*

  • christopher marlowe'nin ruhunu şeytana satan* bir bilimadamının** öyküsünü anlattığı elizabeth dönemi tiyatro oyunlarının en önemlilerinden.
  • (ara: faust*)
  • bir tanrı bilim doktorudur. tanrının bahşettiği bilgiler yeterli olmayınca şeytanla oynaşmaya başlamıştır. ihtiras silindirlerinin altında ezilene kadar kuytuluktaki bütün kayalıkların altındaki zevkleri ve hedonist bilgileri yudumlar. ama sonra sabunlara tapan kirli bir gönül olarak tamamlar macerasını. marlowe faustus'a acımazken goethe acır ve oyununda affettirir onu. bu çok bayağı bir yazar atraksiyonudur bence. dersini vermiyeceksen niye yazıyosun be wolfang amca? marlowe daha yetkindir bence. çünkü tıpkı kendisi gibi yanar, yanar, yanar. yanabileceği kadar... sonra ruhunu postalar: cehenneme. en kısa yoldan. goethe gibi romantik değildir marlowe. şirin orospu çocuğunun tekidir. helal olsun derim ben marlowe'a .yaşasaydı shakespeare kıskançlıktan yazarlik tıkanması yaşardı heralde. bi de o yanı var tabi.
    iyi ki ölmüş de sahkespeare hamlet'i yazmış.
    sahi konumuz faustus'du değil mi? tamam..
    faustus'un başına gelenler hepimize ders olsun.
  • hemen birkaç ilgili bkz verelim:
    (bkz: transgresyon) (bkz: icarus)
    (bkz: ortaçağ) (bkz: rönesans)
    (bkz: din) (bkz: bilim)
  • ortacag ile ronesansin tam ortasinda kalakalmi$, ronesansa daha yakin gozukse de ortacaga dair de birtakim ozellikler gosteren bir adamin oykusu. tipik bir ronesans ozelligi olarak faustus bilgiye actir mesela ama buna ula$mak icin ortacagdan kalma bir bedel de oder. ayrica bu oyunun tur olarak trajedi olmasi da ilginctir, antik yunana donu$un kaniti olarak kabul edilebilir. ayrica oyunun sonu da tarti$maya aciktir, "neden boyle bitmi$tir" sorusunu adama tekrarlattirir durur, hatta birtakim kritikler bu sonun marlowe'un olumunden sonra oyuna sonradan ba$kalari tarafindan eklendigini iddia eder.
    ayrica blank verse ile yazilmi$tir.
  • goethe nin esinlendigi christopher marloweun eseridir kendisi.. doctor faustus un imandan cıkıp(ruhunu guce ve bilgelige satıp) sonra gotu sıkısınca .. allahım ben ettim sen eyleme bak kelime-i sehadet getirecem bak simdi anlastık mı diye ortalarda dolastıgı oyundur..
    yalnız baalzebub, seven deadly sins,mephistopheles , gibi afacan karakterilerin diyologlarının cok etkileyici oldugu sırf o yüzden okunabilecek bir eserdir...
  • thomas mannın eseridir.
  • 1540 ile 1585 arasında almanya'da çıkan bazı yazılardan anlaşıldığına göre johann faustus adında bir adam kendini büyücülüğe vermiş ve başarılı da olmuştur. 1488'e doğru doğmuş olan bu adamın , daha gençken gizli bilimlere yeteneği olduğu görülmüş , wittenberg veya heidelberg üniversitesinden ya hekim, ya da tanrıbilim doktoru olarak çıktıktan sonra köy köy, kent kent dolaşarak becerilerini halka göstermeye başlamış. sözde şeytan kayınbiraderiymiş (!) ya da yanında gezdirdiği köpeği şeytanmış. ünü gittiği yere kendinden önce varan doktor faustus'u bir gece würtemberg'te şeytan öldürmüş. yüzünde ki ifadeye bakılırsa acı dolu bir ölümmüş bu.

    bu durum doktor faustus'un ruhunu şeytana sattığı kanısını güçlendirmiş, kulaktan kulağa duyulan bütün büyücülük öyküleri bu adama yüklenmiş, faustus adı çevresinde bir söylence oluşmuş böylece. 1587'de çıkan faustbuch ile bu söylence son biçimini almıştır.

    alıntı lan bu!
  • dr. fasustus oyunundan hareketle, özgürlük ve yaratmak kavramları üzerine bir şeyler işte; bu oyunu çalıştığımız bir ara inceleme yazım olmuş idi.

