*

  • başkasının rüyaları (tankut pilav/ camgöz yayınları sayfa 128)

    bizim evde devamlı uyuyuyan birkaç adam var, onları pek tanımıyorum sabahları genelde eve geldiğimde uyuyorlar. ben yattığımda ise evde çıt çırt sesler kalıyor geriye. bu adamlar kim? ne rüyalanıyolar? devamlı bir huzursuzluk hali içindeyim. eski evsahibim neden ortalarda yok?
  • cemil kavukcu'nun öykü sevenlerce kacirilmamasi gereken eseridir. birbirinden farkli öykülerin tamamini okudugunuzda damakta roman tadi da birakan farkli bir seyler okudugunuzu ayrimsarsiniz.
    öykü severler disinda öykü yazan ya da yazarliiga bir sekilde bulasmis, bulasacak herkesin ilgisini hak eden, ilham veren can yayinlarindan cikmis bir öykü kitabidir bu.
  • bu kitap oyle oykulerden olusuyormus ki bitirdikten iki gun sonra bile insan etkisinden cikamiyormus, kaptani, sefil'i, nur'u ve kargalari dusunup duruyormus.
  • cemil kavukçu'nun okurlarina en efendi haliyle 'titreyin ve kendinize gelin' dedigi, bence yaraticilik anlaminda önemli bir kilometre tasi olabilecek kitabi. bu kitap, buluscu yazar oldugunun iyi bir kaniti.
  • cemil kavukçu'nun, 2000'li yıllarda kendi sesini bulduğunu gösteren kitabı. kavukçu bu kitapla dilde sadeliği, anlatımda rahatlığı yakalamak için yapaylığa başvurmaktan kurtulup dupduru bir dil yakalamış. kitap, zekice ama zeka gösterisine dönüşmeyen kurgusuyla türkçenin en güzel öykü kitaplarından biri sıfatını hak ediyor. cemil kavukçu sait faik hikaye armağanı'nı uzak noktalara doğru'yla değil, başkasının rüyaları'yla alsaydı keşke.
  • cemil kavukçu'nun 9 hikâyeden mürekkep kitabı. ilk altı hikâye birbirinden bağımsız dursa da son üç hikâyeyle beraber yazar, hikâyelerin çatı hikâyelerini inşa edip bir sonrakinde tekrar bozuyor. okuru da sürekli şaşırtan bir yapı yaratıyor. fakat, biçime verilen önem, sanki içeriyi biraz göz ardı ediyor gibi. en son yazarı, yaratıcı yazarlık atölyesi ilanında gördüm. "hikaye şöyle yazılır"a kitlenen yazarlardaki içeriğin hafifsenmesine düşüyor gibi.
  • sadece bu vakitlerde doğan hüznün artık ampulün karamsar beyazının ya da hastalıklı sarısının yakılışıyla değil, her şeyin yeniden yaratıldığını hissettiren şafak vaktinde bile içimde oluşuyla buradayım.
    deniz kabuğuna bile konuşsam balığın duyma ihtimaline karşı konumlanışım, daha da kötüsü bu ihtimali arzulayışımdan sebep şimdi tüm düşünceleri, geçtiğim yollarda düşürmüş gibiyim. işbu ayna karşısında yapılan sohbetin sözlerini yazabilmenin yolunu geldiğim yere doğru yürümekle bulabilirim, belki.
    ben gerisin geri yürüyedururken size bir başkasının rüyasını anlatmalıyım çünkü başkasının rüyasında gördüğü o bilinmeyen yüzün, o yaşamın bizimki olmadığını nereden bileceğiz?
    içerideydi:
    dizlerini karnına çekmiş, ellerini çenesi ile dizleri arasında bir yere kilitlemişti. kendini öne doğru büktükçe büküyor, yeterince küçüldüğünde geldiği yere sığacağına neredeyse inanıyordu. o sırada sağ eli farkında olmadan göbek deliğine doğru gitti. deliğin içe bükülmüş boşluğuna dokunduğunda bunun mümkün olmadığını hatırladı fakat içinden göbek deliğinden girip de kordonun ucunu çekip çıkarmak geldi. neredeyse işaret parmağını sokup sonun başını buluncaya dek ileri gidecekti ki o an gözlerini açtı. yorganının içindeydi ve gözlerini açtığında bulduğu yer karanlıktı, biraz beklediğinde bu kızıl bir karanlığa dönüşecekti. işte onu mümkün olmayana sığdırmaya çalışan tam da buydu. cenin halinden kurtulup bacaklarını açacaktı ki üzerinde bir ağırlık hissetti. yorganı kafasından sıyırdı ve yatakta yükseldi. o sırada ellerini, içinde kaybolmuş gibi durduğunu şimdi gördüğü yorganın ona yakın taraflarında gezdirdi. bu yumuşaklık, bu aşina olduğu yumuşaklık onu bazen öyle kendinden geçiriyordu ki, hiddetlenip tüm yorganı göğsünde toplayarak, kolları arasında yumuşaklığı hissetmeyecek kadar sıkıştırıyordu. bu, annenin, bir zamanlar dudaklarınla döndüğün göğsüne kulağınla dönmek, bir bebeğin yanağı ile boynu arasındaki bir nefeslik durma süresinde yüzünü yıkamak ya da sevdiğinin karnına başını koymak gibidir. bu yumuşaklık, ardındaki boşluğun ve kayganlığın kırılganlığına rağmen huzur bulduğun o güvenli tek yere kısa bir yolculuk yaptıran kapılardır. sıyrıldığı yerlerdeki sıcaklıktan dışarıda onu bekleyen soğuklara doğru ellerini gezdirmeye devam ederken bir şey fark etti ama hâlâ fark etmesi gereken şeyi fark etmedi. yorgan katmanlıydı, sanki bir değil bir sürü yorganın içindeydi. bu darmadağın ve iç içe geçmiş görüntü anlamsızdı çünkü o, yorganı hiç bozmadan içine gömüldüğünü düşünüyordu. belki de