• akdeniz: mekan ve tarih.
    fernand braudel'in, dostları filippo coarelli ve maurice aymard'la beraber giriştiği 'bütüncül tarih denemesi'dir. kitap, braudel'in kaleme aldığı dört, coarelli ve aymard'ın birer makalesinden mürekkeptir. şimdi bu makalelerin herbirine kısaca bakalım.

    toprak (f. braudel)
    akdeniz herşeyden evvel, yer kabuğunun basit, sınırlı bir parçasıdır. fakat onu yeryüzünün herhangi diğer bir bölgesinden ayıran bir özelliği vardır: eski dünya'nın merkezidir akdeniz. otranto boğazı'ndan başlayıp sicilya ve malta üzerinden cerbe'ye ulaşırsanız, bu kavramların tanımlandığı tam ve klasik anlamıyla doğu ve batı'yı birbirinden ayıran hattı tespit etmiş olursunuz.
    "için için kaynayan bir yerbilimsel yapıdır" akdeniz. depremler ve yanardağlar, akdeniz insanının kaderini tayin etmede hep öncü rol oynamışlardır. kuzeyinde zeytin ağaçlarının süslediği dağlar, güneyinde palmiyelerin gölgesine sığınan çöller bulunur. iklimi, yaşam tarzlarına ve manzaralarına benzer nitelik kazandırır; yazın hoyratça egemenlik süren çöl, kışa doğru okyanus işe karışınca kabuğuna çekilir.
    geleneksel toplumları akdeniz'in, 'dağlıları'dır. braudel'in bir batılı olarak 'bizim' dediği akdeniz yaylacı; 'öteki' dediği akdeniz göçebedir.
    zeytin, buğday ve üzüm.. işte akdeniz'in yegane yerlileri. sakın ha karışmasın aklınız; portakal, limon, mandalina araplar vasıtasıyla uzak doğu'dan getirilmiştir akdeniz'e; okaliptus avustralya'dan, kaktüs amerika'dan gelmiştir. servileri akdeniz'in, acemdir. yalnız bu kadar mı? domates peru'nun çocuğudur, biber guayana'nın, mısır meksika'nın. akdeniz, insanlar gibi bitkileri de 'akdenizlileştirmiştir'.

    deniz (f. braudel)
    "deniz. onu bir eski çağ adamının gözü ile canlandırmaya, görmeye çalışmalıyız: bir sınır, ufka kadar uzanan bir engel, insanın her anını tutsak eden, gözünün önünden gitmeyen, olağanüstü, gizemli bir sonsuzluk.", diyor braudel. tarihteki akdeniz başlı başına bir gezegendir, bir evren. onu, yürekli denizci atalarımız küçültmüştür, tabi bir de gözlerini para hırsı bürümüş ticaret ehilleri.
    akdeniz'de balık çeşidi boldur, balık bol değildir. deniz mahsullerinin temel besin maddelerinden birisi olması için avrupa'nın morina balıkçılığı'nı keşfetmesi gerekecektir; akdeniz halkının sofrasında baş köşeyi tutan, kuzeyden ithal edilmiş morina balığıdır. akdeniz’in gururu olma şerefi ise gelenekselleşen tek deniz sanayiinin müsebbibi ‘orkinos’a aittir; o koca balıklar “vinçlerle çıkarılıp sığırlar gibi çengellere asılır.”
    deniz aynı zamanda ulaşımın da bağlamıdır. uzun zaman kıyı boyunca gitti geldi gemiler, ne zaman ki alışveriş ihtiyacı sınırları zorlamış, ancak öyle açılmıştır denizciler bilinmeyene. braudel, ulysses’e gönderme yapıyor, ithaka’ya ulaşınca kendini giritli bir satıcı olarak tanıtan ulysses’e, ben de yurttaşım (cosmopolist olması itibariyle; diogenes gibi, shakespeare gibi, hölderlin gibi, puşkin gibi....) -yunan şiirinin büyük ustası- kavafis’e gönderme yapayım:
    “ithaka’ya doğru yola çıktığın zaman,
    dile ki uzun sürsün yolun.
    nice yaz sabahları olsun,
    eşsiz bir sevinç ve mutluluk içinde
    önceden hiç görmediğin limanlara girdiğin!”
    madem deniz yolculuğundan bunca bahsettik, denizlerin atı, devesi gemiler için de bir cümlelik bir bilgi verelim, ilginç bir bilgi: “roma çağında, bugün bize garip gelen bir yol izlenirdi: önce borda kaplamaları yerleştirilir, sonra da içine postalar oturtulurdu; yani önce teknenin derisi gerilir, sonra içine iskeleti yerleştirilirdi.”

