• bayıldığım bir çehov hikayesi.
    "bir cümle ne kadar anlamlı, güzel kurulmuş olursa olsun, ancak tasasız, heyecansız kişileri etkileyebilir. mutlu ya da mutsuz kişilere her zaman yetmez. mutlulukla mutsuzluğun en iyi anlatış yolunun çoğunlukla sessizlik olmasının nedeni de budur. aşıklar birbirini sustukları zaman daha iyi anlarlar, mezar başında söylenen ateşli, duygulu sözler ancak yabancıları etkiler, ölenin arkada bıraktığı karısına, çocuklarına soğuk, yavan gelir."
  • mehmet özgül çevirisiyle:

    "karanlık bir eylül akşamı saat 1o'da çiftçiler birliği doktoru kirillov'un tek oğlu altı yaşındaki andrey kuşpalazından ölmüştü. doktorun karısı ölen çocuğun karyolası önünde yere diz çöküp kahrından bunalımlar geçirmeye başladığı sırada kapının çıngırağı acı acı çaldı.

    kuşpalazı salgınından korktukları için hizmetçilerin hepsine sabahtan izin vermişlerdi. kirillov ceketsiz, yeleğinin düğmeleri çözük bir durumda, terden sırsıklam yüzünü, asit fenikten yanmış ellerini silmeden kapıyı açmaya gitti. evin girişi karanlıktı; içeri giren adamın yalnız orta boylu olduğu, beyaz atkısı ile çok solgun yüzü seçilebiliyordu. adamın yüzü öylesine solgundu ki, hole girmesiyle içerisi aydınlanır gibi olmuştu.

    gelen adam çabuk çabuk;

    —doktor evde mi? diye sordu.

    doktor;

    —doktor benim, dedi. ne istiyorsunuz?

    beriki sevinçle bağırdı:

    —ya, sizsiniz demek?..

    bunun ardından karanlıkta doktorun elini aramaya başladı, bulunca iki eliyle birden sımsıkı sarıldı.

    —çok, çok sevindim!.. sizinle tanışıyoruz... ben abogin... sizi gnuçev'lerde görmek onuruna ermiştim... evde bulunmanıza öylesine sevindim ki!.. tanrı aşkına hemen bize gidelim. bu zahmeti esirgemeyin benden... karım tehlikeli biçimde hasta... arabam dışarıda hazır...

    adamın sesinden, hareketlerinden büyük bir heyecan içinde olduğu belliydi. yangından ya da kuduz köpek saldırısından zor kurtulmuş gibi soluk soluğa, hızlı hızlı konuşuyordu. bir şeyden korkup afallayan insanların yapmacıksız, içten, çocuksu ürkek tavrıyla söylediği kısa kısa, kesik kesik sözlerin çoğu gereksizdi, konuyla hiçbir ilgisi yoktu.

    —ya evde bulamazsam diye korkuyordum. buraya gelinceye kadar ruhum acılar içinde kıvrandı. tanrı aşkına giyinin de gidelim.

    bakın, nasıl oldu... aleksandr ivanoviç popçinski diye bir arkadaşım var... siz tanımazsınız... bize gelmişti... oturmuş, konuşuyorduk. sonra çay içmek için masaya geçtik... karım birdenbire haykırdı, göğsünü tutarak sandalyeye yığıldı. onu karyolaya taşıdık... şakaklarını nışadır ruhuyla ovdum, yüzüne su serptim, bir yararı olmadı... şimdi ölü gibi yatıyor... damar çatlamasından korkuyorum... gidelim... babası damar çatlamasından ölmüştü.

    kirillov dinliyor, rusça anlamıyormuş gibi susuyordu.

    abogin gene popçinski'den, karısının babasından söz etmeye, doktorun elini aramaya başlayınca doktor başını salladı, her sözü uzata uzata;

    —bağışlayın, ben gidemem... beş dakika önce... oğlum öldü, dedi.

    abogin;

    —sahi mi? diye fısıldayarak bir adım geriledi. aman tanrım, ne uğursuz bir zamanda gelmişim! şaşılacak kadar uğursuz bir gün... şaşılacak kadar! bakın şu rastlantıya! sanki mahsus!

    abogin elini kapının tokmağına götürdü, düşünceli düşünceli başını önüne eğdi. anlaşılan, kararsızlık içindeydi, ne yapacağını bilmiyordu. gitmeli mi, yoksa doktora yalvarmaya devam mı etmeliydi?

    adam doktorun elini yakalayarak ateşli ateşli;

