• 13 mart 1961'de istanbul'da dogdu. 1981'de galatasaray lisesi'ni bitirdi. bogazici tarih bolumu'nde 3, sorbonne cografya bolumu'nde 5 ay okudu. manav tezgahinda 2, kitap dagitimcisinda 2,5 yil calisti. egriboz adasi'nda 3 ay tamamen, behramkale'de 3 yil kismen yalniz yasadi. kulagina kupe olarak, ayvacikli ali baba'nin su sozu takilmistir: "kor allah'a nasil bakarsa, allah da ona oyle bakar." metis yayinlari'nda editor olarak calismis ve fransizca'dan ceviriler yapmistir (cioran, leo malet). -ilk kitabindaki ozgecmis: iki sahit ve digerleri, metis, 1997.
    (bkz: emil michel cioran)
    (bkz: leo malet)

    cocuklugu*: lakabi "pirtik" imis. kendisini futbol maclarina goturen adil eniste'sinin de tesvikiyle, yazdigi ilk kelime "fenerbahce" olmus. babasi fikret bey'in playboy'larini karistirirken tanistigi han'fendilerin etkisiyle, ellerini gogsune goturup 'uf, anam' demesi, buyukleri pek guldururmus. muteakip: sihirbaz mandrake gosterileri, baska taklitler, neler neler.

    "bu yalnizlik (sorumsuzluk) arzusu (ihtiyaci), ilkokul oncesi cocuklugun buyulu gunlerinden -surekli oyundan- bir seylerin, cok yogun olarak (icim nisbetinde degil, disariyi rahatsiz edebilmesi nisbetinde yogun) bugunku sahsiyetimde suregitmesi ve dis dunyada sahsiyet diye kabul edildigini zannettigim seyin benimkiyle boylesi derin farkliliklar gostermesinden gelmiyor mu? /..." -kitabindan.
  • cioran'ın "burukluk" adlı kitabını türkçemize çevirmiş kişi.
  • leo malet'in kara üçlemesini kelimenin tam anlamıyla türkçeye kazandırmıştır. hayranlık uyandıran bir çeviridir. hastasıyız.
  • eserlerinin bir bölümünü fransızca bir bölümünü ise rumence yazan e.m.cioran'ın fransızca yazdığı ilk kitap olan "précis de décomposition"u hakkını vererek türkçeye çevirmiş yazar/çevirmen.
  • cioran röportajı tercümesi de yapmıştır.
    çok güzel ve sadık tercümeleri vardır. dil estetiği kadimdir, hakikatlidir, kavidir.
    onun dilinden kitaplar okumak: feyizyab oluyoruz vesselâm.
    böyle insanların kalbi ıssız yerlerde atar, gölgeli ve sessiz.
    iyi ki var, iyi ki onun tercümelerini okuyoruz. dağ gibi bir adam, duygularıyla.
  • kavram karmaşası yaratmaya çok müsait olan fikir yoğunluklu kitapları dilimize çok başarılı bir şekilde çeviren, cioran çevirilerinden ötürü müthiş saygı duyduğum şahıs.
  • abdülhak şinsai hisar'la herhangi bir bağı olup olmadığını merak ettiğim usta çevirmen. her ikisinin dili de insanı sıcak bir ekim akşamında gibi hissettiriyor. bu o kadar naif ve anlaşılır bir dil ki; bazı kelimelerin tam anlamını bilmeseniz de cümle ve metin bütünlüğü ile sizin bunu hiç hissetmemenizi sağlıyor. kendisi, çevirmenlik gibi ancak kötü yapıldığında varlığı anlaşılan bir alanda çalıştığından yazarlar kadar ünlü olamasa da o üsluba sahip olduğu sürece hangi kitabı çevirirse çevirsin, o kitabı zevkle okutmayı bilecektir.
  • emil cioran'ı türkçeye ilk kazandıran çevirmen. cioran okumaya ve çevirilere nasıl başladığını ise bir yazısında şöyle anlatmıştır:

    cioran’ın adını ilk kez 1980 sonbaharında, galatasaray lisesi’ndeki felsefe hocam olivier abel’den duymuştum. bana ve benim gibi 12 eylül şokunu yaşayan stalinci arkadaşlarıma hararetle tarih ve ütopya’daki “rusya ve özgürlük virüsü” yazısını okumamızı tavsiye ettiğini hatırlıyorum. o zamanki fransızcamla okumuş, pek bir şey anlamamış, o günlerin işkence ve cenaze ortamında onun o herşeyi tiye alan tavrına da sinir olmuştum. kapağı batı’ya atan, üstelik bir de küstahlaşan her doğu bloku vatandaşı gibi, onu da horgörmüştüm.

    yıllar geçti, çürümenin kitabı başucu kitaplarımdan biri haline geldi; cioran’ın diğer kitaplarının da çoğunu okumuştum artık.

