• makro bakış açısından çoğunlukla doğru, mikro bakış açısından çoğunlukla yanlış bulduğum görüş. milyonlarca insanın kollektif yaşayış biçimi insandan kaynaklanıp kişilerden bağımsızdır, bu bağlamda teker teker insanların olayların gidişatında büyük bir önemi yoktur.

    öte yandan birebir insan ilişkilerinde ve kişisel açıdan, toplum görüşü, bireyin baskısı altında ezilebilir elbet. zira iki, üç veya dört kişi, bireylerden bağımsız bir varlığa dönüşmekte zorlanır. kişisel seçimler, olayların gelişimini takip etmekteki esas kıstas oluverir.
  • 1960'li ve 70'li yillarda avrupa solu icinde yapilmis bir tartisma bu aslen.. fransiz komünist partisi'yle tartismali bir iliskisi bulunan althusser'in, ingiliz komünist partisi üyesi john lewis'e karsi yürüttüğü polemiklerin önemli bir bölümü bu "hümanizm" meselesine dayaniyordu. avrupa solunda yaygin olan, sscb'yi ve stalin'in uygulamalarini hümanist bir bakis acisiyla elestirenlere karsi althusser, hümanizmin "burjuva ideolojisinin bir biçimi" olduğunu savlayarak, marksist teori içindeki hümanist damarin temizlenmesi gerektiğini öneriyordu vs.
    sovyetik sosyalizm deneyimi sonucunda ortaya çikan sorunlarin, insan haklari ihlallerinin ve çeşitli uygulamalarin (stalin ya da benzeri) "kişilerin hatalari" olarak degerlendirilemeyeceğini savunan althusser, "kişiye tapma ideolojisinin elestirisiyle" sinirli olan ve avrupa marksizmi içinde "sinif mücadelesi" yerine insan'i ve "insan" merkezli teorileri (varoluşçuluk vb) yerleştirme eğilimindeki avrupa solunu sertçe eleştiriyordu. marksizmin yapilara ve siniflara dayanan analizlerine yeniden vurgu yapmaya çalişan althusser, john lewis'e cevap'ta daha da ileri giderek marksizmin "teorik bir anti-hümanizm" olduğunu iddia etmişti. 68 prag bahari sirasinda da muhaliflerin "insan yüzlü sosyalizm" taleplerini de ayni bakiş açisiyla eleştirmişti...