    —beni dinleyin! dedi. durumunuzu çok iyi anlıyorum! tanrı tanığımdır, böyle bir zamanda böyle üzerinize düştüğüm için utanıyorum. ama başka ne yapabilirim? kendiniz takdir edin, kime başvurayım? buralarda sizden başka doktor yok... tanrı aşkına gidelim! kendim için ısrar etmiyorum... hasta ben değilim!

    ortalığa bir sessizlik çöktü. kirillov sırtını abogin'e çevirdi, biraz durdu, sonra ağır adımlarla holden salona geçti. kararsız kararsız, kurulmuş bir makine gibi yürüdüğüne, salondan geçerken yanmayan bir lambanın abajurunu özenle düzelttiğine, masanın üzerinde duran kalın kitabı karıştırdığına bakılırsa o dakikada herhangi bir amacı, bir isteği, belli bir düşüncesi yoktu; belki holde onu bir yabancının beklediğini bile unutmuştu. alaca karanlık salonun sessizliği şaşkınlığını daha bir artırmış olmalıydı. çünkü salondan çalışma odasına geçerken sağ ayağını gereğinden fazla kaldırıyor, eliyle kapının kasasını arıyordu. sanki yabancı bir eve girmiş ya da yaşamında ilk kez sarhoş olmuş gibi büyük bir şaşalama içindeydi, kendini bu yeni duyguya teslim etmişti. çalışma odasının bir duvarı boyunca, kitap dolu rafların üzerinde geniş bir ışık demeti vardı. bu ışık, asit fenik ile eterin ağır, ezici kokusuyla birlikte çalışma odasından yatak odasına geçilen kapının aralığından sızıyordu... doktor kendini masanın önündeki koltuğa bıraktı, ışık düşen kitapların sırtlarına uykulu gözlerle bir süre baktı, sonra kalkıp yatak odasına gitti.

    yatak odasına ölüm sessizliği çökmüştü. odada göze çarpan her şey biraz önce yaşanan kasırgayı, kasırganın yıkıntılarını anımsatıyordu; ama şimdi her şey dinlenmedeydi. taburenin üzerinde bir yığın şişenin, kutunun, kavanozun arasında duran mum ile konsolun üstündeki büyük lamba bütün odayı parlak bir aydınlığa boğuyordu. pencerenin önündeki karyolaya gözleri açık, yüzü şaşkınlık anlatan bir oğlan çocuğu yatırılmıştı. çocuk hiç kımıldamıyordu; açık gözleri her an daha çok koyulaşarak sanki kafasının içine, derinlere doğru gömülüyor gibiydi. ellerini çocuğun cansız gövdesi üstüne koyup yüzünü yatağın kıvrımları arasında gizleyen zavallı anne karyolanın önüne diz çökmüştü. o da çocuğu gibi hiç kımıldamıyordu, ama bedeninin bükülüşlerinde, kollarının duruşunda öyle çok canlılık okunuyordu ki! bütün varlığı, gücü, hırsıyla karyolanın üzerine bırakmıştı kendini; bitkin düşen bedeni için en sonunda bulabildiği bu rahat, dingin duruşu bozmaktan korkuyor gibiydi. yorganlar, bez parçaları, leğenler, yerdeki su birikintileri, sağa-sola atılmış fırçalar, kaşıklar, içinde kireç suyu bulunan şişe, boğucu ağır hava... her şey öylece donup kalmış, durgunluğa gömülmüştü.

    doktor karısının yanında durdu, ellerini pantolonunun ceplerine sokarak başını yana eğdi, gözlerini oğluna dikti. yüzünde bir umursamazlık vardı, ancak sakalında parıldayan damlalar onun biraz önce ağladığını belli ediyordu.

    gene de ölümden söz edilirken akla gelen o itici korku yatak odasında hissedilmiyordu. odadaki her şeyin öylece donup kalışında, annenin duruşunda, doktorun umursamaz yüzünde insanın içine dokunan, çekici bir şey vardı. biz insanların anlayıp başkalarına anlatmayı daha uzun süre öğrenemeyeceğimiz; sanırım, bunu yansıtmaya yalnız müziğin gücü yeteceği, insan kederinin güzelliğiydi bu; hissedilmesi oldukça güç, incenin incesi bir güzellik!.. aynı şey odanın gamlı sessizliğinde de kendini belli ediyordu. kirillov ile karısı ağlamayı bırakmışlardı, uğradıkları kaybın ağırlığı yanında durumlarının lirizminin de farkında gibiydiler. bir zamanlar gençliklerinin yitip gitmesi gibi, şimdi bu çocukla birlikte çocuk sahibi olma hakları da yok oluyordu. doktor 44 yaşındaydı, saçları ağarmıştı, epey yaşlı gösteriyordu; soluk benizli hasta karısının yaşı ise 35'ti. demek ki, andrey onların ilk ve son çocuklarıydı.

