• "eleştiri yapabilmemiz için her zaman dıştan bakmamız gerekir. özellikle de psikolojide bu çok önemlidir; çünkü bu bilim dalında olaylara, başka bilimlere oranla, çok daha öznel yaklaşmak zorunda kalırız.
    peki, örneğin, millî özelliklerimizin bilincine, ülkemizin dışına çıkmadan nasıl varacağız? ülkeye dışarıdan bakmak demek, ülkeyi başka bir milletin gözüyle görmek demektir. bunu başarabilmemiz için o yabancı ülkenin ortak ruhuyla ilgili bilgimizin olması gerekir. benzerlikleri gözden geçirirken, bize özgü ulusal önyargılar ve özellikleri oluşturan farklılıklarla karşılaşırız. başkalarında bizi rahatsız eden şeyler, kendimizi tanımamıza yardımcı olabilirler.
    ingiltere’yi ancak bir isviçreli olarak uyamadığım bir ortamda, en büyük sorunumuz olan avrupa’yı da, bir avrupalı olarak farklı bir yere ters düştüğüm zaman anlayabilirim. amerikalı tanıdıklarım ve amerika’ya yaptığım geziler sayesinde avrupalı kişiliğini daha yakından tanıyabildim."

    (bkz: sigmund freud/#74506086)
    (bkz: carl gustav jung/#74506545)
  • "dünyanın tam bir resmini alabilmemiz için bir boyuta daha gereksinmemiz var. ancak o zaman olayların tümünü kapsayan eksiksiz bir açıklama getirebiliriz. rasyonalistler, bugüne dek parapsikolojik olayların olmadığında ısrar ediyorlar çünkü dünya görüşleri bu sorunsalın var olmasına ya da olmamasına bağlı. bu olaylar doğruysa, görünen dünyanın ardında farklı değerleri olan bir gerçeğin saklı olduğu sorunsalını göz ardı edemeyiz ve yer, zaman ve nedenselliğe dayanan dünyamızın, “ardında ve altında”, “burada” ve “orada” ve “daha önce ve daha sonra” kavramlarının önemini yitirdiği başka bir düzenle bağlantılı olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalırız. ruhsal varlığımızın en azından bir parçasının yer ve zamanla göreceli olduğuna kuşkum yok. bu görecelik, bilinçten giderek uzaklaşarak mutlak bir zaman ve yer yokluğuna doğru uzanıyor."

    (bkz: tabula rasa/#74507340)
  • "doğduğumuz dünya çok acımasız, ama aynı zamanda ilahî bir güzelliği var. anlamlı oluşunun mu, yoksa anlamsızlığının mı ağır bastığına karar vermek, insanın yapısına bağlı. anlamsızlık tümüyle baskın çıksaydı, gelişmek için attığımız her adımda, yaşamın anlamı büyük bir oranda değerini yitirirdi. ama böyle değil ya da bana öyle geliyor. büyük bir olasılıkla, tüm metafizik sorunsallarında olduğu gibi, her ikisi de doğru. yaşam anlam ve anlamsızlık demek ya da yaşamda anlamlar ve anlamsızlıklar var. anlamın ağır basıp zaferi kazanmasını kaygılı bir umutla yürekten istiyorum."

