• ideolojilerin sonu denilen öngörü ya da durum tespit işlemi daniel bell tarafından ortaya atılmıştır: artık marksizm, faşizm, ve birçok izm ölmüştür, geriye fetişizm ve liberalizm kalmıştır.
  • hicbir zaman turkiyenin sosyal yapisina uymamis, uyamamis hicbir zaman basarili olamamis bir halta yaramamis ideolojileri hala kokune kadar savunanlarin kabul etmesi gereken gercek.. aslolanin ideoloji doktrininin degil toplumun yapisi oldugu esasini hatirlatmali bunyelere..
  • hamburger, pizza ve lahmacunun buluştuğu lokantadır. rakı da viski de var bu lokantada, evet... şarap da, evet evet... birlikte dünyayı kurtarıyorlar.
  • nostaljizm'in dogacagi andir, lakin insanlar dusundukce vardir. evet descartes, en dogru laflari en eski adamlar etmistir.
  • ideolojilerin sonunun geldiği, ideoloji teriminin manasını zerre kavramamış geniş bir kitle tarafından hunharca savunulan bir argümandır. savunulara dikkat edildiğinde ideoloji terimi ile aslında "insanların belirli siyasal doktrinlerin olası en statik yorumlarını kalıp halinde kabul etmeleri ve savunmaları, yaymaya çalışmaları" gibi bir kavramın karşılanmaya çalışıldığını görmek mümkündür. şu durumda ideolojilerin sonu mudur, değil midir, öyle mi olmalıdır, bu niye böyle, o, niye öyle sorularının yanıtlarını bulmak için, öncelikle (bkz: ideoloji) ve mümkünse sözlük dışında da (araştırınız:ideoloji) haydi rast gele...
  • yirminci yüzyılın birinci yarısında özellikle sscb'den kaynaklı bir hayalkırıklığı ve tabii 1940'lardaki totaliter-faşist rejimlerin yol açtığı çıkışı liberal teorisyenlere dayanan teori. aralarında raymond aron, hannah arendt, bernard crick, seymour martin lipset, dainel bell ve tabii hiç kuşkusuz bu konuda en çok araştırmaları olan düşünürlerden karl mannheim'in öncülük ettiği -esasında karamsarlık dolu- bir fikir.

    bu konuda raymond aron, hannah arendt (ki kendisini martin heidegger'in arkadaşı olarak da biliriz ve şiddet üzerine, totalitarizm'in kaynakları diye değerli çalışmaları vardır) gibi düşünürler kavram olarak ideolojiyi doğrudan totalitarizmle eş anlamlı görürler, öyle yargılarlar.

    bunlardan farklı bir konumda bulunan mannheim ise denebilir ki, bu fikrin ilk ateşleyicilerindendir. ideolojilerin sonunun geldiğini söyler ama gözünde yaşlarla. yani ağlamaklıdır feylezof. der ki mesela:

    "oldukça belirgin bir eğilim teşkil eden, siyasetin giderek ekonomiye indirgenmesi durumu, geçmişin ve tarihsel zaman kavrayışının bilinçli bir tavırla reddi, her tür 'kültürel ideal'in bilinçli bir tavırla kenara itilmesi, siyaset arenasındaki her tür ütopyacılığın kaybolması olarak yorumlanabilir mi?"

    üstat, cümlesini soru işaretiyle bitirmiş, lakin esasında emindir ütopyacılığın son bulduğu düşüncesinde. ancak dediğimiz gibi ağlamaklıdır. ideolojiyi, ütopyaları yitirmiş gibidir. öyle ki bir sonraki cümlesinde hıçkırıklara boğulacaktır:

