• hakob hovnatanyan ermeni bir ressamdır. 1800'lü yılların başlarında doğmuştur. atadan ressam bir aileden gelmektedir ve ermeni sanatının kökleşmesinde önemli bir rol oynamıştır. genellikle portre resimleri çizmiştir ama minyatür tarzı resimleri de bulunmaktadır.

    benim bu ressamın peşine düşmem yönetmen sergey parajanov’un ressam hakkındaki çalışmasıydı. sergey parajanov'a sayat nova’yı sorduklarında onun mücevher kaplı bir iran sandığı olduğunu söylemişti. aslında hokob'un yaptığı, arkasını dayandığı şeyde bu gelenek olduğunu düşünüyorum. yani iki büyük sanatçının kol kola girmelerini sağlayan ortak bir düşünce havuzunu paylaşıyor olmasıdır.

    sergey parajanov'a ressam hakkında çok güzel bir kısa belgesel tarzında bir çalışması var. çalışmada, sergey parajanov'un hakob'un potrelerine bakışı bana tarkovski’nin andrei rublev filmindeki o muhteşem son sahneyi hatırlattı. tarkovski, rublev’in tablolarına bakış atar ve o bakış bize ikonaya bakma biçimleri hakkında düşündürmeye başlar. kısa filmde bu bakışları görmekteyiz. bir ipin iki düğümü olan bu iki büyük yönetmenin aslında aynı anneden süt içtiğini de göstermektedir. bu bakış öyle bir bakış ki tablonun tümünü göstermeden bizi aralarında dans etmemizi sağlayan bir görsel ve kurgusal bir danstır. tümünü vermeme meselesi aslında sinemanın neyi gösterip neyi gösteremeyeceği hakkında ontolojik bir soru soruyor. tümünü vermek meselesi sinemamın göbeğine düşen bir mesele olduğunu düşünüyorum. bu iki yönetmeni nolan’dan ayıran ciddi bir farkır. nolanın filmlerini düşündüğümüz zaman kamera önce mekânı tanıtır, içindekileri tanıtır en son karakteri tanıtır. bu durum mekânsal bir sorunsalı da beraberinde getirir. mekânın tümünü vermeyen parajonov ve tarkovski, mekânın bir ucunu açar ve mekân muğlaklaşır ama nolan filmlerinde mekân bellidir ve tahayyülümüzde belirlidir. bu durumun sinemanın mekan kullanımı hakkında hem ontolojik bir soru olarak kalsın.
    "kamerayı koyduğumuz yer bir ahlak meselesi" ise neyi gösterip neyi göstermeyeceğimiz meselesi de tam ahlakın göbeğine düşer. eğer bir imaj oburu isek önümüze gelen her şeyi fütursuzca yiyebiliriz ama bu yeme hali bizi obez yapana kadar süren bir sürecin başlangıcı olur. insan ne yerse odur. eğer kusamazsak hiçbir şey yapamayan, kıpırdayamayan bağımlı bireyler olacağız. tam anlamıyla yaşadığımız imajlar çağında bu gösterme meselesi hayati bir mesele haline geliyor.

    sonuç olarak neyi gösterip neyi göstermediğimiz meselesinin hayati bir soru olduğunu düşünüyorum. imajları gelip geçen haber fotoğrafı gibi baktığımız zaman görme yollarımızı tıkama ihtimalinin de olduğunu düşünmekteyim.
hesabın var mı? giriş yap