    yaşam, kişinin ona kattığıyla yaşamdır. herkes yaşamı kendisini ve kavramları algılayış biçimine göre biçimlendiriyor. bu hayat içinde ne olduğumuz, her şeyden önce hayatın bizden önce koyduğu kurallara verdiğimiz anlam ve değerlerle alakalı. bizi kısıtlayan her ne varsa, aslında bizi kendi kendimizi yaratmaya iten de o. var olana inanmak; onu kabul etmek ya da bütün yaşamsal dış bilileri kendi süzgecimizden geçirip yeni bir form yaratmak seçeneklerinin açılımı aslında bütün sanatların ve ifade tarzlarının altında yatan.

    insandan daha üstün güçlerin olup olmadığı yaşamın en büyük tartışma konusu. en önce kim vardı? insan mı, yoksa tanrı mı? eğer tanrıysa, yaşamın sonunda ya ona geri döneriz, ya da var olduğumuz sürece gizli bir kadere karşı çıkış/özgürlük çelişkisini içimizde taşıyarak bizi biz yapan anlamların özünü oluşturmaya çalışırız. bu bağlamda yaratma kavramıyla birlikte anılabilecek tek yaratım nesnesinin “değer” olduğu su götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkar. yani insan kendi değerinin yaratıcısı mıdır, yoksa belirlenen istikamette prospektüs yardımlarıyla (ki bu prospektüs de ona “lütfedilmiştir”) yürümeye çalışan bir aciz midir?

    antik yunan’dan beri bu anlayış, yüksek tabaka insanlarının yüce acılarının kaynaklarına boyun eğişleri ile ifade ediliyor tragedya kavramı içinde. aşk olsun, gurur ya da riya olsun, her şeyin belirlenmiş bir çizgisi vardır. ve bu çizginin dışına çıkmaya çalışan hissiyatlar ya da bilinçler, kadersel olan ağır cezasıyla karşılaşırlar. temel, insanda bulunan ve kendi ürettiği her şeyin kendi kontrolünden çıkması gibi bir problemin etrafında çözüme ulaştırılır. olayın ağır ve acıklı bir hava içinde geçmesi de bu durumun bir göstergesidir aslında. “bakın; olacaklar bunlardır. duygularınızı ve ihtiraslarınızı kontrol altına almayı öğrenin, bu salondan çıkarken ana düzeni ve kendi düzeninizi bozacak şeylerden sakınma güdüsünü sağlayan bir arınmayı da yanınıza almış olun...”

    ama durum artık değişti. insan kendi içinde bulunan istemlerin -ki bunların en büyüğü de büyümektir; iktidar duygusu yani- yarattığı karmaşaların esiri olmuş, bunların acısını çekmiştir. özellikle özgürlük kavramının önceki çağlara nazaran gelişmiş bir yapıya ulaşmasıyla sorunların dibine inilmeye başlanmıştır. insan kendini çözme yolunda aşama kaydettikçe, içindeki katili daha iyi tahlil etmeye başlamıştır. tabi burada en büyük göreceli durum da her kişinin cinayetten anladığının farklı oluşudur. yani eğer iktidar tutkusu ve isyan birer cinayetse, ölen nedir? inanç mı, özgürlüğün önünü kesen yollar mı? bilginin ve zekanın iktidar koşulu olduğu düşünülecek olursa, insan pek tabii kendi kendinin de katili olamaz mı? olur. asıl şeytan, insanın içindeki meyildir. bu duruma ise, kendisi de bir tragedya kahramanı olan faustus’un cevabı açıktır. “her şeyi biliyorsun faustus; yapılabilecek her şeyi yaptın. ama yine de faustus’sun hala; bir insansın hala. uğraş, çaba göster ki, sen de bir tanrı olasın.”bu durumda önemli olan faustus’u yakmanın doğru olup olmadığıdır. her kişinin içinde bir faustus yok mudur; hep daha fazlasını isteyen? köle olan iktidarı düşler. iktidardaki dünya imparatorluğunu. bu ikisine bile düşmeyecek olan bilgin ise, haliyle tanrı olmak isteyecektir. atomu parçalayan, cep telefonunu bulan ve ay’a giden insan değil miydi? demek ki insanın durumu doğal bir tanrılık istemidir. tanrı ne yapmıştır? yaratmıştır. kimi? insanı. peki ya insan? genetik deneylerle insan yaratabilmeye doğru adım adım gitmekte olan bilim adamları, ya da kitle imha silahlarıyla muhalefeti tam olarak yok etme tasarısında olan askerler, ya da emperyalist-kapitalist politikalarla dünya üzerinde otorite kurma yolundaki devlet adamları insan değil midir? demek ki yok etmek, yaratmanın ilk koşuludur.