    yoruldum, şimdilik bu kadar. yakın bir zamanda diğer makaleleri de beraber okuruz sevgili sözlük kullanıcıları,,
    (bkz: fernand braudel)
    (bkz: annales)
  • kitabı okumaya üçüncü makaleden devam edelim:

    şafak (f. braudel)
    bu makalede neolitik devrimle (yani tarımın keşfiyle) tarih sahnesinde belirmeye başlayan ilk uygarlıkları anlatıyor braudel. bu bölüme daha ‘latif’ bir başlık konamazdı; on binlerce yıl karanlıkta kalan insansoyunun geleceğe ulaştırdığı ilk ışıklar bu tarihlerde belirir. kabul buyurursanız, çok güzel bir kitaba gönderme yapmak istiyorum burada (bkz: the prehistory of the mind). şimdi kitabımıza dönelim.

    ilk uygarlıklar, bereketli hilal nam yörede zuhur etmişlerdir: zagros’un batı vadi ve yamaçları, türk mezopotamyası’nın dağlık kesimi ve anadolu yaylasının güneyi. tarım demek uygarlık demektir; yani yerleşiklik (kentler) ve ticaret. uygarlığın kökü yukarıdadır, dalları aşağıda: “koyunun, keçinin, büyükbaş hayvanların ve domuzun, bir de yabani buğdaygillerin doğal yerleşim yeri 600-900 m. yüksekliğinde olan dağlardır; uygarlığın esas birikim yeri ise mısır ve aşağı mezopotamya, yani ova.” denizden uzakta serpilip büyümeye başlayan uygarlık, görece kısa sayılabilecek bir zaman sonra, yani yaklaşık m.ö. ikinci binyılın başlarında nihayet denize ulaşacak ve tarihin ilk denizcilerini de yetiştirmiş olacaktır: lübnan kıyılarında fenikelilerin atalarını; ege adalarında yunanlılar’ın atalarını; akdeniz’i ilk yaratanlardır onlar. böylece akdeniz, doğu kıyılarında ilk bütünlüğünü tesis etmiştir. denizin üzerinde taşınan mallar değildir yalnızca, kültürler, inançlar ve dillerdir de aynı zamanda.

    fakat tarih, m.ö. önce on ikinci yüzyılda, yaklaşık beş yüzyıl kadar sürecek bir zaman zarfı boyunca, saklanır bizlerden; neler olup bittiğini bilemiyoruz ama bu felaketler silsilesiyle doğu akdeniz, braudel’in deyişiyle “m.ö. on ikinci yüzyılda tarihin sıfır noktasına dönmüştür!” bu karanlık ise iki devrime gebedir: demirin işlenmesi ve alfabeli yazının ortaya icadı.