    "ideolojinin gerileyişinin sadece belirli tabakalarda bir kriz yarattığı ve ideolojilerin maskesinin düşmesinden doğan nesnelliğin her zaman için bütün toplumun kendini netleştirmesini sağladığı doğruysa da;
    [buradan gözyaşlarını tutamadığı ifadelere geçiyoruz yavaştan, hazır olun, geçtik]
    "ütopya öğesinin insan düşüncesinden ve eyleminden tamamen silinmesi demek, insan doğasının ve insanın gelişiminin tamamen yeni bir karaktere bürünmesi demektir."
    [ve üstadın feryat figan imdaaaaatlara geçtiği cümleleri, hazıııır, geçtik]
    "ütopyanın kaybolması durumu, insanın bir 'şey'den daha fazlası olmadığı durağan bir durum yaratır"

    evet işte böyle bir şeydir ideolojilerin sonu düşüncesi. insanı yasa boğuyor, ağlama krizlerine sevkediyor. uzattık belki ama, aslında ideolojilerin sonu fikri külliyen haksız bir fikir olmanın ötesine geçememiş, siyaset kuramında sınıfta kalmış, çaylak durumunda olagelmiş bir fikir oldu hep. çünkü ve tabii nitekim* bu düşünceler yukarıda da belirttiğim gibi ideolojiyle totalitarizmi eş görüyorlar.

    meali, sapla samanı karıştırıyorlar. yine de düşün dünyasını bir hayli uğraştırmış bir fikir olmayı da başarmıştır ki, bundan cesaret alacak olan ünlü televole feylezofu francis fukuyama popüler ve tabii gayet provokatif biçimde tarihin sonu fikrine meyledecektir. gerçi o mannheim gibi ağlamadı, basbaya sırıttı. hatta kahkahalara boğuldu. nitekim bu sırıtışının ve dahi kahkahasanının ardında onun liberalizmin ve burjuvazinin zafer çığırtkanı olarak görülmesinin yattığı sonradan anlaşıldı. ama epey prim yaptı kendisi bundan.*

    demem o ki, ideolojilerin sonu düşüncesi külliyen yalandır. ve bittabiiii, ideolojilerin sonu ve tarihin sonu gibi düşünceler de bizzat ideolojiktir. ideolojik olduklarından kelli ideoloji vardır ve yaşar durumdadır. bu da budur.*
  • günümüzün oligarkları genelde kitlelerin ve genç kuşakların, kapitalizmden başka bir gelecek olabileceğine ilişkin umut, inanç ve mücadele azimlerini soldurmak amacıyla “tarihin sonu geldi”, “ideolojiler öldü” diye pazara çığırtkanlarını süren emperyalist güç odaklarının farkında olmadan yaptığı ideoloji.
  • ideolojiler-üstü bir yaklaşım sergilemeye zihince mahkûm olmanın ("iyi" veya "kötü"; "yararlı" veya "yararsız" zihnî süzgecinize göre ayıklayınız) ötesinde bir şey bu. ideolojilerin "son"unu görme arzusu, mevcut ideolojilerin "kapanış"ından farklı olsa gerek. burada "son" ile "kapanış" arasında yaptığım ayrımı, felsefenin geleceğine ilişkin görüş bildirenn derrida'nın "felsefenin sonu" ile "felsefenin kapanışı" arasında yaptığı ayrımdan ödünç alıyorum. derrida diyordu ki, felsefenin kapanışı, yani felsefenin ulaştığı sonuç, bizzat kendisinin ulaştığı sonuçtur [1].

    o hâlde, felsefe, kendi kapanışını kendisi olarak görmüş demektir; bu mevcut ideolojiler için de geçerli olabilir. ideoloji, kapanışını görüyor ama "ideoloji" nosyonunun kendisi yitip gitmiyor; zira nosyonun kendisi ile içinde barındırdığı anlam, aynı anda gözden yitmiş olmuyor; başka bir deyişle çember duruyor ancak daire dönüşüyor, değişiyor, parçalanıyor, yoğunluk kazanıyor, büyüyor vs. ama çevreleyen çemberin kendisinin yok olduğunu görmüyoruz; bunun böyle olması da doğal, zira "ideoloji" terimiyle kast edilen siyasî, toplumsal, kültürel düşün etmenlerinin bir bütünlük içinde dünyayı algılama olayının kendisidir, içeriği ya da "nasıl"lığı buna dahil değildir. seneca, "varlığından haberdar olup da niteliğini bilmediğimiz ne çok şey var" diyordu doğaya bakıp; bunun gibi, nosyonun kendisi ile içeriği farklı türden birer konumlandırmanın neticesidir. hâkim olursun, ya da olmazsın.