    doktorun yapısı karısınınkinden farklıydı, o, acı çektiği zamanlar hareket etmek isteyen insanlardandı. karısının yanında beş dakika kadar durduktan sonra sağ ayağını yukarı kaldıra kaldıra, yarısını büyük, geniş bir kanepenin kapladığı küçük odaya, oradan da mutfağa geçti. fırının, aşçı kadının yatağının yanından dolaştı, sonra başını eğerek alçak kapıdan hole çıktı. orada aynı beyaz atkı ve solgun yüzle karşılaştı.

    abogin onu görünce içini çekti, kapının tokmağını tutarak;

    —en sonunda gelebildiniz! dedi. gidelim lütfen!

    doktor irkildi, karşısındakinin yüzüne baktı, her şey! anımsamıştı. birdenbire canlandı.

    —beni dinleyin, gidemeyeceğimi söylemiştim. niçin anlamak istemiyorsunuz?

    abogin yalvarırcasına;

    —doktor, ben ruhsuz yaratık değilim! dedi. durumunuzu çok iyi anlıyorum. üzüntünüze katılıyorum tüm yüreğimle.

    elini boynundaki atkının üstüne koydu.

    —kendim için ısrar etsem haklısınız, ama karım ölüyor. çığlıklarını işitmiş, yüzünü görmüş olsaydınız, ısrarımın nedenini anlardınız. aman tanrım, ben de giyinmeye gittiğinizi sanıyordum. doktor, vaktimiz çok değerli! gidelim, yalvarırım, gidelim!

    doktor heceleri uzata uzata;

    —gi-de-mem! diyerek salona doğru bir adım attı.

    abogin peşini bırakmadı, kolundan yakaladı, bir dilenci gibi yalvarmaya başladı:

    —büyük üzüntünüz var, anlıyorum. ama sizi diş çekmeniz ya da hastanın durumunu şöyle bir görmeniz için çağırmıyorum; bir insanın yaşamını kurtaracaksınız. insan yaşamı her kederden üstündür! sizden dayanıklılık, özveri bekliyorum. insanlık adına!

    kirillov sinirlendi.

    —insanlık yalnız karşınızdakinden beklenmemeli! ben de aynı insanlık adına beni götürmemenizi rica ediyorum. böylesine hiç aklım ermedi, vallahi! ayakta duracak gücüm yok, siz tutmuş, beni insanlıkla korkutuyorsunuz! bu durumda sizin bir işinize yaramam ki! kesinlikle gidemem! karımı kime bırakırım? hayır, hayır!

    ellerini sallayarak salon kapısına doğru geriledi. korku dolu bir sesle;

    —hiç... hiç rica etmeyin! dedi. beni bağışlayın, lütfen! düsturun xııı. cildine göre hastanıza bakmak zorundayım, isterseniz beni yakamdan tutup götürebilirsiniz... buyurun, sürükleye sürükleye götürün! ama işinize yaramam ki... hatta konuşacak durumda değilim... affınıza sığınıyorum!

    abogin gene doktorun kolunu tuttu.

    —bunları bana söylemenize gerek var mı, doktor? xııı. ciltten söz eden kim? sizi zorlamaya hakkım yok benim. ister gelin, ister gelmeyin, sizin bileceğiniz iş. ancak ben duygularınıza hitap ediyorum. anlayın durumumu! genç bir kadın şu an ölüm döşeğinde. sizin de oğlunuz öldüğüne göre içinde bulunduğum dehşeti sizden daha iyi kim anlar?

    abogin'in sesi heyecandan titriyordu; bu titremede sesinin tonundan, kullandığı sözlerden daha fazla inandırıcılık vardı. abogin konuşmalarında içtendi, gelgelelim söylediği sözler beylik, ruhsuz, gereksiz derecede süslü kaçıyor; doktorun evinin havasını, öbür tarafta ölüm halindeki kendi karısını küçük düşürüyordu. kendisi de bunu hissetmiyor değildi, anlaşılmamaktan korktuğu için sözlerle değil de, hiç olmazsa ses tonunun içtenliğiyle karşısındakini inandırmak istiyor; sesine elinden geldiğince yumuşaklık, tatlılık vermeye çalışıyordu. sözlerin anlamı ne denli güzel ve derin olursa olsun çoğu zaman mutlu insanları da etkilemez, mutsuzları da. bunların etkisini ancak konunun dışındakiler, kayıtsızlar duyabilir. çünkü mutluluğun ya da üzüntünün asıl anlatımı suskunluktur. aşık olanlar birbirlerini en çok sessiz durduklarında anlarlar. mezar başında söylenen sıcak, coşkun sözler yalnız yabancıları etkiler, ölünün karısı ile çocuklarına hem soğuk, hem de önemsiz gelir.

    kirillov sesini çıkarmadan dinliyordu. beriki doktorluğun yüksek amaçlarından, özverili bir meslek oluşundan filan söz edince üzüntüyle;

    —gideceğimiz yer uzak mı? diye sordu.

