• bu yıl istanbul film festivali'nde onur ödülü alan ingiliz yönetmen terence davies'in 1988 yapımı ilk uzun metrajıdır. kısa filmlerini topladığı terence davies trilogy'i saymıyoruz elbette. bu ilk film denemesi cannes'dan fipresci ödülüyle dönmüştür. zira filmin tüm kareleri yıllanmış yönetmenlerin elinden çıkmış gibidir. 1940 ve 1950'lerin liverpool'unda yaşayan orta sınıf bir geniş ailenin hayatına odaklanır ve otobiyografik öğeler barındırır. gaddar bir baba, acı çeken bir anne ve çocuklar ekseninde gelişen hikaye iki ayrı bölüme ayrılır. babanın olmadığı dönem ailenin en mutlu dönemi olarak görünse de, o saf ingiliz melankolisi filmin her anına işlemiştir. öyle ki filmde insanı içine çeken hikaye, oyunculuklar vesaireden çok rüzgarda sallanan beyaz ev perdeleri, beyaz ve puslu ışık hüzmeleri, ailece hep birlikte ve film boyunca söylenen şarkılar, eski evler gibi çoğunlukla melankoliye hizmet eden unsurlardır. izlemeden anlaşılamayacak bir underrated'dir efendim.
  • 1988 altın leopar ödülünü schmetterlinge ile birlikte paylaşmıştır.
  • terence davies' in yönettiği pete postlethwaite, freda dowie ve angela walsh ın başrollerini paylaştığı 1988 yılı yapımı ingiliz filmi. 2 dünya savaşı ve sonrası ingilteresinde geçen filmimiz atını bile çocuklarından daha çok seven gaddar bir babanın ölümü sonrası ailesinin, çocuklarında büyümesiyle rahatlamasını anlatıyor. eski sararmış fotoğraf karelerini anımsatan film, dönemin ingiliz şarkılarını içtenlikli yorumlarıyla bizlere sunuyor. dönem filmi olmanın ötesinde unutulmuş bir şaheser diyebiliriz. seyredelim efendim seyrettirelim..
  • hatırlama eylemini taklit eden kurgusu, ışık oyunları ve ağırkanlı oyunculuk yönetimiyle hep bizim etrafımızda döndüğü hissini veren bir dönem filmi. film iki ardışık kısa filmin eklemlenmesiyle oluşmuş. iki filme de -10 yıllık bir zaman kaymasına rağmen- aynı hüzün hakim.

    filmde aile içi şiddet var fakat herkes sus pus. şiddet eyleminin öznesi baba figürü ölüyor. herkes yas tutuyor. en ufak bir tartışmanın bile ağzına ot tıkılıyor; çünkü desinler tanrısı buna çok kızıyor. ancak aynı tanrı insanları bir arada tutuyor. onlara aynı şarkıları ezberletip aynı mutluluğa kadeh kaldırtıyor. ve tüm bunlar olup bittikten sonra herkeste -izleyici dahil- tüm bu acıları yaşarken mutluymuşum hissi oluşuyor. kızamıyorsun kimseye.

    film farklı kültürler arasındaki evrensel temayı çok iyi yakalıyor. insan olmanın ortak hüznünü çok iyi yansıtıyor. iyi anlattığı bir diğer duygu ise uzaklaşan her sesin senden de bir şeyler götürdüğü gerçeği...
  • terence davis'in hüzün, mutluluk, acı, özlem ve sıradanlıklarla dolu fotoğraf albümü. filmi ne zaman seyretsem hiç tanımadığım bir insana ait fotoğraf albümünün sayfalarını çeviriyormuş gibi hissediyorum. yalnız bu albümde diğer albümlerden farklı olarak sadece mutluluklar yok; ağladıkları, acı çektikleri, özlem girdabına girdikleri, sessiz kaldıkları anlar da kaydedilmiş.