    yillar sonra ölümünden kisa bir süre önce "bu yöndeki elestirilerinde ne kadar hakli olsa da marksizmin teorik bir anti-hümanizm" olduğu konusundaki iddiasinin o günün koşullari içinde fazla abartili olduğunu, o yillarda teorisizm denilen karmasik meseleden muzdarip oldugunu da eklemişti. nitekim althusserin "teorik" hümanizm elestirisi onemli olsa da, bugünden baktiğimizda hümanizmin basit bir burjuva ideolojisi, egemen ideolojinin bir unsuru vs. olduğunu iddia etmek zorlama bir tavirdir. althusser kavramlarını kullanarak diyebiliriz ki, hümanizm içinde yüzdüğü toplumun moral ideolojik koşullarina göre renk alan bir nosyondur. nitekim marksizm, "kendi çikarlarını" tüm insanlığın çıkarları olarak öne süren bir sınıfın ideolojisi ve insanlığın kurtuluşunun siyasal programı olarak aynı zamanda hümanizmin taleplerini de içerir..
  • meseleyi bu da sana "kapak" olsun basliginda incelemek isterdim ama, anti hümanizm kapak olacak özelliklere sahip bir mesele degildir.. manken degildir, celebrity değildir, şair, rock yildizi falan hiç degildir.. irkçligin üstü kapali biçimi falan da sanmayin tam tersidir... simdi suraya o güzelim saçlariyla eva braun gelse kapak olamaz... olsa olsa arka sayfa güzeli olur, onu da birgün'dür, radikal'dir falan kuş mu deve mi, ne oldugu anlasilamayan gazeteler yapar. neyse, meseleyi karakola götürmeyelim.. efendim o halde simdilik postmodern algilari falan pek takmayip, birciva ideolojyasinin (hey gidi doktor hikmet) gecirdigi evrimi de gozönüne alip kisaca ozet geçelim..
    efendim hümanizm oncelikle dinsel teorilere karsi özgürlük kazanmak isteyen "insan"in dinsel egemenlige karsi geliştirdigi bir direniş ideolojisidir.. antik yunan'da olduğu kadar ortacağ'da da hümanizmin politik bir ideolojiden çok bir sanat anlayişi olarak gelişmesi de bu noktada sizi yaniltmasin... çağında tutucu dinsel ideoljilere karşi hümanizm ayni zamanda bir mimari ve plastik sanat akimi olarak da ortaya çikmiştir. insani yok sayan ve tanrisal idarenin yansimasi olarak yaratilan sanat eserleri ve mimari yapilara (gotik vs. devasa kiliseleri hatirlayin) karşı hümanizm insan için yapilan eserlerle ortaya çikmiştir... ronesans sanati da bir anlamiyla hümanizmin ürünüdür... meselenin burjuva ideolojisi tarafina da kabaca bakacak olursak, kilise egemenliğini devralan ya da egemenliği onunla paylasan aristokratlara, feodallere karsi, esitlik, özgürlük ve kardeslik bayraklarini taşiyarak devrimlere önderlik eden burjuvazi, hümanizmin ortaçağ tutucuguluna karşi yükselen "insani özgürlük" ideallerini de devralmiştir... tanrisal iradeye karsi, insan iradesini ve insan merkezli hayat görüşünü (weltanshaung diyelim entel görünelim) temsil eden hümanist filozoflarin ve sanatçilarin binyillik mirasi, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik sloganlarini bayrağına yazan bir sinif için elbette sahip çikilmasi gereken bir birikimdir. ancak elbette ki üretimin toplumsal niteliğiyle, özel mülkiyetin bireysel temellükü arasindaki yaman çelişkinin sonuçlari, sermaye birikimi ve kar merkezli bir toplumsal düzenin hümanizme ilişkin sahiplenme parodisini kisa zamanda yerle bir etmiştir... 12 yaşinda çocuklarin atölyelerde makina basinda 18 saat çalıştırıldığı, daha fazla toprak ve para için kitlesel savaşlarda yüzbinlerce insanin öldürüldüğü bir toplumsal düzenin elindeki hümanizm bayrağini bir kenara firlatip atmasi da gayet doğaldir... hümanizm bu dönemde emek hareketlerinin ve sol sosyalist partilerin sahip çiktiği bir ideolojik nosyon olarak varliğini sürdürür.. "insan için, insanliğin ilerlemesi için" sloganlari uzun bir dönem yalnizca sosyalistlerin bayraklarinda yazar...
    hümanizmin yeniden canlanmasi ve güçlenmesi, modernizmin kimi eserlerinde gözlenen bir sanat akimi olmaktan çikarak yeniden gündelik yaşam akintisinin egemen (reddedilemeyen) ideolojik bir unsuru olmasi ise, asil olarak ikinci dünya savaşi sonrasina rastlar... ırkçılığın ve faşizmin yolaçtiği insani toplumsal yıkım, yalnica avrupa'da değil tüm dünyada büyük bir trajedi oluşturur.. faşizm yalnizca insanlari değil insanlik değerlerini de yokeden büyük bir dram yaratir... buna karşi uzunca bir süredir yalnizca sosyalistlerin sahiplenmeye çaliştiği (ve pek de basarili olamadiği) hümanist dünya görüşünün çesitli varyasyonlari "birleşmiş milletler", "insan haklari bildirgesi" gibi gelişmelerden de izleyebileceğimiz gibi evrensel bir içerik kazanir... kisa bir süre sonra da "hümanizm" sovyetler birliği ve temsil ettiği sovyetik sosyalizm uygulamalarinin insani ikinci plana atan, insan haklarini ve hümanizmi burjuva ideolojisi olarak yaftalayan uygulamalari sonucunda solun elestirilmesinde "hür dünya"nin kullandiği bir argümana dönüşür.. dünya çapinda sosyalistler artik hümanizm bayrağini taşimaktan vazgeçerler, hatta aralarinda "hümanizm bir burjuva ideolojisidir, marksizm bir anti-hümanizmdir, asil olan siniftir ve ekonomik yapilardir vs." diyenler de çikar... elbette "insan"i tarihin özü ve asil aktörü olarak kavrayan yorumlar ve yaklaşimlar her ne kadar yanliş olsa da, bu özün yerine "kitleleri ve sosyalist anavatan"i koyan anlayiş da ayni ölçüde hatalidir... bu süreç boyunca hümanizm böylelikle "hür dünya"nin ve gelişmiş kapitalist ülkelerin bir propaganda aracina dönüşür. en insanlik dişi katliamlari ve uygulamalar dünyanin o bölgesinde gerçekleşse de "demokratik toplum" görüntüsü humanizmin bir ideolojik propaganda araci olarak kullanilmasina imkan tanir..
