• alberto moravia'nin ilk kez 1954'te yayimlanan sahsen cok basarili buldugum romani. moravia kitapta senarist molteni'nin karisiyla iliskisinin toptan bir yikima donusmesini anlatir. moravia'nin son derece analitik anlatimi yoluyla molteninin girdigi halleri gormek okuyucu olarak bana aci vermistir. keza molteni tam bir cikmazdadir. ne yapacagini bilmeden tutunacak, aklini fikrini rayina tekrar oturtacak gercekleri arar durur. girdigi cikmazin temelinde karisi emilia'nin onu eskisi kadar cok sevmedigine dair duyugu inanc yatar. molteni ne bu soguklugun nedenini, ne de iliskilerini eski haline getirmek icin yapmasi gerekeni bulabilmektedir. sonuc olarak molteni neredeyse takintili bicimde karisini sorgulamaya baslar. sordugu soru basittir. artik emilia onu sevmiyor mudur. sevmiyorsa bunu haketmek icin ne yapmistir. emilia molteni'nin bitmek tukenmek bilmeyen sorgulamalarindan oldukca yilmakta ancak kanimca gayet sadist bir sekilde sorularina acik cevaplar vermekten kacmaktadir. olaylar gelisir. molteninin takintisi isine de yansir ve giderek daha fazlaca kendini sorgulamaya baslar. zamanla kari kocanin iliskileri gittikce kotulesir. kurdugu baski sonucu molteni emilia'dan once onu sevmedigi, daha sonra da ondan nefret ettiginin ilanini cikarmayi basarir.

    il disprezzo'nun basarisi temelde basit gorunen bir durumu analiz ederken baymayip okuyucuyu icine cekebilmesinde yatar. insanlar genelde arkadaslarinin, eslerin dostlarin bu konuda dert yanmalarini, ic dokmelerini dinlemeye bes dakika tahammul edemezken moravia molteni'nin sayfalarca suren ve sonu az cok belli olan cikmazini bagimlilik yaratacak sekilde anlatir. molteninin karisina bagliligi, karisinin bu bagliliga ve genel olarak molteniye karsi duydugu umursamazlik buyuk canlilikla kurgulanmistir.

    kafami kurcalayan (ve molteniye empati duymami saglayan) ise kitabin sonlarinda molteninin vardigi nihayet olmustur. molteni, emilia'nin artik onu sevmemesini kendisinin mantiga dayali, modern insan gibi kocalik yapmasina baglar. keza emilia aralari iyice kotulestiginde molteniye bir "erkek" gibi davranmamasi yuzunden ondan nefret ettigini aciklar. cikilan bir yemekten donuste molteninin patronu olan battista emilianin onun arabasiyla donmesi icin israr eder. emilia bu duruma karsi isteksizligini belirtir ama molteniden bekledigi sahiplenmeyi ve korumayi bulamaz. molteni belkide salakca bir mantiga gore bir araba yolculugunun birsey degistirmeyecegini dusunerek battistanin israrina itiraz etmez. budur emilia'nin erkekce bulmadigi. tamamdir iyidir hostur, emilia kocasinin ona ne pahasina olursa olsun sahip cikmasini bekleyebilir. ancak molteni'nin karisinin sevgisinin kaybolmasina verdigi tepki ve onu kaybetmenin kafasinda yarattigi korku hic mi "erkek"lik degildir? kisacasi emilia'nin kafasindaki erkeklik nereye kadardir? etrafta emilia'nin erkeklik fikrini paylasan erkek ve kadinlarin cogunlukta oldugu bence goz ardi edilemez.
  • godard in le mepris si bu romandan uyarlanmistir.
  • alberto moravia nın, 60'lı yılların avrupa'sında bazı degerleri irdeledigi bir yapıt. roman 1963 yılında jean-luc godard tarafından filme alınmışıtır. başrollerinde brigitte bardot ve michel piccoli rol almıştır.
  • italyan yazar alberto moravia'nın dilimize küçümseme olarak çevrilen romanıdır.