    1989’da askerliğimi bitirdikten sonra, şöyle bir hava değişimi için arkadaşım panayotis kanellakis’in eğriboz adası drogari mevkiindeki evine gittim ve orada üç-dört ay kaldım. en yakın köye altı kilometre uzaklıkta, eğimli bir arazide denize bir kilometre yukarıdan bakan, kıyıya indiğinizde dalgaların dövdüğü kayalar ve bir deniz mağarası olan sihirli bir yerdi. arada atina’dan gelen arkadaşlar da yoksa, bu ıssız mekânda (iki oda ve büyük bir incir ağacı altında denize nazır kocaman bir ağaç masa) yalnız yaşıyordum. onların getirdiği köy ekmeği on-on beş gün dayanıyordu; balık tutuyor (kıyıdan ispari, kupez; kayalıktan pavurya), gördüğüm tek insan olan yarı-deli çoban kostas’ın getirdiği peynir, ot ve sebzelerle kendime mükellef sofralar kuruyordum.

    çürümenin kitabı’ndaki “unsurlara dönüş” yazısı, bir de “cesaret ve korkunun zararları” yazısı, dönüp dönüp okuduğum, evde fransızcadan fransızcaya bir sözlük (petit larousse) dışında hiçbir kaynak olmadığı için de çevirmeye bir türlü yeltenemediğim yoldaşlarımdı. bir fikir vermek için “unsurlara dönüş”ün ilk birkaç cümlesi:

    “sokrates-öncesi düşünürlerden beri felsefe hiçbir ilerleme katetmeseydi, şikâyet edilecek bir durum olmazdı bu. derme çatma kavramlar yığınından bezmiş olan bizler, hayatımızın hâlâ o düşünürlerin dünyayı üzerine kurdukları unsurlar içinde çalkalandığının; bizi koşullandıran şeylerin toprak, su, ateş ve hava olduğunun; geçtiğimiz badirelerin çerçevesini ve ıstıraplarımızın ilkesini bu başlangıç fiziğinin ortaya koyduğunun farkına varırız sonunda. bu birkaç temel veriyi karmaşıklaştırmış olduğumuzdan –teorilerin dekor ve yapılarıyla büyülenmiş bir halde– kader anlayışını kaybetmişizdir; oysa kader değişmemiş, dünyanın ilk günlerindekiyle aynı kalmıştır. özüne indirgenen varoluşumuz, her zamanki unsurlara karşı bir çarpışma olmaya devam etmektedir; bilgimizin hiçbir şekilde yumuşatamadığı bir çarpışma… ” (s.52).

    ben de o unsurlar içindeydim. şu metinle çarpışmamı yumuşatacak bir sözlük de yoktu. ama adam da zaten hiçbir şeyi yumuşatmak istemiyordu. bilmediğim kelimelerin fransızca açıklamalarına ya da eşanlamlılarına bakarak türkçelerini tahmin etme oyunu oynamaya başladım. kısa da olduğu için, bir süre sonra elimde artık türkçe bir metin vardı. üstelik tekrar tekrar okuduğumdan (vakit o kadar boldu ki), –o sıra çok hoşuma giden bir benzetmeye başvurursam– her yeni okuma, biteviye gelişleriyle kıyıdaki çakıltaşlarını düzeltip kayganlaştıran dalgalardan biri gibiydi.

    o birkaç ayda, demin zikrettiğim iki metni ve üç-dört başka metni bu şekilde çevirdim. atina’dan gelen bir kız arkadaşımın bıraktığı kocaman (devasa) bir muhasebe defterini de kendi sözlüğüm haline getirmiştim (anlamışsınızdır, tutarlı bir çeviri olsun istiyordum!).