bu düşüncede haksız olduğu tek bir şey vardı, o da onu hiç bozmadığıydı. önünde karışmış kolye zincirleri gibi duran yorganın altında ayağıyla geriledururken fark etmesi gereken şeyi tekrar hissetti, o ağırlığı. yorganı kaldırmaya, ağırlığın kaynağını aramaya başladı. anlaşılan onunla birlikte yatakta olan başka bir şey daha vardı. yumuşacık, kimi yerleri sıcak, kimi yerleri soğuk olan bu boğuşmanın arasında eli, az önce bahsettiğim kapılar içinde saymayı unuttuğum için oldukça utanç duyduğum bir başka yumuşaklığa ulaştı. parmaklarının uçları tüylere değdi, onlarda gezindi. kendini kapının ardına atacak, yüreğini sıcaklık ve güvenle dolduracak o başka şeyi tanıdı. bir kediydi bu ve kim bilir belki o da, bu engebeli yorganın içinde kıvrılarak, geldiği yere geri dönmeyi düşlüyordu. ona daha ulaşamadan kaburgalarının üzerine yatırdığı ve minik kalbini kendi kalbi üzerinde hissettiği anın hayalini kurmuştu bile. bir anda iki şeyin benzerliğini düşündü: yeni doğmuş bir bebeğin neredeyse kırkına kadar olan süreçte kıkırdak oluşunun yarattığı tansiyon düşürücü hassasiyet ve önlenemez rahatsızlık hissiyle, bir kediyi iskeletinden bağımsızmış gibi toparlayarak kaldırma ve kucaklama anının yarattığı bükülebilir hissin benzerliğini. ikisinde de çok fazla boşluk olmalı diye düşündü. tüm bu boşluk, akışkanlık ve sıcaklık huzur dolu bir yumuşaklığı, kalbin bile konaklayabileceği bir yeri oluşturuyordu. düşüncelerden heyecanla sıyrılıp, yatağın üzerinde kalktı, yarıklar gibi duran yorgan kıvrımları arasına gömülü kediyi kavramak için elini şefkatle, şişkin gövdesinin altına geçirecekti fakat onun soğuk, bedeninin, yorganın en uzak taraflarından bile soğuk olduğunu fark etti. bir anda tüm bu yumuşaklık ve akışkan hâl ona öyle tiksinç geldi ki, sadece canlılığını yitirmiş oluşundan dolayı bir huzur imgesi kaybetmemiş, onu midesinden ağzına doğru bir baskıya sebep olacak yeni bir imgeye çevirmişti. dehşetle yorganı savurmuş ama şimdi varlığını daha da hissettiği katmanlar arasında onu kaybetmişti. hemen kendini yataktan atmak, kedinin ölü ve neredeyse sıvı yumuşaklığını her yerinde hissettiği yorgandan kurtulmak istiyordu. ama ayrılamıyor hatta gittikçe yorganın içine, o yarıklara gömülüyordu. içinde olduğu bir zarı yırtmak istercesine çırpınıyor ama ne yorgandan ne de yorganın üstünde hissettiği o tiksinç ağırlıktan kurtulamıyordu. kedi içeride bir yerlerdeydi. üzerindeki katmanların arasında belki bir kıvrım sonra ötedeydi. yorganın içi git gide kızıl bir karanlığa bürünüyor, her şey ıslak, yapışkan ve kaygan hissediliyordu. bir an düşündü, kedinin en son hissettiği ipeksi tüyleri yorganın altında ıslanınca nasıl bir hâle gelecekti? bunu düşündükçe midesi boğazına bir yumruk atıyor, vücudu bu sancıdan dolayı cenin şekline bürünüyordu. eliyle başının üzerindeki yorganı yokladı, sağına döndü, soluna döndü yokladı ve kedinin ölü bedeninin kıkırdak ve yaygın yapısını yorganın altından hissetti. delirmişçesine hareket ediyor ve artık yüzlerce olduğunu düşündüğü yorganı kazımaya çalışıyordu.
    o döndükçe bir yerlerde fazladan yumuşak bir doku hissediliyor, eziliyor ve ölü bir bedenin salınmış uzuvlarının sertliği bir yerlerine batıyordu. bedeni içindeki boşlukta yüzdüğünü düşündüğü tüm o kemikler karşısında kedinin hakimiyetsiz oluşu fikri, bu kızıl karanlık içindeki hiçbir şeyi kolaylaştırmıyordu.
  • (bkz: #97870424)
    bazen böyle rüyalar görüyorum. koyusu kırılmış bir karanlık dolunca odaya, uyanıyorum. hep aynı saatlerde, bir aralıktan belli belirsiz bir ışık sızıyor içeri. garip şeyler oluyor. mesela; geçesi saatiyle aynı olduğu vakitlerde zamanı merak ediyorum. hâl böyle olunca saate her baktığımda ikiz sayılar görüyorum. sanki saati aynaya bakarken yakalıyorum. dördü dört geçince sabah, hiç ayak basılmamış karlı bir ova gibi geliyor. rüyaların ardından sabahın getirdiği düşünceler, ayak izinin olmadığı, gölge düşmemiş karlı bir ovanın beyazı kadar boyutsuz, sanki biliniyor ama kavranamıyor. onlara uzun uzun daldığımda, son hatırlananın rüya, karanlığın o saatinin sabah, karın beyazlığının soğuk, sabah gelen düşüncelerin de bir sır olduğunu bilirim. dediğim gibi, bilirim ama kavrayamam. güneşin odanın içine dolmadığı bir ânı sabah sayamam, ayak basmadan gördüğüm beyazın soğuk olduğunu hissedemem, düşündüğüm şeylerin de ne olduğunu gün doğunca hatırlayamam. yine de gidip aynada kendime, sonra da yerinde duruyor mu diye yüzüme bakardım eskiden. bildiğim ama kavrayamadığım bazı şeyler gibi yüzümün de yerinde durduğunu biliyorum. bu sebeple artık yüzüme bakmıyorum.