    bundan sonra fenike’nin altın çağı başlayacaktır; hani biraz zorlasak, tarihin ilk kapitalistlerinin demekte bile beis görmeyeceğiz: fenikeliler, kendilerinin üretmedikleri malları başka ülkelerden temin eder (bu uğurda açık denizde yelken açmayı dahi göze alacaklardır) ve kendilerininmiş gibi her yerde satarlardı. fenike’nin yıldızı söndüğünde ise akdeniz’in başka bir yıldızı parlamaya başlar: kartaca. fakat her ölümlü gibi, kartaca da i.ö. 146 yılında mağrur, tarihteki yerini almak zorunda kalmıştır. bu yıldızlar geçidinde şimdi ise karşımızda, kartaca’yı baştan başa yakan, taş üstünde taş kalmayacak şekilde yıkan meşhur roma vardır, yani bir sonraki bölümün kahramanı.
  • roma (f. coarelli)
    bu makaleyi sevmedim hiç, o yüzden üzerinde durmayacağım. roma'nın müstesna konumunun müsebbibi olarak gördüğü üç tarihsel olay veçhesinde üç temel soru sormuştur coarelli:
    neden yunan sömürgeleşmesi?
    neden italya?
    neden etrüskler'in üstünlüğü?
    ve bunları yanıtlamaya çalışmıştır. bu makale hakkında daha fazla konuşmak istemiyorum zira, söylediğim gibi, sevmedim bu makaleyi. fakat bir sonraki makale çok güzel ve önemli; döktürmüş gene braudel amca. okuyalım bakalım:

    tarih (f. braudel)
    "üç maddi uygarlık bulunur akdeniz dünyasında", diyor braudel, birbirinden ayrı üç uygarlık; sınırlarını devletlerin tespit etmeğe gayret ettiği tahditten azade, ait oldukları coğrafyaya sımsıkı bağlı ve yazgıları asla birleşmeyecek üç düşman kardeş:
    ilki batı, yani isevilik (katolik) -bir diğer ifadeyle romalılık; merkezi dün de roma olmuş olan, bugün de roma olan, yarın da roma olacak olan..
    ikincisi islam alemidir, braudel'in ifadesiyle "karşı-batı" hatta "karşı-akdeniz". merkezi mekkedir.
    üçüncüsü biraz daha kendi halindedir, biraz daha silik; yunan'ın uzantısı ortodoks dünya. tam da bu "yin ve yang"ın ortasındadır: balkanlar ve o koca ortodoks rusya. hmm, burada merkez tespit etmekte güçlük çekeriz: istanbul* desek olmaz; moskova* desek olmaz..

    braudel'in temel iki savı var:
    1-) uygarlıklar, uzun süreli gerçekliklerdir; ya hareketsizdirler, ya da çok az hareket ederler: batı isa peygamberle, islam muhammed peygamberle doğmadı; daha evvel de vardılar.
    2-) uygarlıklar ait oldukları coğrafyaya sımsıkı bağlıdırlar. pek çok örnekten birini anlatmamız yeterlidir: "iskender'in i.ö. 334-329 yıllarında yakın doğu'yu fethetmesinden muhammed'in zaferine değin geçen bin yıl sonunda herşeyin birden altüst olduğunu, temelden çöktüğünü görürüz-- yunan dili ve düşüncesi, herşey toz duman olmuştur; bu bin yıllık tarih sanki bölgede hiç yaşanmamış gibidir."

    fakat tarih, uygarlıktan ibaret değildir.
    siyaset vardır önce-- roma, doğu'nun kültürüne karşı zaaf göstermiş olsa da, akdeniz'deki üstünlüğünü siyasetle tesis etmiştir; siyaseti, akdeniz'e boyun eğdirmiştir.
    sonra iktisat-- braudel, "bir denge öğesi olan iktisadi hareketi yok eden toplum bir hiç derecesine iner, devletler de cansız varlıklar durumuna düşer" diyor; benim aklıma yunan bilgenin sözü geliyor: "para insanın kanı, canıdır; parası olmayan, canlılar arasında ölü gibi dolaşır" (money is the blood and soul of men and he who has none wanders dead among the living).

    makalenin bu kısmından itibaren, akdeniz'in on beşinci yüzyıldan sonraki iktisadi tarihini okuyoruz ki bu, akdeniz'in, üstünlüğünü amerika'nın ve ümit burnu'nun keşfiyle atlas okyanusu'na kaptırmasının tarihinden başka birşey değildir.

    eveet, son bir makale kaldı: maurice aymard'ın yazdığı "mekanlar". onu da başka bir gün okuruz sevgili sözlük kullanıcıları.
  • kitabımızın son makalesine geldik.