    sonra istanbul’a döndüm ve asıl ilginç çarpışmayı o zaman yaşadım: elimdeki metnin, yokluğunu çektiğim sözlüğün icazetiyle çevirmiş olsam hiçbir zaman bu hali alamayacağı dank etti kafama. bugüne kadar sözlüklere tuhaf bir güven duymuştum demek ki. sözlüklerin prangalarından kurtulmadan yeni bir şey üretmek bu kadar mı zordu? ne demiş bir bakayım diye baktığımda bile, sanki muhayyilem bir cendereye giriyordu. bunu anlamam için böyle bir mahrumiyet gerekiyormuş demek ki. ama o zamandan beri, bir metni çevirmeye çalıştığımda, önce bendeki ilk çağrışımlarıyla türkçesini doğru bir sözdizimi (sentaks) içinde yazmaya çalışıyorum (yalan-yanlış). hatta diyebilirim ki, anlamını bilmediğimiz sözcüklerle dolu bir cümlenin sadece sözdizimini tasarlamak (çünkü o başka bir mantığın ürünü), sonraki işleri tuhaf bir şekilde kolaylaştırıyor. sonra sözlüğe (daha doğrusu, sözlüklere) bakıyorum (bildiklerime bile… abartılı bir güvenin bu işte yeri olmamalı… kaldı ki hafızasını kaybetmenin ne olduğunu bilen biriyim… unuttuğumuz bir şey her zaman olabilir… kuru güvene yer yok). redaktörlük yaptığım zaman da farkettiğim bir şeydi bu: sözdizimi düzgün çatılmış bir cümlede iş sadece kelimelerin türkçedeki karşılıklarını ya da en yakın anlamlarını yerleştirmeye kalıyordu. pek eğlenme fırsatı bulamayan redaktör için bu eğlenceli bile olabiliyordu.

    12 eylül’den sonra ikinci kaza: 1991 yılının aralık ayında bir trafik kazası geçirdim ve kısa bir süreliğine (1 ay, ama ne olduğunu anlamak için kâfi) hafıza kaybına uğradım. metis yayınları’ndaki işimi hakkıyla yerine getirememeye başlamıştım. behramkale’de bir evi olan arkadaşım sedat abayoğlu’nun önerisi üzerine, kışı geçirmek ve kafamı toparlamak için köye gittim. oradaki gezintilerim, soğukla didişmelerim vs. arasında cioran’ın burukluk adlı kitabını çevirmeye başladım. tuhaf şey, o muhasebe defterindeki karşılıklar çok işime yarıyordu. onları bilgisayara geçirmeye başladım (her çevirmenin gönlünde kendi sözlüğünü yazmak yatmaz mı?). cioran’ın burukluk adıyla yayımlanan syllogismes de l’amertume (kelimesi kelimesine “burukluk kıyasları”) çevirisinde sözlüğüm iki bin kelimeyi geçmişti. bu arada hâlâ çürümenin kitabı’nın çevirisi devam ediyordu. fakat nedense bittikten sonra bile bu kitapla bir türlü helalleşemiyordum, yani dalgaların biteviye gelişi sürüyordu. bu kitabı yayınevine vermeden, kendim de anlamadığım bir nedenle tarih ve ütopya’ya giriştim ve sular seller gibi çevirerek bitirdim. burukluk eylül 1993’te çıkmıştı, tarih ve ütopya haziran 1999’da basıldı, çürümenin kitabı da ocak 2000’de çıktı.

    acentelere dönüşen çevirmenlerden hazzetmediğim için cioran’la vedalaşmak gerektiğini düşünüyordum ki, fransızca’da entretiens başlığıyla yayımlanan söyleşilerini okudum. zaten konuşma diline bir düşkünlüğüm vardır, diyalog çevirmekten ve tekrar tekrar bu konuşmaları yazmaktan zevk alırım (bkz: bu işi abarttığım leo malet çevirilerim). bir de konuşan cioran olunca (hoşsohbetliğine ve mizahına meftunum) dayanamadım, son olarak da onu çevirdim. ezeli mağlup başlığıyla 2007’de yayımlandı.

    cioran’ın bu söyleşi kitabındaki son sözleriyle bitireyim: “(…) ama yine de sizi bir şey yapmaya iten o esrarengiz canlılık vardır. belki de aslında hayat budur: büyük laflar etmek istemiyorum ama, inanmadan benimsediğimiz şeyler yaparız — evet, hemen hemen bu…”

    haldun bayrı, “çevirmen sözlüksüz kalınca: bir ‘unsurlara dönüş’hikâyesi, duvar dergisi, temmuz-ağustos 2014
    kaynaklar: çevbir, metis
  • medyascope'ta çevirdiği güncel yazılarla ufkumu açan değerli bir çevirmen.
  • precis de decompositionu çevirmemiştir, yani çevirmek, çeviri kelimeleri bende farklı şeyleri çağrıştırıyor. bence o kitabı 20-25 adet fransızca bilen türkçe uzmanı oturup baştan yazmıştır. bana türkçenin bu kadar zengin bir dil olduğunu çok az yazarımız hissettirmiştir.

    o nasıl çeviri yahu ? bence çevirmek değil bu. olsa olsa yaratmak denebilir. böyle yetenekli insanları kıskanıyorum, yalan yok. okuyorsa buraları selam olsun.
hesabın var mı? giriş yap