    işte adımı söylüyor gecesinde biri
    ve seher vaktinde gelen mısra gibi
    dinliyorum:
    unutmayı sorarak uyandığımda,
    adımın yanı boş hâlâ
    tırnak oyuklarımda.
  • enfes bir kitap. öykü dersem öyküye haksızlık yapıyormuş, roman dersem romana haksızlık yapıyormuş gibi hissediyorum. belli bir türe hapsetmenin yazara saygısızlık olacağını düşünecek kadar büyüleyici buluyorum eseri.

    cemil kavukçu'nun 2003 yılında yayımlanan eseri başkasının rüyaları. isminden de anlaşılacağı üzere rüya ve başkası önemli bir yer tutuyor öykülerde. hatta diyebilirim ki rüya-gerçeklik, belirsizlik-kesinlik arasında gidip geliyor öyküler.

    kavukçu'nun 9 öyküden oluşan eserinde tüm karakterler birbirine bağlı olarak öykülerde karşımıza çıkıyor. bir nevi roman gibi; karakterler karşılaşıyor, önceki öyküde yaşananlar hatırlanıyor, geçmiş-gelecek arasında geziyor. hâliyle son öyküyü okuduğunuzda başa dönüyorsunuz. kitap bir nevi sizi sürekli başa döndüren bir yapı üzerine kurulmuş.

    roman gibi dedik ama öyküler birbirinden çok farklı mekânlar, farklı konular, temalar ve karakterler ile gelişiyor. buna rağmen yazar, karakterleri hiç sırıtmadan bir araya getirebiliyor. yazarın, anlatıcı olarak özellikle sonlara doğru 'yazar' kimliğiyle yer aldığını ekleyelim. yazarın yani anlatıcı-yazarın öykülerde temel meselesi de kurmaca-gerçeklik ayrımı oluyor.

    yani kısacası anlattıkça karmaşık bir yapıya bürünüyor kitap. her şeyiyle belirsiz, iç içe, yoğun bir düşselliğin hakim olduğu; her öyküsüyle bütünlük oluşturan, oldukça etkileyici bir yapıya sahip bir kitapla karşı karşıyayız.

    en beğendiğim iki öyküyü de yer vereyim: çiçekler ve kitaba da ismini veren başkasının rüyaları.

    cemil kavukçu'nun özgünlüğe ulaştığı, türk edebiyatının en önemli kitaplarından birisi başkasının rüyaları. daha çok konuşulması dileğiyle.
hesabın var mı? giriş yap