    her şey apaçık, bulanık gören benimlao tzu
  • "...aslında akıl hastasında yeni ve bilinmeyen bir şey keşfetmeyiz, kendi özümüzün alt tabakalarıyla karşılaşırız."
  • düşünme alanının yanı sıra, ondan daha geniş olmasa da en az onun kadar geniş başka bir alanın olduğu gerçeği, beni ondan söz etmeye zorladı. bu gerçek, ne mantık yoluyla anlamanın ne de temsil edebilme biçimlerinin anlayacak bir şey bulabildikleri bir alandır. sözünü ettiğim, eros’un alanı. bu tür şeylerin doğru dürüst anlaşıldığı klasik çağda, eros’a tanrısallığı insanın sınırlarını aştığı için hiçbir biçimde anlaşılamayan ya da temsil edilemeyen bir tanrı gözüyle bakılırdı. benden önce gelenlerin yaptığı gibi ben de, faaliyet alanı cennet’in ucu bucağı olmayan yerlerinden cehennem’in karanlık uçurumlarına dek uzanan bu şeytan’la ilgili bir yaklaşımda bulunabilirdim ama sevginin önceden hesaplanamayan çelişkilerini doğru dürüst ifade edebilecek sözcükleri bulmakta zorlanıyorum. eros bir yaratıcı ve tüm bilincin annesi ve babası olan bir kosmogonos’tur. bazen, paulus’un, “ve sevgisi yoktu,” demesinin, tüm anlayışların ilki ve tanrısallığın gerçek özü olduğunu düşünürüm. “tanrı sevgidir” sözlerinin entelektüel bağlamda yorumu ne olursa olsun, paulus’un sözleri bunun karşıtını, yani complexio oppositorum’unu veriyor. meslek deneyimimde ve özel yaşantımda sürekli sevginin gizemleriyle karşılaştım ama hiçbir zaman ne olduğunu açıklayamadım. eyüp gibi, “sana nasıl yanıt verebilirim. ağzımı elimle kapıyorum. bir kez konuştum, yanıt alamadım, ikinci kez konuşamam artık,” diyeceğim. bu alanda, en büyük ve en küçük, en uzak ve en yakın, en yüce ve en bayağı her şey var. bir yönünü tartışıp öbürünü görmezden gelemeyiz. bu çelişkileri anlatmaya sözcükler yetmez. ne kadar tanımlamaya çalışırsanız çalışın, tümünü kapsayamazsınız. bir bölümünden söz etmek ya çok az ya da çok fazla olur, çünkü ancak tümü anlamlıdır. sevgi “her şeyi taşır” ve “her şeye dayanır”. bu sözler gerekeni söylüyor. bunlara bir şey eklenemez çünkü en derin anlamıyla, hepimiz evrenin yaratılışından beri “sevgi”nin araçları ve kurbanlarıyız. sevgi sözcüğünü tırnak içine almamın nedeni, bu sözcüğü, çağrıştırdığı arzu, tercih, istek ve bunlar gibi duyguları değil, bireyden daha üstün olan bölünmemiş bir bütün anlamında kullandığım için. insan bir parça olduğu için bütünü anlayamaz ve iş sevginin merhametine kalır. ona baş da kaldırsa, boyun da eğse, sevgi, onu yakalar ve içine çeker. ona bağımlı olur ve her şeyi, ışığı ve karanlığı o olur. sonucu da bilemez. meleklerin diliyle de konuşsa, bilimsel bir titizlikle bir hücrenin yaşamının en ince ayrıntısına dek inse de, “sevgi bitmez”. insan, emrinde olan sözcükleri akıtarak sevgiyi adlandırmaya çalışsa da, bu sonu olmayan bir kendini aldatmaca olarak kalır. bir damla aklı varsa, bu işten vazgeçer ve bu bilinmeze, ondan da büyük bir bilinmez olan ıgnotum per ignotius, yani “tanrı” adını verir. böylece boyun eğdiğini, kusursuz olmadığını ve bağımlı olduğunu itiraf eder ama yaptığı, aynı zamanda gerçekle yanılgı arasında seçim yapmakta özgür olduğunun kanıtıdır.
  • jung'un türlü kararsızlıklarla boğuşarak anlatımını tamamladığı yaşam öyküsü, benim için en ilginç kısmı bilinçdışındaki değişimler üzerinden ilerlemesi, şöyle demiş bu konuda: "yaşamım, bilinçdışının kendisini gerçekleştirmesinin öyküsüdür. dış dünya içsel olanın yerini alamaz. bu nedenle, dışsal olaylar açısından yaşamım zengin değil. kendimi yalnızca içimde olup bitenlerle anlatabilirim."
  • bize çok yakın oldukları ve bizim bilmezliğimizi paylaştıkları için bizim gibi ruhları olan tüm sıcakkanlı hayvanları çok seviyor ve birbirimizi içgüdüsel yollarla anladığımızı düşünüyordum. konuşmak, keskinleşmiş bir bilinç ve bilim dışında, onlarla var olmanın temel öğelerini, sevinci ve acıyı, sevgiyi ve nefreti, açlığı ve susuzluğu, korkuyu ve güveni paylaşıyoruz. alışılmış anlamda bilime hayranlık duymama karşın, onun bizi tanrı’nın dünyasına yabancılaştırdığını ve bunun sonucunda, hayvanlarda olmayan bir bozulmaya yol açtığını düşünüyordum. hayvanlar sevecen ve sadıktılar, değişken değillerdi. onlara güvenebilirdiniz. insanlara gelince; onlara her zamankinden daha az güveniyordum.

