• günübirliğine yaşayan, yoksul, sevecen bir genç adam, yavaş yavaş, neredeyse kendiliğinden kurulan, ama hiçbir zaman sonu belli olmayan dostluk ve aşk ilişkileri, kısa süren sevinçler, kolay kolay dışa vurulmayan kuşkular ve acılar, bir de tüm bunları yansıtırken bizde tam bir gerçeklik izlenimi uyandıran alabildiğine yalın, ama aynı ölçüde duyarlı ve şiirli bir dil. (bkz: patrick modiano)
  • "du plus loin de l'oubli", patrick modiano'nun 1996'da yayımlanan bir romanı, çeviri tahsin yücel'e ait. stefan george'dan bir dize aynı zamanda. gene sade bir dil, paris sokaklarını arşınlayarak hüzün gölgeleri arasında anılarını arayan bir adamın öyküsü. yazar*, bu romanını peter handke'ye adamış.

    " oturduğum kanepe şimdi gölge altındaydı. küçük çimenlikten geçtim, güneşe oturdum. bir hafiflik duyuyordum içimde. hiç kimseye verilecek hesabım, dilenecek özürüm, fısıldanacak yalanım yoktu. "
  • sade ve derin olmayi birarada başarmış kitap. yüzlerce alıntı yapılabilir ama ille de bi tane yapmak gerekirse...
    "güneşli bir öğle sonu. porte de la muette'e gelmeden hemen önce, küçük parkta bir kanapeye oturmuştum. bu semt çocukluk anılarımı canlandırıyordu. saint-germain-des-pres'de bindiğim 63 numaralı otobüs porte de la muette'te dururdu ve boulogne ormanında geçirilen bir günden sonra onu akşamın altısına doğru beklemek gerekirdi. ama daha yeni başka anıları ne denli bir araya getirirsem getireyim, hepsi de yaşadığımdan iyice emin olamadığım bir eski yaşamın malıydı."
    anı yaşamak, anıları aramak, ait olmak üzerine birçok şeyi sakince anlatır. oku oku hemen biter ama etkisi uzundur
  • unutulması gereken, hatta hatırlamaya değer görünmeyen şeyler de kimisi için hayatın ana öznesi olabilir.

    bir süreçte kalır insan üzerinden yıllar yıllar geçse de...

    modiano çok vurucu bir kitap yazmış.

    (bkz: can yayınları)
  • “… yaşamımın ilk yirmi yılı toz olup dökülüverdi; bir gün kurtulacağıma hiçbir zaman inanmadığım bir ağırlık, bir kelepçe, bir semer gibi. işte böyle, bütün bu yıllardan hiçbir şey kalmıyordu artık.” s.119
  • kitabın başından sonuna kadar "filmi çekilse kesinlikle siyah-beyaz çekilmeli" diye düşündüğüm nobel ödüllü patrick modiano kitabı. fransızca orijinal adı: (bkz: du plus loin de l'oubli).

    yazar, bu kitabı kendisiyle aynı sene nobel edebiyat ödülüne layık görülen avusturya'lı yazar ve şair peter handke'ye adamış. sonuçta nobel'i eve götüren ise kendisi olmuş.

    can yayınlarından çıkan bu kitabı kimilerinin ilahlaştırdığı, kimilerinin de fransızca'ya zulmeden adam olarak nitelendirdiği dilbilimci, akademisyen ve yazartahsin yücel çevirmiş. ben tahsin yücel'in çevirisini çok beğendim. diğer çevirilerini de beğenen güruha aitim.

    siyah - beyaz rengi bana doğrudan geçiren bu kitap, tamamen hüznün kitabı. daha ilk cümleden son cümleye kadar hüznü beraberinde taşıyor. her modiano kitabında olduğu gibi dili açık ve yalın. olaylar son derece ağır, dingin hatta hantal yaşanıyor. zaman durmuş gibi. ihtiras, coşku, hırs çok düşük seviyede. soru sormak yok, çünkü sorulara verilecek cevaplar yok. karakterler halı gibi, enerjileri çekilmiş sanki. yazar bu duyguyu size de başarılı bir şekilde geçiriyor. bazı yerlerde sorduğunuz sorulara cevap almak için sayfaları hızlı hızlı geçseniz de, o sorulara cevap alamadığınızda hayal kırıklığı yaşıyor, hatta sinir oluyorsunuz. bu açıdan (sonunda bana geçirdiği his itibariyle) bana kalırsa stephan zweig'ın bilinmeyen bir kadının mektubu 'na son derece benziyor ve hatta sabahattin ali'nin kürk mantolu madonna'sına.
    kitabın dilini ise yusuf atılgan'ın aylak adam'ındakine ve anayurt oteli'ndekine çok benzettim. keşke nobel edebiyat ödülü'nü bu değerli yazarlar da almış olsalardı. bu kitabı okuduğum sürece aklımdan bir saniye olsun bu düşünce silinmedi ve beni başka bir taraftan hüzne boğdu.