    ben yeryüzünde böyle bir algının, yukarıda bahsettiğim "dönüşme, değişme, parçalanma, yoğunluk kazanma, büyüme" vb. şekillerde bambaşka bir şeye dönüşebileceğini ya da olduğu gibi kalabileceğini, geçmişte bir zaman süresi içinde "öyle" veya "değişerek" kalabilmiş olmasından
    çıkarıyorum. "ideolojilerin sonu" tabiriyle, insan-oğlunun ideolojisiz kalabilmesi mümkünmüş gibi düşünülmemesi gerekir. nosyon durur, zira insanoğlunun binlerce yıllık medeniyet gelişimi onu o eden şeydir, insanı insanlıktan çıkardığınız vakit dünya görüşünden de kurtarmış olursunuz. dünya görüşü, insanı insan kılan ona yaşadığını anımsatan etkinlik olsa gerek.

    buna karşılık ideolojiler-üstü düşünme yeteneği ise bambaşka bir şey olup, kendine özgür toplum ve özgür birey ideali peşinde koşmayı yakıştırabilir. bu yaklaşım tarzının kendisi de ideoloji çemberinin içinde kendine farklı bir maske edinmiş demektir. bu maske modern insanların, toplumun parçaları olan bireyler olarak huzurunu amaçlaması düşünülen ideolojilerin maskeleriyle karşılaştırılabilir. en nihayetinde açık toplum idealinin kendisi de, evvelki ideoloji maskelerinin tahakkümcü yanlarını kendine hedef belirleyerek yola çıkmıştı. karl popper'ın the open society and its enemies'inde (açık toplum ve düşmanları) aslolan "bireyin eleştiri kapasitesini geliştirebilmek"tir; armand mattelart'a sorarsanız burada hedeflenen "bireyin eleştiri kapasitesini özgürleştirmek"tir [2]. peki, geliştirilmesi/özgürleştirilmesi düşlenen bu bireysel eleştiri neye karşı(ydı)? ideolojilerin güttüğü ya da bizzat onlar tarafından güdülen her türlü tahakkümcü idareye, düşünce sistemine karşı, değil mi? o hâlde ideoloji nosyonunun kendisini ortadan kaldırmayıp, onun sınırları içinde takılı maskelerin eleştirilmesiyle ve onlara karşı yepyeni bir toplum ideali teklifiyle karşı karşıyayız. burada insan ideolojisiz kalmış olmuyor, aksine maske değiştirerek farklı bir idealin peşine düşmüş oluyor. biraz incelerseniz görürsünüz, batı düşünce tarihinde yer etmiş ideolojilerin tamamı, ilk itkilerini benzer bir "eleştiri" zaruriyetinden almıştı. o hâlde ideolojileri doğuran ve kendi içinde besleyen temel pınar, eleştirmeyi hedefledikleri öteki dünya algılayışlarıdır. felsefenin kendi kapanışına varması gibi bir şey vardır burada da, ideoloji kendi kapanışına varabildiğine göre, yaşamaya devam etmektedir. mesele saplanıp kalmamakta, sorgucu zihni sürekli yenilemekte, postmodern algının gelişimine ön-ayak olan nietzsche'nin dediği gibi "değerleri yeniden değerlendirme" düsturunu benimsemektedir.