    mekanlar (m. aymard)
    diyebiliriz ki braudel'in en önemli katkısı, insanların mekan ve zaman bilincini ve tasavvurunu değiştirmeye yönelik çabalarında belirir. mekan, -wittgenstein'a atıfta bulunarak diyebilim ki- insanların eylemlerinin anlamını belirleyen bağlamdır. bundan önceki makalelerde (toprak ve deniz) insanların doğal çevresini anlatan braudel, insanların yarattığı mekanların, yani kentlerin, anlatımını maurice aymard'a bırakmıştır. makaleyi okuduğumuzda, bizim de, aslında farkında olsak da olmasak da ne kadar akdenizli olduğumuzu anlıyoruz. fakat belki de daha önemlisini; düşman bildiğimize** yahut hiç bilmediğimize**, kardeşimize benzediğimiz gibi benzediğimizi..

    ilk söyleyeceğimiz, maurice aymard'ın kentleri anlatırken, braudel'in "zaman" tasavvuruna bağlı kalmış olduğudur. maddi uygarlık, kendisini çevreleyen doğa'nın yıkıcı hırçınlığına ve dengesizliğine rağmen ya neredeyse hareketsiz kalmış, ya da çok az değişmiştir; insanlar evlerini, caddelerini, meydanlarını yüzyıllarca aynı biçimde yapılandırmışlardır. eskil yunan'da gördüğümüz kent tasarımına, ondan sonra gelen roma'da da ve hatta rönesans ve barok çağları'nda da rastlarız; caddeleri birbirini dik açıyla kesen, yerine oturmuş kentin "düzgün" tasarımı doğanın düzensizliğe bir başkaldırı gibidir. zaten aymard'ın önerdiği savlardan birisi, kentlerin kırsal kesimden doğmadığı, aksine, kırsal kesimin kentten doğduğudur; kentlerin etrafını saran verimli, bakımlı tarlalar yaşamlarını kente borçludur.

    aymard, suyun kullanımına ait iki geleneğin, iki farklı zihniyet küresinin müsebbibi olduğunu savlıyor. buna göre, mülküyet hakkına sahip olan, kullanım hakkını ancak belirli koşullarda bir diğerine verir; aristokrasi'nin kökenlerini, bir de, burada aramak gerekir. peki ya suyun hem kullanım, hem de mülkiyet hakkı aynı anda herkesinse? işte size daha eşitlikçi toplumlar; onlar bentlerin, su kanallarının bakımı beraberce yapar, doğan anlaşmazlıkları herkesin eşit söz hakkına sahip olduğu yönetim kurullarında çözerler. fakat bu kimseyi yanıltmasın; eşitlikçi de olsa, aristokratik de olsa akdenizli keyif adamıdır, sevmez çalışmayı; ya köle çalıştırır, ya da köle gibi çalıştırır. aymard'ın, rocco scotellaro'nun konuştuğu manda çobanının ağzından derlediği sözleri çözümlemesi, makalenin geri kalanını anlamamızda yardımcı olacağı için bu kısmı aynen alıntılıyorum:

    " <ben burada böyle mandaları güderken gezip dolaşan insanları düşünürüm.. barda oturup portakal suyu, kahve ya da başka şey içenleri.. her akşam sinemaya gidenleri..benim de ne isteklerim var, artık toprak bellememek, ölesiye yorulmamak, manda gütmemek, saat yedide işe başlayıp beşte paydos etmek, sonra da özgür olmak.. akşamları kentte olmak isterdim; insan orada, parası olmasa da sağa sola bakar, bir şeyler öğrenir.>

    basit maddi istekler değil, bir sürü simgesel düş bunlar. bir ev sahibi olmak: bağımsızlık. bir bahçe: insanın kendi için çalışması; özerklik. ücretini para olarak almak, sığırtmaç gibi mal olarak değil: para harcayabilmek, belki de gerekli şeylerden önce gereksizleri satın almak. 'bilgilenmek': bir köylü, bir cafone olarak kalmamak. ve özellikle insanlar arasında yaşamak, hayvanlar arasında değil: insan olmanın ve kendini hissetmenin tek yolu bu."