    bu durumda ortaya çıkan, yaratılmış olmanın acısını ve gurura yedirilemiyor oluşunu çeken insanoğlunun bu gücü kendi eline geçirmeye çabaladığıdır. internet’i yarattık, yüz binlerce kilometre ötede bulacağımız bilgilere sanal ağlarla saniyede ulaşıyoruz. internet bizim çok hızlı bir hizmetkarımız değil mi? yani ha internet, ha faustus’un mephistoteles’i (zaten dr. faustus oyununun aynı bu şekilde bir yorumlanışı da var.) başarabildiğimiz her hangi bir mevzu iştahımızı kabartıyor. insan olmanın asaleti midir bu yoksa zaafı mı? bilinmez, yani tabi şu yukarıda geçen görecelik kavramının varlığı altında olduğumuz sürece. zekamız ve bilgimiz iktidarımızı sağlayan hizmetkarlarken, aynı anda da bizi kendilerine bağladıkları için sonumuzu hazırlayan etmenlerin başında gelmiyorlar mı? sonuç, başarıysa, daha fazlasını; tamlığı aratır. yani bütün kavramların içinde eridiği bir sonuçsuzluktur arzu ettiğimiz. bütün soruların cevabını kapsayan tek alan olmaktır. bunun için tüm çağları ya da insanlığı yadsımayı gerektirse bile, bu böyledir. kimdir bu arayışın içinde olan, faustus mu, nietzsche mi? yeti ve güç tanrıya ve tanrısal olana ukalalık ya da bir başkaldırı değil midir? bu iki adam neye neden başkaldırdıklarını iyi biliyorlardı. faustus bir bireyin aynasında bütün insanlığı ameliyat masasına yatırıyor. nietzsche de, her ne kadar tanrıyı öldüren olarak bilinse de aslında çağında onu ölü bulmuştur. ve yaşlı adama zerdüşt’ün adıyla sorar: “tanrının öldüğünden nasıl haberin olmaz?” başkaldırı burada bireysel bir kaygının ya da arzunun nesnesi olmaktan çıkıp bütün insanlığın kurtuluşunu muştulayan bir çabaya dönüşür. nietzsche, hepimizin bildiği üst insan kavramını, çağını aşan ve yalnız kendisinin değil bütün insanlığın kurtuluşunu simgeleyen bir tanımla sunar. onu bir şeylerin yerine koyar nietzsche: kendi yarattığı baskının ve dogmaların sonucu olan amaçsızlığın... dünya amacından kopmuş, körün hareketlerini benimsemiştir. kör bir adamı ışığa koyalım, ışıktan ne anlayacaktır? bunu birisinin ona izah etmesi şarttır. ve tanrı ölmüşse, yeni bir tanrı gerekir. hayvandan başlayan, insanla devam eden ve üst insana ulaşılan bir köprüdür gelişim. yeni tanrı, dünyaya coşkuyla bağlanan ve kabul edilemez olanı büyük bir asaletle kabul eden insanın büyük acısından kaynaklanan bir isyanı doğru yöne itecek olan bir ışıktır. yoksa bu başkaldırı içindeki her şeye olduğu gibi bu başkaldırıya da tutsak olan insan kendi yıkımını hazırlayacaktır. modern insanın tragedyası da bu açılardan ele alınabilir ancak. bilinçsizce devinen, yücelme olduğu şeyin asıl yıkım olduğunu fark etmeyen insan, eylemlerine yeniden bir anlam kazandıracak olan yol göstericiye delice bir ihtiyaçtadır. asıl acı olan da bunun farkında olmamasıdır. kimse kendi birey düzleminde amaçsızlığı kabul etmez. ama bencillik, tepeden bakış yerine kendi gözlüğünün gösterdiğine körü körüne inanmaya itiyor insanı.