    --- spoiler ---

    molteni, sanatçı ruhlu, entelektüel donanımlı bir yazardır ve emilia adında çok güzel, ancak kendine göre geleneksel kalan kezbanvari bir hatunla evlidir. molteni karısına oldum olası aşıktır; bu nedenledir ki ona daha konforlu bir yaşam sunabilmek adına, tam olarak yapmak istediği ancak ticari getirisi pek az olan işler (tiyatro yazmak) yerine, senaristlik gibi para kazandıran hiç sevmediği işleri yapmak zorunda kalır. molteni zaman içinde bir şekilde, karısının giderek kendisine soğuk davranmaya başladığını gözlemler ve bunu emilia ile açıkca ve defalarca konuşmaya, sebebini öğrenmeye çalışır.

    kitap, kabaca bu tema üzerinden yürümektedir. yazar, uygar ve geleneksel bakış açıları bazında aralarında belirgin farklılıklar bulunan kadın-erkek birlikteliğini, evlilik özelinde derinlemesine didiklemiş, bu ayrışmanın kökenlerini homeros'un odysseia'sına kadar dayandırmıştır. nitekim odysseus da penelope tarafından küçümsendiği için evine yıllarca savaşlardan dönmek istememiştir. ilgiyle okunabilecek, özellikle bir erkeğin evliliğine ve işine dair yaşadığı çatışmaların iç dünyasındaki yansımalarını anlatan sevimli bir romandır. aşağıdaki altı çizilesi cümleler ise, internet mirası değil, alın teri el emeğidir:

    -ben düşüncelerimi, zevklerimi, hırslarımı paylaşan ve anlayan bir kadınla evlenmemiştim; güzelliği yüzünden eğitimi olmayan, basit bir daktilo kızı almıştım nikahıma; ait olduğu sınıfın bütün ihtiraslarına sahip olduğunu biliyordum. ilk tanımdaki gibi biriyle evlenseydim, yoksul ve dağınık bir hayatın rahatsızlıklarına göğüs gerebilir, mutlaka kazanacağın teatral başarılarımın beklentisini kiralık bir odada ya da bir stüdyoda yaşayabilirdim; ama ikinci tanımdaki kadına hayallerinin evini vermek zorundaydım.

    -zihin, çok derin bir düşünceye kapıldığında insan elindeki bir eşyayı, bir kitabı, bir fırçayı, bir ayakkabıyı olmadık bir yere bırakır ve sonra aklı başına geldiğinde saatlerce boş yere arar durur; nihayet onu akla gelmeyecek, adete ulaşmak için fiziksel bir çaba gerektiren bir yerde bulur: ya bir dolabın tepesinde, ya unutulmuş bir köşede, ya da bir çekmecenin içinde. işte benim o ana kadar aşk konusunda yaşadığım böyle bir şeydi. her şey hızlı, esrik, büyülü bir dalgınlık içinde olup bitmişti…

    -kendimi sakin hissediyordum ama bu duygusuz ve durgun bir sükûnetti: belirsiz bir rahatsızlık huzursuzluk yaratır, çünkü son ana dek bunun doğru olmadığı umulur ama kesin bir rahatsızlık bir süre için kasvetli bir huzur verir.

    -fark ettim ki, insan ne kadar derin bir kuşkuya kapılırsa, zihnin yapay pırıltısına o kadar sıkı sıkıya tutunuyormuş; böylece duygunun bulanıklaştırdığını ve karanlık kıldığını akılla aydınlatmayı amaçlıyormuş.

    -insan en tatsız şeyleri hayal edebilir ve hayalinde bunların kesinlikle doğru olduğunu kabul eder. ama bu varsayımların, daha doğrusu bu gerçeklerin onaylanması sanki hiçbir şey hayal edilmemiş gibi her zaman beklenmedik, üstelik acılı bir biçimde yaşanır.