    —on-on beş fersah kadar var. atlarım çok iyidir. şerefim üzerine söz veririm ki, sizi bir saatte götürür, getiririm. yalnız bir saat!

    son sözler doktorun üzerinde insanlıktan, doktorluğun yüce amaçlarından daha büyük bir etki yaptı. biraz düşündükten sonra; ,

    —peki, gidelim! dedi içini çekerek.

    hızlı, emin adımlarla odasına gitti, az sonra uzun setresini giymiş olarak geri döndü. sevinen abogin doktorun peşinden kısa adımlarla, ayakları birbirine dolaşarak evin girişine kadar yürüdükten sonra orada paltosunu giymesine yardım etti; birlikte dışarı çıktılar.

    dışarısı karanlık olmakla birlikte evin girişinden daha aydınlıktı. doktorun iri yapılı, kamburumsu uzun bedeni, ince, sivri sakalı, kemerli burnu loş havada açıkça seçilebiliyordu. abogin'in solgun yüzü ile kocaman kafasının tepesini güçlükle örten, öğrencilerin giydiği türden şapkası da... boynuna sardığı atkı önden beyaz beyaz görünüyordu, atkı arkadan uzun saçlarının altına gizlenmişti.

    doktoru arabasına bindiren abogin;

    —inanın, doktorcuğum, bu yüce gönüllülüğünüzü unutmayacağım! dedi. bir an önce varmalıyız eve. luka, yuvrum, elden geldiğince hızlı sür atları!

    araba hızla yola koyuldu. hastane avlusu boyunca uzanan bir dizi alçak yapının önünden geçtiler. her yer karanlığa gömülmüştü. avlunun derinliklerinden, ağaçlar arasından parlak bir ışık sızıyordu, hepsi o kadar. hastanenin üst kat pencereleri bile havadan daha soluk gözüküyordu. az sonra araba zifiri bir karanlığa daldı. buralarda mantar kokusu ile ağaçların hışırtısı duyuluyordu. arabanın gürültüsüyle uykularından uyanan kargalar doktorun oğlunun ölümünü, abogin'in karısının hastalığını biliyorlarmış gibi yapraklar arasında acı acı gaklayarak tedirgin bir kıpırdaşma başlattılar. işte tek tük ağaçların, çalıların gözüktüğü bir düzlüğe vardılar. üzerine karanlık gölgelerin çöktüğü bir göl donuk parıltısıyla ışıldıyordu önlerinde. kargaların boğuk bağırmaları gitgide gerilerde kaldı, sonra tümüyle kesildi.

    yol boyunca ne kirillov konuştu, ne de abogin. ancak bir keresinde abogin derin derin içini çekerek şöyle mırıldandı:

    —ne acıklı bir durum! insan ancak bir yakınını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığında onu sevdiğini anlıyor!

    araba nehrin üzerinden geçen bir köprüde ilerlerken doktor bir an irkildi, suyun şırıltısından ürkmüş gibi kıpırdanmaya başladı.

    üzgün bir sesle;

    —durun, beni geriye götürün! dedi. size sonra gelirim. karım evde yalnız. yanına bir hasta bakıcı bırakayım hiç olmazsa.

    abogin karşılık vermedi. tekerleri taşlara çarpa çarpa, yalpalayarak ilerleyen araba kumluk kıyıyı geçti; yoluna devam etti. kendi kederiyle baş başa kalan kirillov çevresine bakındı. arkada, yıldızların ölgün aydınlığında yol ile ırmak kıyısında alaca karanlığa gömülmüş söğüt ağaçları gözüküyordu. sağda, gökyüzü sonsuzluğuyla aynı ova uzayıp gidiyor, bataklıklarda öbek öbek turba ateşleri yanıyordu. solda ise yolla birlikte uzayıp giden, üzeri çalılıklarla örtülü tepeler vardı; bu tepeciklerin üstünde hafif bulutlarla çevrili, sisle kaplı bir yarım ay yükselmişti. bulutlar yarım ayı çepeçevre kuşatmışlar, kaçıp gitmemesi için tetikte bekliyor gibiydiler.