    hümanizmin yeniden gözden düşmesi ise kolayca anlasilabileceği gibi sovyetler birliği'nin ve reel sosyalist rejimlerin yikilişini izleyen 1990'li yillara rastlar.. neo-liberalizmin sirtini dayadığı hümanist argümanlar yeniden unutulur, bölgesel savaşlar, körgez savaşi, latin amerika ülkelerine askeri müdahaleler, balkan ülkelerinin sert savaşlar ve katliamlarla parçalanması ve en sert insan haklari ihlalleri bu döneme rastlar. hümanizm artik sadece politik bir propaganda araci olarak "istediğimiz zaman" kullanacağımız bir kavramdir. hümanizm "insan haklari ihlallerini istediğimiz zaman görme özgürlüğü" taniyan, istediğimiz zaman ise hiç görmememizi saglayan bir gözlüktür... hümanist filozoflarimizi istediğimiz zaman ortaya çikarir, istediğimiz zaman döveriz vs.. post-modern ve milliyetçi akimlar açisindan ise hümanizm kullanişli bir ideolojik alet çantasi değildir.. çoğu tarihi bir başka "öz"le açiklamiştir ve açıklamaktadır. (millet, milliyet, din vs.)
    tüm bunlara soyle bir gözattiktan sonra küreselleşme, post modernizm falan üç kavram denkleştirip ortaya atilmanin göze hoş gelen bir spor olmadigini soylemekle yetinelim... duygu durumuna göre tesbit yapmak ve antihümanizm kavramini derdest edip irkçilarin ve sevgi pitirciklarinin kiçina sokmak da hoş degildir takdir edersiniz, hümanizme oldugu kadar anti-hümanizme yazik edersiniz... yok illa o taraflarin münasip uzuvlarina sokulacak bir mesele bulayim da rahatlayayim diye yanip tutuşuyorsaniz "hümanizm kisvesi altinda apolitikligi savunmak" vs. gibi meseleler bu tip ugraslar icin gayet uygundur... yoksa yarin duygu durumumuz değişirse baska hangi kavramla oyun oynayacağınizi düsünür hüzünleniriz.. ... ama duygularimiza gem vurup, duygu pornografisinin tavanina vurmaktan ve her boku post-modernizmin bir oyunu olarak görmektense bir durup düşünmek daha hayirli bir ugrastir... o zaman anlayacağız ki hümanizm bayrağını ve laflarini, ırkçıların, post-modernlerin, şunun bunun eline birakmak değil, onlarin o hümanizm bayraiğini taşimanin hiç yakişmadiği ellerinden almak gereklidir... ve ait olduğu yere getirmek gereklidir... insanliktan umudunu kesmeyenlerin ve insani özgürleşme idealinin gerçek sahipleri hala yaşiyorlar çünkü..
    sürmanşet: "birbirimizi üzmeleyim bos yere.. hem arada sirada umumi tuvaletlere girmekte de büyük yarar vardir, insan içinde yaşadığı pisliği ancak kendi steril ortamindan uzaklaştiğinda anlayabilir..." tuvalet kahyasi hamdi...
  • şimdi tartışmaya orjinal metinelere dönerek bakmak gerekiyor sanırım. marx feurbach'ı hristiyanlığın özü kitabına ciddi bir önem atfetmiş ama beklentileri boşa çıkmıştır. bunun üzerine o ünlü onbir tezi yazar zaten sonrasında'da alman ideolojisinin girişi olur. lakin 1844 el yazmalarında hukuk üzerinde formulüze etmeye çalıştığı başlıkdan uzaklaşır çünkü feurbach altapıda materyalist bir felsefi bütünlük kurmaya yönelirken üst yapıda hristiyanlığın temel özü olan sevgiyi temel alır ve sevgiyi bir din şeklinde örtgütlenmesine benzer bir önerme yapar. sorun tamda burdadır kilsiye karşı mücadele eden burjuva felsefecileri eninde sonunda hegel'in sistematiğini geliştirirken hristiyanlığın ( özellikle calvinist yorum luther ci değil) temel değerine tutunmayı yeğlerler. marx feurbach eleştirisini tamda bu noktada gerçekler ve hristiyanlığın özüne ve onunda temelindeki ( isa'nın biri sana vurunca sen öbür yanağını uzat önermesi) birbirimizi sevelim anlayışını dışlar ve bu esasında bir anti-hümanizm olarak anlaşılabilir. lakin sorunun kendisi çözülmemiştir yani insanın özgürleşmesi sorunu marx tamda bu noktada sınıf teorisini geliştirirek ve insanın toplumsal koşulların bir sonucu olarak varolduğu tesbit ederek bu teorik sorunsalıda bertaraf eder. büyük yıkımlardan sonra her nedense hümanizm felsefenin temel uğraşlarından biri haline gelir, ikinci dünya savaşında yaşanan yıkım avrupa aydınını gereğinden fazla etkilemiş varoluşşsal sorunlara gark etmiştir ( sartre bu konuda ilginç bir tartışma başlığıdır). althusser avrupa sol entelejensiyasının bu haline gıcık kapmıştır ingiliz j. lewis e cevap verirken ( ki althusser neden böyle zayıf bi teorisyeni seçtiği zor anlaşılır birilerince) bu ideolojik konumlanışı gerçeklemiştir. cidden marksizmin teorik bi anti hümanizm olduğu zorlama bir teorik tezdir ama doğru yanlarda barındırmaktadır. diğer yandan bir kuşağın sevgi kelebeği olmaya yeltendiği buscalgia okuyup mevlana ne büyük feylosof yahu dediği bir dönemde arka planda bütün insanlar buna bir inansa herkes kardeş olsa şarkısı çalmaktadır.
  • (bkz: misantropi)
  • "hümanizm, insanın insanlığı yönündeki tanımı itibariyle, varlığın insanın özüyle olan ilişkisini sorgulamaz, tam tersine bunun sorgulanmasına engel bile olur." demiş heidegger hümanizm üzerine eserinde.*