    bir rönesans insanının kim olduğu da önem taşıyor bu durumda. marlowe bir rönesans adamıydı. ve o dönemdeki yazarlara bakıldığında da onun yaşam tarzının ve algılarını biçimlendirişinin farkı ortaya çıkıyor. marlowe, oğlancıdır, kalpazandır, casustur, kutsala küfredicidir, küfürbazdır, kavgacıdır. bunu sadece lise tuvaletlerinde sigara içmeyi yüce bir marjinallik ve düzene başkaldırı olarak gören bir bilinçle aynı kefeye koymak da büyük bir haksızlık olacaktır. durum buysa, değerlendirmek gerek: marlowe’nin hayatını başlı başına bir başkaldırı olarak mı nitelemek gerekir? marlowe faustusla bir nevi kendini mi anlatmaya çalışıyor? tehlike ile hep burun buruna bir hayatı, uhrevi bir konumda değerlendirdiğimizde ortaya faustus mu çıkıyor acaba? bu noktada camus’a da kulak vermek gerektiği kanaatindeyim. insanın doğumuyla başlar uyumsuzluk; tutsaklık. öleceğimizi bile bile yaşamaktır elimizde olan. bu durumda intihar, bize haksızlık olanın doğrulanması olmaz mı? yaşamak gerek diyor camus. marlowe yaşıyor. marlowe’nin yaşamı bir birey yaşamıydı. ama tabi, marlowe da salak değildi hani. her insanın içinde bir inançsız; bir rahatsız vardır dedi. kutsalı reddetmek ve ona küfretmek, yazarımızda bir yöntem meselesi halindeydi. hiçbir şeye inanmadan yaşamak bir şekilde mümkündü: inançsızlığın yöntem olarak işletilmesi. marlowe’nin hayatına bakıldığında, kolayca görürüz rönesans insanının uhrevi isyanını. kilisedeki ayinlerin “kafa güzelken” yapılması gerektiğini iddia eden biri için bu bir yöntem anlayışı olabilir ancak. bu anlayış, insanlık düzleminde de faustus yaklaşımıyla değerlendiriliyor bu oyunda. çok basittir aslında mevzu. içki bütün kötülüklerin anasıdır. ama çakırkeyifken, hepimiz daha mutluyuzdur. yani rutin durumdan kurtaran ekstra bir durum kalıpları kırmaktaki ilk yoldur. içki içen ve sarhoş olan insan daha açıktır, toplumsal baskının hissiyatından kurtulmuştur; sevişmek, bağırıp çağırmak ister. aşk... sarhoşken daha rahat ilan-ı aşk etmez miyiz? ve aşk kimilerimize göre hayatın anlamı değil midir yani aşk? dürüst olmak gerek; objektif olmak.

    bize bilgiyi veren tarihtir. tarihin içine girildiğinde, süreçlerin anlamı daha iyi kavranır. neyin neyi kovaladığı açıktır tarihte. sen yaparsın, bana uymaz, bozarım. faustus da tarihin bir parçası; bir halk söylencesi; bir gerçek. nedir faustus’un tarihteki yeri? nedir goethe’nin bile bu konuyu işlemesinin altındaki gerçek ve nedir 21. y.y.da bir üniversite tiyatrosunun faustus’u denemekteki amacı? demek ki faustus bir şeylere işaret edebilmiş. evrenselliktir bunun adı. her dönemde her insanın, her toplumun ve her oluşumun hissiyatına, amaçlarına ve huzursuzluğuna bir şekilde ulaşan bir öngörüdür. insanın en temel problemine yönelen cesur bir mittir faustus. yunan mitolojisi’ne de bakmak gerek. hikayelerin çoğu tanrı-insan çekişmesinin uzanımlarıdır. hitler kendi döneminde almanya’nın tanrısı olmuştur. amerika şu anda tüm milletlere hükmeden bir devlettir. ingiltere değil midir zamanında “güneşin batmadığı ülke” olan. demek ki, yaratılan sistemlerin hepsi, kendi dışındaki alemleri himaye altına almaya, ya da en azından ondan kendi menfaatleri doğrultusunda yararlanmayı ilk amaç olarak kabul ediyor. faustus’u insan tarihinin canlı bir örneği olarak değerlendirmek gerektiği kanısındayım. faustus, kendini aşma ve dış alemlere dalma arzusundaki insanın tarihsel bir dökümanıdır. faustus’u bir bencil olarak nitelemek, en az onu insanlığın çığlığı olarak nitelemek kadar kolaydır. faustus kendi döneminde bir aykırıydı. ama içinde bulunduğumuz asrın insanı, artık son derece basitleşmiş olan bu aykırılığı bir yaratım sorunu olarak görmekte. asıl yaratıcının yer yüzü varlığı olduğu artık oldukça açık. tanrı, dünyayı ve dünyaya buyurandır. onu kalıplara sokandır. ama onun nimetlerini yaratıcı enerjiye dönüştüren ise insanın ta kendisidir.

    bu durumda, hepimizin kendimize soracağı tek bir soru kalıyor: içimizdeki faustusla ve faustusçuklarla yüzleşme gücümüz var mı? yüzleşmek ve aynı anda da objektif olmak kazanç mıdır, yoksa kayıp mı?

    ya da bu başarılabilir mi?
    bencillik nedir baba?
  • doktor faustus’un aklını çelen ne bilimdi, sonsuz olan..
    ne de mefistopheles idi dışarıya ötelere çağıran..
    bir örümcek-ağı idi.

    özdemir asaf
    yuvarlağın köşeleri
hesabın var mı? giriş yap