    bütün doğa bezgin, umutsuz bir bekleyiş içindeydi. toprak, karanlık odasında yalnız başına oturup kötü geçmişini unutmaya çalışan düşkün kadınlar gibi bahar, yaz günlerini özlemle anıyor; sanki kaçınılmaz kışın gelişini düşündükçe ürperiyordu. ne yana baksanız dibi görünmez, karanlık, soğuk bir çukura benziyordu toprak ana; bu çukur öylesine derindi ki, içinden ne kirillov çıkabilirdi, ne abogin, ne de kızılımsı yarım ay...

    araba eve yaklaştıkça abogin'in sabırsızlığı arttı. oturduğu yerde durmadan kıpırdanıyor, ikide birde ayağa fırlıyor, arabacının omuzları üzerinde ileriye bakıyordu. sonunda araba yol yol yelken beziyle kaplı, gösterişli merdiven sundurmasının önünde durdu. ikinci katın ışık yanan pencerelerinden gözlerini ayıramayan abogin'in soluk alışları hızlandı.

    doktorla evin holüne girerlerken ellerini oğuşturuyordu.

    —bir şey olursa... buna dayanamam, dedi titreyen sesiyle.

    ortalıkta çıt çıkmıyordu. sessizliğe kulak kabarttı.

    —gürültü filan işitmediğime göre şimdilik her şey yolunda demektir.

    gerçekten de ne bir ses, ne de ayak patırtısı duyuluyordu içeriden; her yer şıkır şıkır aydınlatıldığı halde bütün ev derin bir uykuya dalmıştı. o saate kadar yüzleri hep karanlıkta kalan doktor ile abogin artık birbirlerini inceleyebiliyorlardı. doktor uzun boylu, geniş omuzluydu, özensiz giyinmişti, yüzü çirkindi. kemerli burnu, pörsük cildi, kayıtsız bakışları, zencilerinki gibi kalın dudakları hoşa gitmeyen, acımasız, sert bir ifade taşıyordu. tarak görmemiş saçları, çökük şakakları, vaktinden önce kır düşmüş, arasından çenesinin derisi gözüken uzun, sivri sakalı, yüzünün sarımsı boz rengi, özensiz, sert hareketleri; kısacası tüm görünüşündeki katılık yaşamının yokluk-yoksulluk içinde geçtiğini, yaşamaktan, insanlardan bıktığını pek güzel anlatıyordu. onun ruhsuz tavırlarına bakarak bu adamın bir karısı olduğuna, çocuğu için ağlayabildiğine inanmak zordu.

    abogin ise bambaşka yapıda bir insandı. iri-yarı, etine dolgun, koca kafalı, sarışın bir adamı gözünüzün önüne getirin. yüz çizgileri kaba olmakla birlikte yumuşaktı, modaya uygun olarak zevkle giyinmişti. baştan aşağı düğmeli setresinin içinde duruşu, kabarık saçları, yüzü aslanlarınki gibi heybetli ve soyluydu. başı yukarıda, göğsünü kabartarak yürüyor; kulağa hoş gelen, tok bir sesle konuşuyordu. atkısını çıkarırken ya da saçını tararken yaptığı el hareketlerinde bir incelik, kadınsı bir zarafet vardı. hatta yüzünün solgunluğu, paltosunu çıkarırken merdivenden yukarı çocuksu bir korkuyla bakması soylu tavırlarını bozmuyor; sırtı pek, karnı tok, sağlıklı, kendine güvenli görünüşünden hiçbir şey kaybettirmiyordu.

    merdivenleri çıkarken;

    —kimseler görünmüyor, bir şey de işitilmiyor, dedi. ortalıkta telaş yok, her şey yolundadır inşallah!

    holden geçirerek büyük salona götürdü doktoru. burada siyah bir kuyruklu piyano duruyor, tavanından kılıfı içinde bir avize sarkıyordu. salondan geçip insana huzur veren, hoş pembe bir ışıkla hafifçe aydınlatılmış, küçücük, güzel bir oturma odasına girdiler.

    abogin:

    —doktor, burada biraz oturun, dedi. ben şimdi gelirim. gideyim de içeriye bir bakayım.

    kirillov odada yalnız kaldı. bulunduğu yerin şıklığı, çevresini saran hoş loşluk, yabancı, hiç tanımadığı bir eve serüven ararcasına gelişi onu hiç etkilemiyordu. koltukta otururken asit fenikten yanan ellerini incelemeye koyuldu. bir ara göz ucuyla bakınca açık kırmızı renkli bir abajur, bir viyolensel kutusu, saat tik-taklarının geldiği köşede ise abogin gibi oturaklı, tok görünüşlü, derisi samanla doldurulmuş bir kurt gördü.

    ortalıkta çıt çıkmıyordu... bitişik odalardan birinden, uzaktan birinin «a-a!» diye bağırdığı duyuldu, camlı bir kapı şangırdadı (camlı dolap kapağı olmalıydı), yeniden her şey sessizleşti. beş dakika kadar bekleyen kirillov ellerini incelemeyi bıraktı, gözlerini abogin'in çıktığı kapıya çevirdi.