    george soros'un çok tartışılan ve doğal olarak tartışıldıkça içinde tuhaf projelerin doğduğu (the venus project veya zeitgeist the movie vs.) popper'cı açık toplum idealinin, yukarıda bahsettiğim gibi bir ideolojiler-üstü ya da dinler-üstü gibi görünmesinin nedeni de bizzat bu "bireyin eleştiri kapasitesini özgürleştirme" telâşıymış gibi duruyor. bunu önce soros'un kaleminden okuyalım, sonra üzerine düşünmeye devam edelim:

    "büyük bir istisna dışında, neredeyse bütün fikirleri aklıma yattı. (istisna da şuydu:) popper 'yöntem birliği' (unity of method) dediği sistemden yanaydı; yani doğa fenomenlerinin araştırılmasında uygulanabilen yöntemlerin ve kriterlerin sosyal olayların araştırılmasında da kullanılabileceğini düşünüyordu. ben ise ikisi arasında temel bir farklılık görmüştüm: sosyal bilimlerde araştırılan olaylar 'düşünen iştirakçiler'e sahipken, doğal fenomenler bundan yoksundur. iştirakçilerin düşüncesi doğa biliminde rastlanmayan problemler doğurur… doğa bilimi, olaylar silsilesinden oluşan durumlar üzerinde çalışır. durumlarda iştirakçiler belirdiğinde, özne artık sadece olaylarla sınırlı kalmaz, aynı zamanda iştirakçilerin kabullerini de içerir. neden zinciri doğrudan olaydan olaya değil olaydan kabule ve kabulden olaya yönelir. olaylar ve kabuller arasında bir tür benzeşme ya da denklik olsaydı, aşılmaz bir zorluk meydana gelmezdi." [3]

    popper'ın her türlü ütopik toplumsal ideolojiye karşı, anglo-saxon geleneğine uygun, bir tür liberal reformizm önerisi ile soros'un burada toplumun temel iştirakçisi olup bu yüzden de doğa fenomenlerinden farklı olarak insan fenomenlerinde, aslî hedefi kendi menfaatine, huzuruna çeken bireyin düşünce yeteneğinin özgürleştirilmesi ve kendi egemenliğine bırakılması, mevcut ideolojilerin değerler âleminde iğreti duran, bir tür skandalımsı söylemdir. ben bir süredir ekşi sözlük'teki entirilerde iki tip adamı eleştirmiştim: "defectus defector" ve "homo insipiens tip" bunlardan ilki insanlık ve doğal olarak medeniyet tarihinin, güdüldüğü değerler altında ezildiğinden güdük kalmış, ama asi yani güdüldüğü ideolojinin, dinin sahibiymiş gibi tavır takınan asi çocuğu; ikincisi ise yine kendisini güden ideolojinin ya da dinin gölgesinden, şemsiyesinin altından çıkamayan, sorgu mekanizmasını çalıştırmayan ideolojinin hedeflediği kimi zaman ütopik olduğu bile anlaşılmayan o değerler âleminin birer neferi kalmaktan memkun olan tipi göstermektedir. bu iki tipe karşılık, soros'un "açık toplum" hedefi gereğince önerdiği "kendi kendini geliştirmesine bırakılan toplum" gibi, sürekli değerleri yeniden değerlendirerek ideolojinin zincirlerini parçalayan, böylece "kendini geliştirmeye bırakmış" görünen insan tipinin önerilebileceğini ya da en azından hedefleyebileceğini düşündüm. olabilir mi? komünist ideallerin olabilirliği değil, olabilirliğinin düşünülmesi mühimdir. asıl önemli olan, yeniden asr-ı saadet'e kavuşmaktan ziyade, onu hedeflemiş olmaktır. zira belirlenen hedefe dönük çalışmayı anlamlandıran, edinilen dünya görüşü tarafından belirlenmiş olmasıdır.