    --- spoiler ---

    mümkün olursa hayatımın sonuna dek hafızamın bir köşesinde saklamak istediğim açılış sekansında, müthiş bir yağmurun altındaki eve bakarken radyodan gelen sesleri dinleriz. evine içine konuk olmamızla birlikte evdekilerin isimlerini öğrenir ama kendilerini görmez, yalnızca seslerini işitiriz. ve kameranın hareket etmesiyle eş zamanlı olarak o muhteşem şarkı başlar:

    ''her yağmur damlası düştüğünde pencereme
    döktüğüm gözyaşları aklıma geliyor
    boş yere döktüğüm gözyaşları
    oturur güneşin açmasını beklerim ben de
    açıp hüznümü göstermesini
    seni tanıdığımda yağmur yağıyordu
    seni kaybettiğimde de yağmur yağdı
    bu yüzden her yağmur yağdığında hüzünleniyorum işte.''

    baba karakterinin kaybıyla açılışı yapılan ilk bölüm, yani ''uzak sesler'', seyirciyi tuhaf bir yas sürecine davet eder. bu yasın içinde yalnızca kaybın acısı yoktur, aslında onun varlığı bile müphemdir. davies'in anlatıyı doğrusal düzlemden çıkarıp ara sıra geçmişe yaptığı yolculuklardan anlaşılır ki korku ve baskıdan arta kalan kara bulutların gölgesi hâlen ev ahalisinin üzerindedir. hatta belki hiç kapanmayacak yaralar olarak içlerindedir. ancak geçmiş ile bugün arasındaki yolculuklar devam ettikçe tüm geçmişin gölgelerden ibaret olmadığını, o evde sevgi ve şefkatin de farklı biçimlerde bile olsa var olduğunu anlaşılır. üstelik var olanlar bunlardan ibaret değildir; çocukların babalarına karşı boyun eğmez tutumları ile birbirlerine olan bağlılıkları da dikkat çeker.

    ikinci bölüm, ''durgun yaşamlar'' ise çocukların yetişkinlik sürecine geçişleri ile başlayan yeni hayatlarını merkeze alır. geçmiş, şu veya bu şekilde, geride bıraktığı acı tatlı hatıralar ile geride kalır. ancak hayat devam ederken geçmişten çok da farklı olmayacak biçimde yeni güzel anılar, yeni şarkılar, yeni dostluklar ve muhabbetlerin yanında tecrübe etmeden geride bırakılması mümkün olmayan yeni sorunları da beraberinde getirir. fakat bunlar, artık yetişkin olan o çocuklar için yalnızca hayatın merhalelerinden biri olarak olağan biçimde karşılanır, yaşanır ve geride bırakılır. hayat, tıpkı geçmişte olduğu gibi yine akıp gitmektedir.

    --- spoiler ---

    davies'in, kamerasını genellikle yavaş hareket ettirmesi, ailenin evindeki misafirliğimizi olabildiğince uzatıp onlarla birlikte yaşamamızı sağlamak istercesine uzun çekimlere başvurması da filmin tadını iyice güzelleştirir. ayrıca birçok kere o eve, aileye ve arkadaş ortamlarına içeriden ve dışarıdan pencereler vasıtası ile bakış atmamızı sağlaması da farklı bir güzellik olarak hafızamıza kazınır. ''film ne anlatıyor?'' sorusunun cevabı ise şarkılara gizlenmiştir. her sahneyle, her olay ve durumla, neredeyse her duruş ve bakışla ilgili bir şarkı dinleriz.

    yönetmenin hafızasına kazınmış olanlardan önümüze getirdikleri hayata dair mühim ip uçları barındırmaz. görmediğimiz, işitmediğimiz konulardan bahsetmez. kendisini anlatır ve bir şekilde kendimize dair bir şeyler de muhakkak buluruz. ama bunun da bir önemi yoktur. sıradanlıklar da olağanüstü şekilde anlatılabilirler. mutlu anlar, beraber şarkı söylenen o eğlenceli akşamlar, tartışmalar, üzüntüler ve hüzünler gelecekte anımsamak için fotoğraf albümünde yerini alır. boş sayfalar doldukça yenileri de açılmaya devam eder ve bu böylece sürüp gider. her yaşananın izi ise mutlaka kalır. bu kaçınılmazdır.
hesabın var mı? giriş yap