    eşikte abogin duruyordu, ancak biraz önce çıkan abogin değildi bu. görünüşündeki tokluk, incelik kaybolup gitmiş; yüzü, elleri, tavırları belki korkunun, belki de bedensel bir ağrının getirdiği bir değişikliğe uğrayarak çirkinleşmişti. burnu, dudakları, bıyıkları, yüzünün bütün çizgileri kopup düşmek istercesine kıpır kıpır kıpırdanıyor; gözleri sanki duyduğu acının etkisiyle gülüyordu.

    adam ağır adımlarla gelip odanın ortasında durdu, öne eğildi, inledi, yumruklarını sarsarak bağırmaya başladı:

    —aldattı beni, aldattı! çekip gitmiş! popçinski denen soytarıyla kaçmak için hasta numarası yaparak beni doktor çağırmaya gönderdi! aman tanrım!

    birkaç adım daha yaklaştı, beyaz yumuşak yumruklarını doktorun burnuna dayadı.

    —gitmiş işte! kandırdı beni! peki, bu yalana gerek var mıydı? tanrım! aman tanrım! bu çirkin hokkabazlığa, bu kalpazanlığa, bu şeytanca iğrenç oyuna ne gerek vardı? ben ona ne yaptım ki! gördünüz mü, gitmiş!..

    gözlerinden yaşlar boşandı. bir ayağı üzerinde döndü, küçücük odada dolaşmaya başladı. kısa setresi, modaya uygun dar pantolonu içindeki bedenine göre kısa gözüken bacaklarıyla, koca kafasıyla, kabarık saçlarıyla gene de bir aslanı andırıyordu. doktorun kayıtsız yüzünde bir merak ışığı parladı, yerinden doğrulup abogin'i süzdü.

    —peki ama hasta nerede?

    abogin hem gülüyor, hem ağlıyor, bir yandan da yumruklarını sallıyordu.

    —ne hastası? hasta değil lanetli bir kadın o! aşağılığın, rezilin biriymiş meğer! hem öyle rezil ki, böylesi çirkin bir hareket şeytanın aklına bile gelmezdi! o soytarı herifle, o ahmakla, o maskarayla, o hokkabazla kaçmak için beni evden uzaklaştırdı! geberse de kurtulsam daha iyiydi! tanrım, buna nasıl dayanacağım?

    doktor başını doğrulttu, yaş dolu gözlerini sıktı, çenesinin ucundaki sivri sakalını sağa-sola oynatmaya başladı. bir yandan da merakla çevresine bakınıyordu.

    —ne demek oluyor bu, anlamıyorum! çocuğum öldü, karım keder içinde evde yapayalnız... kendim üç gecedir uykusuzum, ayakta zor duruyorum... ama basit bir güldürüde rol almak için buraya sürüklendim! an... anlamıyorum, neden geldim ben buraya?

    abogin yumruğunu açtı, içindeki buruşuk bir kağıdı yere fırlattı, böcek ezermiş gibi çiğnedi ayaklarıyla. sonra gene yumruğunu sallamaya başladı, dişlerinin arasından nasırına basmışlar gibi haykırdı:

    —ben de bir şey anlamış değilim! gözlerim körmüş meğer! evime her gün gelip gittiğini nasıl görmedim? bugün de kupa arabasına kurulmuş, geldi bize. niçin kupa arabasıyla? aptalım işte! anlasana niçin geldiğini!

    doktor homurdanıp duruyordu:

    —anlamıyorum! ne demek oluyor bu? insan kişiliğini küçük düşürmek, çektiği acılarla alay etmektir! böyle... böyle şey olamaz! hayatımda ilk kez karşılaşıyorum!

    kendisini ağır bir biçimde küçük düşürdüklerini yeni farkeden bir insan tavrıyla şaşkın şaşkın omuzlarını silkti, kollarını iki yana açtı, ne söyleyip ne yapmak gerektiğini kestiremeyerek yorgun bir halde koltuğa yığıldı.