    bu alıntıyı açıkçası biraz da, çeviren necati erkurtun ne kadar başarılı bir iş çıkarmış olduğuna örnek teşkil etmesi için aldım, neyse. evet efendim. evleri anlatıyor aymard, simgesel ve maddi anlamlarıyla. yukarıda 'bağımsızlık' demek ev, demişti. bunu en çok da romanyalı dinler tarihçisi, büyük düşünür mircea eliade’nin terimcesiyle anlamalıyız sanıyorum: dinsel alandır ev; eşiği dünyevi* olandan, kutsal olana geçişi sağladığı için anlam yüklüdür, ve adağınızı, bu yüzden, kurban ettiğiniz yerdir. ve ancak bazı insanların bu eşiği geçmesine müsaade edilir; ev "mahrem"dir, ve egemenliği mahrem kadına teslim edilmiştir. erkeğin, belki de en çok bu yüzden, evde geçireceği zaman sınırlıdır hatta, evde haddinden fazla kalması hoş karşılanmaz. işi gücü yoksa dahi dışarıda arz-ı endam eylemeli, erkekliğini dışavurmalıdır. kadın ise, mümkün mertebe evinde durmalı, iffetini bu kutsal alanda muhafaza etmelidir. "kadının iffetine bu ölçüde değer verilmesi, coğrafi sınırlarıyla şerefinin sınırları birbirine karışan evin kutsal ve gizemli niteliğini pekiştirir. ..... akdeniz'de şeref, toplumun bütünü için aynı değeri taşır; hem zenginler, hem yoksullar için, hatta zenginlerden çok yoksullar için: hiçbir şeye sahip olmayanların elinde kalan tek değerdir bu." aymard, ev bahsinde biraz da, çağımızın büyük toplumbilimcisi müteveffa bourdieu’nun kabiliye berberilerinin evleri üzerine yapmış olduğu çalışmasından istifade ediyor. vurgulamak istediğim en çarpıcı nokta, berberilerin, evin yüzeylerinin birincisine "erkek mala ile sıvanmış", ikincisine "kadın eliyle beyaz badana edilmiş ve süslenmiş" adı vermiş oldukları. bu hususta dikkat çekmek istediğim son nokta ise şu: braudel'e getirilmiş en önemli eleştirilerden biri, onun 'zihniyet' ve 'kültür' tarihçiliğine yeterince önem vermemesi olmuştur: şeref, haya, namus vb. kavramlara rastlayamazsınız braudel'in metinlerinde. aymard'ın bu makalesi, braudel'in bu açığını kapatması itibariyle bir kat daha önem kazanıyor. karşılaştırma için lütfen (bkz: ev/@zifir).

    karışık, kalabalık sokaklar evin uzantısı, neredeyse dış avlusu gibidir akdeniz'de; bu itibarla özel alanın kamusal alana karıştırdığı yerdir. kamusal alanın en yetkin örneği ise, kent tasarımının merkezi meydanlardır. hemen her meşrepten insanın toplandığı yerdir fakat "kent büyüdükçe, meydan küçülür." her mahallenin kendi meydanı olur, insanlar vakitlerini burada geçirir; gezinirler, sohbet ederler, kağıt oynarlar, birer kadeh içki içerler, önemli kararlar alırlar. fakat belki de meydanların en işe yarar yanı coşkulu kutlamalara sahne olmasıdır.. burada da, kentlere ilişkin en hoş çalışmalardan birisine daha gönderme yapmak istiyorum. mehmet ali kılıçbay beyefendi, annales okuldan azıcık olsun nasiplenmişse, işte bu çalışma onun en güzel örneğidir
    (bkz: şehirler ve kentler).

    kitabımız burada bitiyor. kitabı beraberce okuyalım istedim. biraz da, braudel'in hatta annales okulun yöntemini tanıtmak istedim. benzer bir çalışma için
    (bkz: civilization and capitalism 15th 18th century).
    ayrıca, birinci nesil annales okulu mensuplarına ilişkin kısa bir historiografi için
    (bkz: annales/@zifir).
hesabın var mı? giriş yap