere muhabbetle kalınız sevgili sözlük kullanıcıları..
    ----------------------------------------------------
    pek yakında!
    beşinci bölüm:
    teknolojinin yayılması: enerji kaynakları, metalurji (the spread of technology: sources of energy, metallurgy)
hesabın var mı? giriş yap