    böcekleri hayvandan saymıyordum. sürüngenler de, benim için, böceklerin aşağı yukarı bir üst düzeyinde ortalarda bir yerdelerdi. bu gruba giren yaratıklar, gözlenen ve biriktirilen değişik nesneler gibiydiler. bize yabancıydılar ve insanlığa uzaktılar. kişisellikle ilgisi olmayan yaşamların göstergesiydiler ve insanlardan çok bitkilere yakındılar.

    tanrı’nın dünyasının yeryüzündeki göstergesi, doğrudan doğruya ondan gelen ve bir tür iletişimi sağlayabilen bitkiler dünyasıyla başlıyordu. sanki, kendisini kimsenin görmediğini varsayan yaratıcı’nın omzunun üzerinden bakarak, o’nun oyuncaklar ve süslemeler yapışını izliyordunuz. buna karşın, insanlar ve doğru dürüst hayvanlar tanrı’nın bağımsızlığını elde etmiş parçalarıydı. bu nedenle hareket edebiliyor ve meskenlerini seçebiliyorlardı. oysa bitkiler iyi durumda da, kötü durumda da olsalar yerlerinden kımıldayamıyorlardı. kendilerine özgü amaçları olmadan ve hiç sapma göstermeden, tanrı’nın dünyasının güzelliğini ve düşüncelerini ifade ediyorlardı. ağaçlar gizem doluydu ve bence, yaşamın anlaşılması olanaksız anlamının nesnelleşmesiydiler. bu nedenle, insanın bu anlamı ve onun şaşırtıcı işlemlerini en yakından duyumsadığı yerler ormanlardı.

    bu izlenimim, gotik katedralleri görmemle pekişti. kozmosun, sonsuzluğu, anlam ve anlamsızlık kaosu, bireysel olmayan bir amaç ve, mekanik yasalar, onlarda taşla sarılmıştı. taş, varoluşun kendisi olmakla kalmıyor, onun dibi olmayan gizemini de içeriyordu. ruhun somutlaşmış biçimiydi. taşı, tam bilinçli olmasa da, kendime o denli yakın hissetmemin nedeni, hem canlı hem de ölü maddenin ilahi yapısını özümsemiş olmasıydı.

    daha önce de değindiğim gibi, duygularımı ve sezgilerimi o zamanlar doğru dürüst ifadeye gücüm yetmiyordu çünkü tümü iki numaralı kişiliğimde oluşuyordu ve algılayabilen işlevsel egom hareketsizdi. yüzyıllara ait olan “yaşlı adam”ın dünyasının içine çekilmişti. ilginç olan, yaşlı adamı ve etkisini düşünmeden yaşamamdı. varlığı ortaya çıktığı zamanlarda, bir numaralı kişiliğim tümüyle yok olurcasına geri plana çekiliyor, bir numaralı kişiliğimle giderek özdeşleşen egom sahnede yerini aldığında da, yaşlı adam, o da aklıma gelirse, uzak ve gerçekle ilgisi olmayan bir düşe dönüşüyordu.