    antihümanizmin ne olduğunu açıklamak için, sanırım, ilk etapta hümanizmi ve humanitası açıklamak gerekiyor, bu minvalde başlayayım o zaman. hümanist düşünceyi eskiye biraz uğraşırsak antik yunan'a kadar götürebiliriz, öte yandan terimin kullanımının yaygınlaşmaya başladığı ve zamanla bir çeşit 'ideoloji' hâline geldiği dönem aydınlanma çağı'dır, ben de milat olarak aydınlanma çağı'nı alacağım. düşünce sistemlerinin gelişimine ve bunların doğa ile olan ilişkisine şurada değinmiştim.

    en temelde hümanizm insanın insana olan inancını ifade ederken diğer yandan insanın yozlaşmasına, insan zihninin ilerlemelerine, insana karşı olan güveni ifade etmeye ve aynı zamanda kötü olayların toplumun ürettiği yanlış sonuçlardan dolayı olduğunu ileri sürer. buna istinaden akıl vasıtasıyla olaylar üzerine yorum yapmayı savunur, yani insanın aklıyla hareket eden bir varlık olduğu iddiasında bulunur.

    bu hususta aydınlanma çağı'ndaki insanın ne olduğunu ele almamız gerekecektir, insanın nasıl tasavvur edildiğini bilmeden neden antihümanizmin ortaya çıktığını algılayamayız.

    kieslowski'nin güzel bir sözü vardır, hatrımda kaldığınca yazayım: "insanlar hep aynı, yani umutsuz, yaşama uyum sağlayamayan, aşk acıları içinde kıvranan ve hepsi aynı şekilde doğan ve ölen yaratıklar." aydınlanma çağı'nın filozoflarından birisi olan rousseau'da buna benzer bir şekilde "her ne kadar fransız, alman, ispanyol gibi sıfatlar kullanılıyor olsa da insanlar aynı zevklere, tutkulara, alışkanlıklara sahiptir; çünkü hiçbiri özel bir şeyden hareketle ulusal bir biçim almış değildir." gibisinden kelam edip avrupa'yı büyük bir konfederasyon hâlinde görüyordu. ha benzerini napolyon'da görüyordu, merak eden hatıralarını okusun.