    öbür yanda abogin ağlamaklı bir sesle söyleniyordu:

    —evet, anladık, benden bıktın, başkasını sevdin! ama bu yalana, bu haince, alçakça numaraya gerek var mıydı? niçin böyle davrandın? neden? ne yaptım ben sana?

    kirillov'a yaklaştı, ateşli bir sesle;

    —bakın, doktor, mutsuzluğuma istemeyerek tanık oldunuz! dedi. işte o yüzden gerçekleri gizlemeyeceğim sizden! yemin ederim ki bu kadını seviyordum; köle gibi, taparcasına seviyordum! onun uğruna her şeyi teptim, akrabalarımla bozuştum, memurluğu, müziği bıraktım, anneme, kız kardeşime yapamayacağım halde onun her kusurunu bağışladım. bir gün olsun yan gözle bakmadım ona, bozuşmaya neden olacak hiçbir şey yapmadım! durum böyleyken yalana gerek var mıydı? tamam, senden sevgi beklemiyorum ama niçin aldatıyorsun böyle bir adamı? madem sevmiyorsun, açıkça, dürüstçe söyle! gönül işlerine bakışımı bildiğine göre böyle yapmamalıydın!

    abogin bütün bedeni tir tir titreyerek yaşlı gözlerle içini döküyordu doktora. ellerini göğsüne bastırmış, ateşli bir sesle konuşuyor; hiç çekinmeden aile gizlerini açıklarken derdini dinleyecek birini bulduğu için seviniyordu sanki. bir saat, iki saat böyle konuşsa, bütün dertlerini dışarı dökse daha çok rahatlayacağı belliydi. kim bilir, doktor onu sonuna dek dinlese, dostça üzüntüsünü paylaşsa çoğu kez olduğu gibi, başına gelenlere katlanır, sesini çıkarmadan yazgısına boyun eğerdi. ama öyle olmadı. abogin konuşurken, küçük düşürüldüğünü anlayan doktor gözle görülecek kadar değişmişti. yüzündeki umursamazlık, şaşkınlık yavaş yavaş yerini gücenikliğe, öfkeye, kızgınlığa bıraktı. yüz çizgileri gitgide sertleşti; sonunda kırıcı, kaba bir adam olup çıktı. abogin güzel yüzlü ama rahibe gibi anlamsız, ruhsuz bir kadının resmini doktorun gözlerine doğru uzatıp, bu yüze bakarak onun yalan söyleyeceğine inanmak mümkün mü, diye sorduğunda birdenbire ayağa fırladı, gözlerinde şimşekler çakarak yumruğunu masaya indirdi.

    —bunları bana ne diye anlatıyorsunuz? sizi dinlemek istemiyorum! hayır, istemiyorum! ailenizin aşağılık gizlerinden bana ne! canınız cehenneme! bu basitliklerle kafamı şişirmeyin! yoksa yeteri kadar hakaret görmediğimi mi sanıyorsunuz? uşağınız mıyım ben, durmadan aşağılayacaksınız?

    incitici, kaba sözlerini örse vurur gibi dan dan söylüyordu.

    abogin, kirillov'un karşısından geri geri çekildi, şaşkınlık dolu gözlerini ona dikti.

    doktor, sakalı tir tir titreyerek;

    —beni buraya niçin getirdiniz? dedi. keyfiniz gelince evleniyor, keyfiniz gelince kuduruyor, keyfiniz gelince melodram oynuyorsanız... bunlardan bana ne? gönül serüvenlerinize karıştırmayın, rahat bırakın beni! soylu zenginliğinizle caka satın, yüce düşüncelerinizle oyalanın, (viyolonsel kutusuna göz attı) konrtbasınızı, trombonunuzu çalın, iğdiş horozlar gibi yağ bağlayın ama insanlarla alay etmeye kalkışmayın sakın! başkalarının kişiliğine saygınız yoksa onlardan uzak durun hiç olmazsa!

    abogin kızardı.

    —peki, ama bütün bunlar ne demek? diye sordu.

    —şu demektir ki, insanları böyle oyuncak yerine koymak rezilliğin ta kendisidir, alçaklıktır! ben doktorum. siz doktorlara, çalıştırdığınız kişilere, genelde lavanta, fuhuş kokusu almadığınız insanlara uşağınız gibi davranıyor, onlara değer vermiyorsunuz. varın öyle davranın ama acı içinde kıvranan biriyle oyuncak gibi oynama hakkını kimse vermiyor size!

    abogin alçak sesle;

    —bana bunları söylemeye nasıl cüret ediyorsunuz? diye sorarken yüzünün öfkeyle kıpırdandığı görülüyordu.

    doktor bir daha yumruğunu masaya indirdi.

    —hayır, siz söyleyin! üzüntümü bile bile bayağılıklarınızı dinlemem için beni buraya nasıl getirirsiniz? başkasının kederiyle alay etme hakkını kim verdi size?

    abogin;

    —delirmişsiniz! diye bağırdı. sözleriniz yüce gönüllülüğe sığmıyor! ben kendim de büyük bir mutsuzluk içindeyim ve... ve...

    doktor alaylı alaylı güldü.