    murakami'cilerin aksine modiano'nun nobel ödülü'nü almasını gayet yerinde buluyorum. bizi böylesi yalın dille kendini ve hikayesini çok güzel bir şekilde ifade edebilen yazarlarla da tanıştırıyorlar aynı zamanda, en güzel yanı da bu.
    ben kitabı beğendim, hüzünlü okumalar...
  • kitabı okuduğumda yıllar önce gezdiğim paris sokakları, aynı romandaki gibi geçmişin buğulu görüntüsüyle gözümde canlandı. herhangi, sıradan birkaç kişinin birbirini bulması neticesinde yaşananlar anlatılmasına karşın, orada, gezip gördüğüm şehirlerde saniyeler içinde yitip giden ve büyük ihtimal bir daha hiçbir zaman karşılaşmayacağım yabancıların hayatları hakkında bilgi sahibi olmak gibi, yani hani bir kafede oturup da, farklı bir dili konuşan, farklı bir kültüre sahip ve büyük ihtimal bambaşka bir hayat yaşayan şu adam, ne yapacak şimdi, günü nasıl geçiyor, hayattan beklentisi ne gibi saçma sorular sorular sorarsın ya, işte o soruların cevaplarını okumak gibi birşeydi benim için bu hikaye. kısa olmasından mı yoksa ustaca yazılmış olduğundan mı hiç bilmiyorum, ama bardaki tilt sesi, doktorun apartmanındaki kapıcıyla yaşanan diyalog, kuzey garı, ingiltere'deki yıkık dökük binalar, insanlarla dolu balkondan sokağa süzülen müzik sesi, eter kokusu, aylar geçmesine rağmen hala hafızamda duruyor. bütüne baktığımızda olayların birbirleriyle bağlantıları içerisinde neden-sonuç ilişkisi pek yokmuş gibi gözüküyor, beni çok rahatsız etmemesine rağmen, olaylar zincirlerine hep bir anlam yüklemeye çalışmışken, jacqualine'nin son bölümde asansörden inerken yazarı tanıdığına dair kurduğu cümle, belki de tüm hikaye boyunca yaptığı en anlaşılır hareketi açıklıyor olmasına rağmen (çünkü kocasının yanında tanıdığını belli edemezdi) gayri ihtiyarı artık bu anlamlandırma çabamı yitirmiştim. çünkü anlam yüklemenin artık bir önemi kalmamıştı, zaman geçiyor ve bu kısa hikayenin aslında yazılmamış karanlıkta kalmış birçok noktasıyla, hayat akıp gidiyordu işte. bir daha karşılaşmadılar, düşündüm bir daha hiç karşılaşmayacağım kişileri, ölmelerine gerek yoktu.
  • en kuvvetli ve bizi en çok etkileyen anılarımız, kısacık bir sürede yasadıklarımız olabiliyor bazen. bu durumu en güzel anlatan kitaplardan biri.
    zaman zaman beni godardın çılgın pierre'ine de götürdü, perecin seyler'ine de ama yaşattığı en yoğun his; sade ve derin bir hüzün oldu.
  • - güven uyandırıyorduk. hiçbir üstünlüğümüz yoktu, çok kısa bir süre için herkese, hiçbir zaman tutulmayacak belirsiz bir söz gibi, gençliğin verdiği üstünlüğü saymazsak.

    - o boşluk, serinlik ve hafiflik duygusu, fazlasıyla dar yatakta ikimiz, bizi bir burgaç gibi alıp götüren deviniler, çalar saatten daha çok çınlayan sesi. bana sen demişti. şimdi siz diyordu.
hesabın var mı? giriş yap