    aydınlanma çağı'nda düşünürlere göre toplumun amacı ortak mutluluktur. ortak mutluluğu sağlayacak olan insan ise doğa ile uyumlu olan insandır. rousseau bu konuda şöyle demiş: (bkz: #23202603) öte yandan buradaki doğaya dönüş doğanın düzenleyeciliğinde ona bir geri dönüş değil insanı doğal şartlara uygun bir şekilde yeniden yaratmaktır. örneği eğitim sisteminden vereyim, günümüz eğitim sistemi aydınlanma çağı'nda belirtilen formatta devam etmektedir.

    aydınlanma çağı ile xx.yy arasındaki süreçte insana dair yapılan tanımları atlayarak xx.yy'a geçiyorum. psikanalizin gelişmesi ile birlikte insan tanımı da değişti. aristo'ya göre doğayla uyum içerisinde yaşayan ama diğer hayvanlardan farklı olarak düşünebilen ve bu yüzden politik bir varlık olan insana descartes düşünebilen özne tanımı yapmıştı. öte yandan freud, adler, jung üçlüsü -bütün dünya almanın daşşağını yesin- başta olmak üzere almanca konuşan psikanalizmin babaları bizlere insanın daha farklı olduğunu gösterdiler. kısaca özetleyecek olursam özne kendisi hakkında bildiğinden daha farklıdır ve bilincin ürettikleri/algıladıkları birer yanılgı olabilirler. vat iz dı matriks. her ne kadar sevmesem ve absürt buluyor olsam da jean baudrillard'ın simulakrları örnek verilebilir. veya örneği edebiyattan vereyim (bkz: solaris/@flavius aetius). demek istediğim şey psikanalizin bizlere insanın tam olarak omnipotent olmadığı insanın bir de tam olarak kavrayamadığı bilinçdışına sahip olduğu ve kendi üzerinde tam olarak nüfuz sahibi olmadığını göstermesidir. xx.yy sanatında dışavurumculuğun öne çıkması boşa değildir(bkz: alman dışavurumculuğu). tekrarlıyorum bütün dünya alman'ın daşşağını yesin.

    entry'nin girişinde alıntısını yapmış olduğum heidegger, ki bu da alman<3, insanın kendini varlığa açabildiği ölçüde insan olduğu iddiasında bulunur. işin ilginçliği de burada başlıyor.

    spinoza'nın deus sive natura'sı ile birlikte düşünce tarihi daha akılcı bir çizgiye kayarken ezeli ve ebedi tanrı imgesi de zamanla darbe yedi. yine bu duruma ek olarak hami/sami uygarlıkların ortaya koydukları tanrı algısına karşın zamanla yunan/roma mitolojisine uygun doğayla uyum hâlinde yaşayan ve aklını kullanabilen insan kavramı gelişti. doğa zamanla mekanikleştirildi, sonra mekanikleştirilmesi duruldu vs, üst paragraflardaki linke bakın, orada tarihçesinin özetini geçmiştim.

    öte yandan doğaya uyumlu insan ve insan doğası kavramları hasar gördü, zira tanrı tanımı veya tanrı'nın yokluğuna ilişkin düşünce geliştikçe doğayı yaratan tanrı ve bu doğada yer alan insan kavramı da değişti. yani hümanizmin ortaya çıktığı doğa ile yeniden yaratılan insan kavramı değişti, insan bu kavramdan uzağa düştü ve insanın özüyle olan ilişkisi insanın diğer insanlarla olan ilişkisinden daha arka plana geçmiştir.

    herhangi bir öze, misalen insan tanrı'nın suretinde yaratılmıştır, ya da varoluşa sahip olmayan insan bir çeşit varolmayışa mahkum kalmış, kendisinin tahayyül ettiğinden çok daha farklı bir yaşamı yaşamak zorunda kalmıştır. hümanizm en temelde akıl vasıtasıyla belirli bir özgürlük içerisinde eylemlerinden sorumlu olan insana ışık tutmaktayken xx.yy'ın ikinci yarısından itibaren insan sürekli olarak gelecek için atılım yapmak zorunda kalmış herhangi bir öze ya da töze sahip olmayan dolayısıyla özgürlüğe de tam olarak sahip olamayan insan kendi varoluşuyla kendi saygınlığını belirler; hümanizmin belirttiği kıstaslarda değil.

    antihümanizm en temelde budur, bu entry şimdilik başlangıç olsun üşenmediğim bir zaman geliştiririm.
hesabın var mı? giriş yap