    -canımı en çok yakan, şimdi sadece sevilmemekle kalmadığım, aynı zamanda küçümsendiğim gerçeğiyle de yüz yüze gelmemdi; ama en hafifinden bile olsa herhangi bir gerekçe bulamadığımdan bu küçümseme karşısında şiddetli bir haksızlık duygusuna kapılmışken bir yandan da aslında bir haksızlığın söz konusu olmamasından, bu küçümsemenin son derece yerinde olmasından ve başkaları bunu çok iyi görürken, benim farkına varamamış olmamdan korkuyordum.

    -terk ediliş havada, nesnelerin görünümünde, her yerdeydi ve tuhaf bir biçimde bu duygu benden eşyalara doğru yayılmıyor, tam tersine eşyalardan bana doğru geliyordu.

    “darılma bana odysseus, insanların en akıllısı
    ne yapalım ki, tanrılar dertlere boğdu bizi:
    çok gördüler bize yan yana yaşamamızı
    gençliğin tadını çıkartıp ihtiyarlığın eşiğine varmamızı.” odysseia-homeros

    -istasyonda tren bileti almak için gişenin önünde kuyruğa girdiğiniz gibi, hayatta da sıraya girmelisiniz… sabreder ve girdiğiniz kuyruğu değiştirmezseniz sıranız gelir… hep sıra gelir ve gişedeki memur herkese biletini verir… tabii ki herkese layık olduğu bileti verir… uzağa gitmek zorunda olan ve gidebilecek olana avustralya bileti bile verilir… soluğu yetmeyene de daha kısa bir yol için bilet verilir… mesela capri’ye kadar.

    -uygar insanlar, onur sorunu diye tanınan sorunların önemini çok çabuk unutur. penelope uygar değil, geleneksel bir kadındır… mantığı anlamaz, tek anladığı şey sezgidir, kandır, gururdur… uygarlık, uygar olmayan insanlara yolsuzluk, ahlaksızlık, ilkesizlik, umursamazlık olarak görünür. sözgelişi, kesinlikle uygar olmayan hitler’i uygarlığa doğru hareket edermiş gösteren budur… o da onurdan çok söz ederdi… ama bugün hitler’in kim olduğunu ve onun sözünü ettiği onurun ne olduğunu çok iyi biliyoruz.

    ---spoiler ---
  • hayal gücüne bağlılığı daima rahatlatıcı ve hatta mantıklı bulmuşumdur; acı ya da tatlı, sonlara hazırlıklı olmamayı ya da güne hava durumuna bakmadan başlamayı da. aslında basittir, mantık, eğilip bükülmek için aşkın karşısında gönüllü diz çöker, bir ifadede.

    ucuz aşk romanlarına çekilen sıcacık bir nanik. bunu yazmış olmayı isterdim, yaşamayı bile.
  • moravia bu romanında, emilia diye acaba elsa'dan mı, yoksa dacia'dan mı bahsediyor? bilemiyorum.

    elbette romanda biyografik temel var mı? onu da bildiğim yok. zihinsel format işte, illa biyografik temel örgü vs arama alışkanlığı var.

    ne elsa, ne dacia, sosyal statüleri, edebiyat alemindeki yerleri itibariyle ikisi de olmaması lazım. her ikisi de hiç öyle küçümseme konusu olabilecek gibi görünmüyor

    moravia ile ayrıldıkları sene itibariyle bakınca, herhalde elsa olur diyeceğim, ama bir üstteki cümle gayet net tabii.

    dacia genç güzel gösterişli bir kadın olmuş olabilir, çin seyahatine beraber çıkmışlardı,

    ama

    o da yine öyle bir köylü kızı filan değil yani.

    emilia herhalde kurgusal bir karakter deyip geçeyim. elbette daha farklı bir kikaye de olabilir, neticede erkek milleti işte, ayrıca moravia zaten malumunuz
hesabın var mı? giriş yap