    bana göre ideolojiler-üstü bir eleştiri mekanizmasının işlerliği için de bütün değerler bariyerinin kalkması gerekir. ben bu yüzden, bu özgürlükçü ideale veyahut açık toplum idealine en kompleks zararı, bizdeki liberallerin verdiğine inanıyorum. öğrenci andına güdüldüğü ideolojinin değerleri gereğince karşı çıkan adam, taraf gazetesinin eleştirilemezliği altında, yukarıda bahsettiğim defectus defector ve homo insipiens tipe örnek teşkil ediyor. çünkü onun kafasında, popper'dan hareketle amaçlanan "bireyin eleştiri kapasitesinin özgürleştirilmesi" düşüncesinin bir önemi yok, önemi olan tek şey ideolojisinin belirlediği sınırlar içerisinde kendisinin ve kendisi gibi düşünen insanların özgürlüğü, özgürce fikrini beyan edebilmesidir.

    bu örneği, taraf gazetesine zincirlenmiş çocuklardan vermiş olmamın nedeni, onlardaki özgürlük söyleminin daha baskınmış gibi görünmesidir (ayrıca bkz. #16969231). yoksa türkiye'de bütün kampların hedefinin, en nihayetinde "kendine müslümanlık" olduğunu düşünüyorum. söyleminde "özgürlük" olmayan ekollerden ve gruplardan örnek vermektense, özgürmüş gibi görünen ama aslında daha büyük kümede özgürlüğü isteyebilecek olanlara karşı olan bu tarafgir çocukların üstü örtük, güdük toplum idealinden ("eleştirmek iyidir -> eleştiren sadece biz olmalıyız -> bizim dışımızda ve hatta bize dönük eleştiri yapılamaz -> ama eleştirmek iyidir" gibi bir zincirle elleri kolları, bağlıdır) örnek vermek daha iyi iş görüyor. popper da platon'un filozof-kralına, hegel'e ve marx'a eleştiri getirirken, benzer bir şekilde "tarihsel gelişim yasaları"nın dogmalaşmasından bahsediyordu; bu eline silah alıp milleti haraca bağlayan adamların tahakkümünden daha büyük bir zarar anlamını taşıyor, çünkü eylemleriyle spesifik kitleleri değil, düşünceleriyle tüm insanlığı etki altına alabiliyorlar. ideoloji tarafından güdülen düşün adamı, zaman içinde torununun torununu bile etkileyebiliyor. doğrudan özgürlük karşıtı söylem ise, doğrudan oğul tarafından bile reddedilebiliyor. en azından bu kadar "kendi kendimizi geliştirebilmişiz", diyebilirim.

    ideolojilerin sonu'ndan ziyade, içerdikleri değerlerin gördüğü 'kapanış'la birlikte ideolojiler-üstü bir insan tipinin, değerler üzerine çıkıp belki de değersizleşerek değerlileşebileceğini umut edebilirim. bunun için, eleştiri kapasitemin genişliği, beni bile aşmalı galiba. norbert wiener'in dediği gibi, 'marksist kraliçe çok kaprislidir, ama faşist kraliçe de ondan aşağı kalmaz', beni geliştirecek olan yine ben olacaksam, her şeyden evvel kraliçe nosyonunun kendisiyle boğuşmam gerektiğini kabullenmek zorundayım. bir kraliçeden kaçıp, diğerine sığınmadan; tüm kraliçelerin alaşağı edilebilir olduğunu bilmek zorundayım. aksi hâlde, zaman içinde yeniden değerlendirmeye tabi tutulmamış değerlerin altında ezilir, güdük asiliğimi homo insipiens'likle beslemiş olurum. belki de bu bilinçten ötürü konumum siyasetten ziyade, felsefe; hani kendi kapanışını gören ve böylece kapanmayan felsefe!

    notlar:

    1. r. mortley, fransız düşünürleriyle söyleşiler, sf.153, ed. k. dinçer, imge kitabevi, 2000.
    2. a. mattelart, gezegensel ütopya tarihi, sf.327, çev. ş. çiltaş, ayrıntı yay., 2005.
    3. g. soros, the alchemy of finance: reading the mind of the market, p.11-12, john wiley & sons, inc. 1994.
hesabın var mı? giriş yap