    on altı ve on sekiz yaşlarım arasında, içinde bulunduğum ikilemin üzerindeki bulutlar yavaş yavaş dağılmaya başladı ve içine düştüğüm karamsar ruh hallerim azaldı. bir numaralı kişiliğim giderek daha belirgin bir biçimde ortaya çıkıyor, okul ve kent yaşamı zamanımı dolduruyordu. bilgimin artması da giderek sezgisel yargılarımı etkiledi ya da bastırdı. bilinçli olarak kısıtladığım soruların peşinden, sistematik bir biçimde gitmeye başladım. felsefe tarihine kısa bir giriş okumuş ve bu alanda düşünülenlerin tümüyle ilgili, çok genel de olsa, biraz bilgi edinmiştim. sezgilerimin tarihsel yandaşlarının olması beni çok rahatlattı. özellikle, pithagoras, herakleitos, empedokles ve platon’un düşünceleri çok ilgimi çekti. savlarını, biraz fazla uzun savunmasına karşın, sokrates’inkiler. düşünceleri akademikti; bir resim galerisindeki resimler gibi güzel ama biraz yabancıydılar. tümüyle anlamasam da, yalnızca meister eckhart’ta bir yaşam soluğu bulabildim. skolastik hristiyan düşünce beni hiç etkilemedi, aziz tommaso’nun aristo entelektüelizmini de bir çöl kadar kuru buldum. “tümü, mantık oyunları yaparak, aslında kendilerinde olmayan ve de bilmedikleri bir şeyleri zorla ortaya koymaya çalışıyorlar, bir inancı kendilerine kanıtlamak istiyorlar, oysa bu bir deneyim sorunudur,” diye düşünüyordum. onları, fil diye bir hayvan olduğunu yalnızca duyup böyle bir hayvanın var olduğunu ve gerçekte yapısının da söyledikleri gibi olduğunu mantıksal dayatmalarla kanıtlamaya kalkan insanlara benzetiyordum. on sekizinci yüzyılın eleştirel felsefesi ilk önceleri belli nedenlerden hoşuma gitmedi. on dokuzuncu yüzyıla gelince, hegel’in kendini beğenmiş ve akıcılıktan uzak dilini itici buldum ve ona hiç güvenemedim. sözcüklerden kurduğu dört duvar arasında tutsak kalıp abartılı el kol hareketleriyle meramını anlatmaya çalışıyor gibi geldi.

    araştırdıklarım arasında bulduğum hazine schopenhauer’di. öbürlerinin farkına bile varmadıkları, vardıklarında da tümü kapsayan bir uyum ve anlaşılırlıkla çözümleyiverdikleri, bizi gözle görülür bir biçimde alev alev saran dünyadaki acılardan, karmaşadan, ihtirastan ve kötülükten söz eden ilk oydu. sonunda, evrenin temelinde her şeyin iyiliğe yönelik olmadığını görebilecek yüreklilikte bir düşünür çıkmıştı. ne yaratıcı’nın tümüyle iyi ve bilge aleminden ne de evrenin uyumundan söz ediyor, sözü dolandırmadan insanlık tarihinin izlediği acı dolu yolun ve doğanın acımasızlığının altında temel bir hatanın yattığını söylüyordu. bu hata dünyayı yaratan iradenin körlüğüydü. söyledikleri benim daha önceki gözlemlerimi haklı çıkarıyordu. can çekişen hastalıklı balıklar, perişan tilkiler, donmuş ya da aç kuşlar ve çiçeklerle bezenmiş tarlalarda gizli, acımasız trajediler görmüştüm. karıncalar işkence yapa yapa solucanları öldürüyor, böcekler birbirini lime lime ediyordu. insanlarla ilgili deneyimlerim de beni, insanın özünde iyi ve temiz olduğuna inandıramamıştı. kendimi, bir hayvandan ancak yavaş yavaş
    ayırabildiğimi anlayabilecek kadar tanıyordum.

    schopenhauer’in karanlık dünya tablosuna tümüyle katılıyordum ama önerdiği çözüme değil. “irade” sözcüğüyle aslında tanrı’ya, yani yaratıcı’ya gönderme yaptığına kuşkum yoktu ve o’nun kör olduğunu söylüyordu. deneyimim bana, tanrı’nın bunları kendisine küfür diye almadığını, tersine, insanın parlak yönleri kadar karanlık ve tanrıtanımaz yönlerini de ortaya çıkarması için onu yüreklendirebildiğini göstermişti. bu nedenle, schopenhauer’in bakış açısı beni hiç rahatsız etmedi. gerçeklerin haklı çıkardığı bir yargı diye aldım bunu ama kuramında zihnin, iradeyi tersine çevirmek için bir imge olarak karşısına çıkmasının yeterli olacağını belirtmesi, beni iyice düş kırıklığına uğrattı. irade kör olduğuna göre bu imgeyi nasıl görebilecekti? gördüğünü varsaysak bile, imge, tümüyle iradesinin emeğini göstereceğine göre, tersine hareket etmesi için onu nasıl ikna edebilecektik? ayrıca zihin neydi? bir ayna değildi; insan ruhunun bir işleviydi. bir çocuğun, güneşin kamaşacağını umut ederek ona doğru küçücük bir ayna parçası tutması gibi bir işlev görüyordu. schopenhauer’in bu denli yetersiz bir yanıtla tatmin olmasına çok şaşırmıştım. bu nedenle, onu daha iyi irdelemek zorunda hissettim kendimi. kant’a olan yakınlığı beni giderek etkiledi. kant’ı okumaya başladım. özellikle de, arı usun eleştirisi adlı kitabı derin düşüncelere dalmama neden oldu. emeklerim boşa çıkmadı. schopenhauer’ın düşünce sistemindeki kusuru buldum. daha doğrusu, öyle varsaydım. metafiziksel bir ifadeyi bir varsayıma dönüştürmek gibi bağışlanamaz bir günah işlemiş ve bir sürü özellikler yakıştırmıştı. bunları kant’ın bilgi kuramından çıkardım. böylece, daha da aydınlanmış oldum. eğer bu olasıysa schopenhauer’ın karamsar dünya görüşü de olasıydı.
  • carl gustav jung'un türkçeye anılar, düşler, düşünceler başlığıyla çevrilmiş aniela jaffe'ye verdiği söyleşilerden düzenlenmiş yaşam kitabı. ondan bazı alıntılarım var:

    • oysa kişileşme yolundaysanız ve kendi yaşamınızı sürüyorsanız, hataları hesaba katmanız gerekir.

    güvenli bir yolda olduğumuzu düşünebiliriz, ama o güvenli yol yalnızca ölüme giden yoldur. güvenli sandığı yolu seçen biri bir ölüden farksızdır.

    • ayrıca insanın içinden geçen düşünceleri kendi gerçeği olarak alması ve onların akışını engellememesi gerektiğini de anladım. kuşkusuz bu düşünceler ya doğru ya yanlış sınıfına girerler ama bunlar insanı bağlamaz ve ikincildir çünkü düşüncelerin varoluşu öznel değerlendirmelerimizden çok daha önemlidir. ama değerlendirmelerimizi de bastırmaya kalkmamamız gerekir, çünkü onlar da bütünlüğümüzün varolan bir parçasıdırlar.

    • şimdi bile öyküler anlatmaktan, yani “bir mit yaratmaya çalışmaktan” öteye gidemem.

    tanrının kendisi dinbilimi ve bunun üstüne inşa edilmiş kiliseyi yadsıyordu fakat öte yandan da gene kendisi bir sürü şeye göz yumduğu gibi bu dinbilime de göz yumuyordu.

    maddecilik de dinbilim gibi inanılması gerekli bir şeydi, fakat karşıt bağlamda.

    • sonuçta, insan kendini yargılayamayan bir olgudur ve başkalarının iyi ya da kötü yargılarına bırakılmıştır.

    • çoğu zaman kocasını sevmeyen kadınlar kıskanç olurlar ve kocalarının dostluklarını engellemeye çalışırlar. kocalarının tümüyle onların olmasını isterler çünkü onlar tümüyle kocalarına ait değillerdir! kıskançlığın özünde sevgisizlik yatar.

    ruh, kavramlarda yaşamaz, yapılanlarda ve gerçeklerde yaşar.

    beyazlar hep bir şeyler isterler ve hep huzursuzdurlar. [kızılderililerden alıntılayarak]

    • hiçbir şeye artık boyun eğmemeliyiz. iyi’ye bile. iyi olarak nitelendirilen her şeye boyun eğdiğimizde, ahlaksal bağlamda iyilik niteliğini yitirir.

    iyi ve kötüyü birbirinin tam karşıtı olarak görmemeye özen göstermelidir. iyi ve kötü artık kesinliklerini yitirdiler.

    iyi ve kötünün göreceli olması, her ikisinin de geçersiz olduğu, ya da var olmadığı anlamına gelmez. ahlaksal kararımız yüzünden acı çekmemize hiçbir şey engel olamaz.

    • kendine hiç acımaksızın ne kadar iyilik yapabileceğini, hangi suçları işleyecek kapasitesi olduğunu anlamaya çalışmalı ve ikisinden birine gerçek, öbürüne de hayal gözüyle bakmamalıdır.

    • bizim kötülükten haberimiz yok, ama kötülük bizi sahiplenmiş.

    • bir mit yaşamıyorsa ve gelişmiyorsa ölmüş demektir.

    (ilk giri tarihi: 13.3.2017)

    (bkz: carl gustav jung/@ibisile)
    (bkz: sabina spielrein/@ibisile)
    (bkz: bakışlar mayalar tarihöncesi)
hesabın var mı? giriş yap