    —mutsuzluk içindeymiş!.. bu sözü ağzınıza almayın, yakışmıyor size! senet karşılığında borç para bulamayan haylazlar da mutsuzdurlar. fazla semirmekten soluk alamayan iğdiş horozlar da... sefil insanlar!

    abogin çığlık çığlığa bağırmaya başladı:

    —sayın bay, kendinizi kaybediyorsunuz! böyle sözler için... tokat atılır! anlıyor musunuz?

    ardından elini yan cebine soktu, oradan çıkardığı cüzdanından iki adet kağıt para çekerek masanın üstüne fırlattı.

    öfkeden burun kanatları oynuyordu.

    —işte vizite paranız! dedi. ücretiniz ödenmiştir!

    doktor paraları masadan elinin tersiyle yere süpürdü.

    —bir de para mı ödüyorsunuz? hakaret etmek için para verilmez!

    abogin ile doktor karşı karşıya durmuşlar, hak etmedikleri hakaretleri yağdırıyorlardı birbirlerine. herhalde hiçbiri sayıklarken bile bunca haksız, acı, saçma söz söylememişti. her ikisinde de mutsuz insanların bencilliğinin baş gösterdiği anlaşılıyordu. çünkü mutsuzlar bencil, kinci, acımasız olurlar, kolaylıkla haksızlık yaparlar, birbirlerini anlamayacak kadar ahmaklaşırlar. mutsuzluk insanları birleştirmez, birbirinden koparır; üzüntülerin benzer olduğu, karşılıklı yakınlaşmanın beklendiği durumlarda bile hallerinden oldukça memnun insanlarda görülenden çok haksızlık, kötülük yapılır.

    doktor boğulurcasına;

    —beni hemen evime gönderiniz! diye bağırdı.

    abogin sert bir hareketle çıngırağı çaldı. çağrısına kimse gelmeyince gene çaldı, sonra çıngırağı öfkeyle yere fırlattı, çıngırak halıya çarptı, can çekişir gibi acı acı inledi. uşak geldi.

    abogin yumruklarını sıkarak adamın üzerine yürüdü.

    —neredesiniz, kahrolasılar? deminden beri niçin gelmedin?.. git, söyle, bu efendiye faytonu, bana da kupa arabasını koşsunlar!

    uşak gitmek üzere döndüğü sırada;

    —dur! diye bağırdı. yarın evde sizin gibi hainlerin hiçbiri kalmayacak! hepiniz defolun! yeni uşak tutacağım! alçaklar!

    arabaların hazırlanmasını beklerlerken abogin de, doktor da susuyordu. abogin gene tokluğunu, eski inceliğini, zarif tavırlarını takınmıştı. küçük odada dolaşırken kibarca başını sallıyor, herhalde kendi kendine bir şeyler kuruyordu. aslında öfkesi yatışmamıştı ama düşmanına aldırmıyor gibi bir tavır içindeydi. doktorsa ayakta dikiliyor; bir eliyle masaya dayanırken yalnız üzüntü, mutsuzluk içinde olanların karnı tok, sırtı peklere, incelik düşkünlerine karşı yaptıkları gibi, biraz saygısız, çirkin kaçan, yoğun bir küçümsemeyle süzüyordu karşısındakini.

    az sonra faytona binip yola çıktığında doktorun gözlerinde aynı küçümseme okunmaktaydı. bu eve geldikleri zamankinden daha karanlıktı ortalık. kızıl renkli yarım ay tepenin ardına saklanmış, onu gözetim altında tutan bulutlar yıldızların arasına parça parça dağılmıştı. biraz sonra kırmızı fenerli bir kupa arabası arkadan yetişip doktorun arabasını geçti. başına gelenlere isyan eden, kim bilir hangi budalalıkları yapmaya hazırlanan abogin'di arabanın içindeki.

    doktor yolda giderken karısını, oğlu andrey'i değil, abogin'i, biraz önce ayrıldığı evde yaşayan insanları düşünüyordu. düşünceleri haksızdı, insanlığa yakışmayacak derecede acımasızdı. abogin'i, karısını, popçinski'yi, bu toz pembe loşluk içinde yaşayan, lavanta kokulu insanların topunu birden suçlu buluyor; yol boyunca onları aklından çıkarmazken nefret duyuyor, tüm yüreğiyle onlardan iğreniyordu. bu insanlar hakkında kafasında sarsılmaz bir kanı yerleşmişti.

    zaman geçecek, kirillov üzüntüsünü unutacaktır. ama bu haksız, insanlık onuruna yakışmayan kanı sarsılmayacak, doktorun aklından mezara kadar çıkmayacaktır."

    (anton çehov, bütün öyküler cilt 3, cem yayınları)

    (bkz: öykü/#138069570)
hesabın var mı? giriş yap