• herhangi bir devletin siyaseti uzerine konusmak istiyorsak, aklimizda tutmamiz gereken herhalde en onemli sey, siyasetin tamamiylen cikar iliskilerine dayandigidir.

    amerikan siyaseti de, bu diger siyaset turlerinden pek bir farkli degildir esasen bu konu ele alindiginda. genelde butun politik rekabetler, anlasmazliklar, catismalar ve buna benzer siyasal cekismeler, her zaman para ve guc dengesi arasinda gidip gelmistir.

    siyasetcilerin guce ve mutlak hakimiyete ulasmak icin en cok basvurduklari yontem ise, genelde halka hitap eden, yer yer populist olan birtakim iddialari, aslinda gercekten de kalpten desteklemeseler bile, sanki en onem verdikleri konular bunlarmis gibi lanse etmeleridir. mesela, hicbir politikaci, social security ve medicare gibi sistemlerin gelistirilmesi ideolojisini can-i gonulden desteklemez, ancak yine de oy toplamak icin vatandaslarina “ben saglik sistemini gelistirmek icin calisacagim!” tarzi vaatlerde bulunurlar. bir nevi kendilerini pazarlama taktigidir bu en basidinden.

    amerikan siyaseti’nde herhalde tarih icerisinde en onemli rolu oynamis olan kuramlardan biri siyasal seferberliklerdir. bununlan demek istedigim sey aslinda gayet basittir ve her zaman televizyonu actiginiz zaman karsiniza mutlaka benzer bir ornek cikacaktir.

    genellikle ahlaki konular uzerine yapilan seferberlikler arasinda “idam cezasi” konusu, “savas vs. baris” konusu ve “cocuk dusurme (abortion)” konulari bulunmaktadir. siyasetciler, pek bir dertleri, tasalari olmayan halki bir sekilde seferberlik icerisine sokup, rakiplerini alt etmek icin ugrasirlar.

    genelde bu tur seferberlik fikirleri, beyaz saray’da baskanin veya senato uyelerinin siyasal stratejistleri tarafindan ortaya atilirlar. maksat, kendilerine karsi olan diger siyasetcilerin guclerini kirmak, onlari gucsuz kilmaktir. bunu yaparken, aslinda ozde birbirlerine son derece karsi olan iki grubu ortak bir “dusmana” karsi kiskirtma gibi taktikleri de seve seve kullanirlar.

    ornek vermek gerekirse, cocuk dusurme konusu, halen daha amerikan toplumu icerisinde gayet ciddi bir boyuttadir. katolik ve protestan halk, aslinda tarihleri boyunca birbirlerini pek sevmemis olsalar bile, cocuk dusurme olayina karsi cok sert bir tavir takinmislardir. republican olarak da andigimiz cumhuriyetci kesim, bu fikri, democrat ve liberal kesme karsi bir zayiflatma politikasi olarak ortaya atmislardir. boylece “biz hayati onemli buluyoruz, dogmamis cocuklari aldirmak katliamdir” tarzi fikirler ortaya atilmis ve “biz cocuklari aldirmaktan yanayiz” diyen liberallere dogru buyuk ideolojik saldirilar yapilmistir.

    gelin gorun ki, bu cocuk aldirma stratejisi o kadar basarili olmustur ki, konzervatif hristiyan kesim cumhuriyetcileri fazlasiyla desteklemeye baslamis, cocuk aldirma konusuna olumlu bakan kesim ise “biz cocuk aldirmaktan yanayiz” gibi bir soz yerine, yogun baskilardan dolayi “biz secim hakkindan yanayiz” demeye baslamislardir.

    komunizm, 1950’li ve 60’li yillarda, yine ayni sekilde kullanilmis bir siyasal seferberlik hareketinin basrol “kotu adam” oyuncusudur. siyasal stratejistler, sovyetler birligi’nin ne kadar kotu birsey olduguna inandirilmak icin ve komunizm gibi birseyin insanlara ne kadar zararli oldugunu kanitlamak icin bir suru olaya el atmislardir. hatta ufak capli yoresel yonetimlerde bile, “acaba siyasal strateji olarak ne uygulasak?” sorusunun yaniti, yer yer “komunizm’e karsi olalim!” olarak cevaplanmis ve bu fikir oyle benimsenmistir ki, hemen hemen her yerel yonetim, insanlari kendilerine baglamak ve bir siyasal seferberlik yaratmak adina bu olaya sarilmislardir. halbuki icerik onemsizdir, sadece herhangi bir konuda (ornitorenkler bile olsa bu) seferberligin olmasi onemlidir.

    genelde bu tur seferberlikler, ozellikle de ahlaki olanlar, genc insanlar uzerinde yogunlastirilmistir. iran devrimi sonrasinda saddam huseyin tarafindan saldiriya ugrayan ulke, insanlarina savasa katilmalari icin “cennete bilet” satmaya baslamislardir, ancak en cok da bu bileti gencler almistir. hatta gencler bu olaya o kadar inanmislardir ki, mayin tarlalarini temizlemek icin onden bir grup genc gidip mayinlarin ustune basip basip “telef” olmuslardir.

    belli bir zamandan sonra da bu politikacilar, aslinda onceleri birer propaganda araci olarak kullandiklari bu seferberlik fikirlerine kendileri de inanmaya baslarlar. icten gelen bir ses aslinda bunun bir strateji oldugunu soylese de, gercekten de siklikla “ben aptalim” diyen birinin hakikaten aptal gibi davranmaya baslamasi gibi, soyledikleri seylere inanmaya baslarlar. psikolojik bir fenomendir.

    ulusal seferberlik ve milliyet anlayisi, amerika’nin toplum yapisi icerisinde aslinda gayet “mantiksiz” gelmektedir. zira amerika’da yasayan o kadar farkli toplum vardir ki, tek bir milliyetten olduklarini soylemeleri, insan kulagina gayet sacma gelebilmektedir.

    gelin gorun ki, ozellikle fransiz devrimi’nden sonra ortaya atilan milliyetcilik kavramlari, amerika’ya kadar ulasmistir. devrimden sonra cok fazla saldiriya acik olan fransa, kendisini savunmak icin levee en masse adi da verilen bir politika uygulamis ve insanlari silah altina almayi bilmistir. “anavatan icin savasin!” sloganlariylan inlenen fransa’nin durumu, amerika tarafindan da aslinda gayet ozumsenmistir yeri geldiginde. napoleon bonaparte’in asiri derecede guclenmesinin bir sebebi de, olusturdugu o grande armee’sidir.

    oyle bir olaydir ki bu, daha yeni kurulmakta olan prusya, fransiz askerleri tarafindan dumduz edilir. tipki bir otoban gibi kullanilan almanya da gelecekte bu stratejiyi resmen “kopya” cekerek kullanacak, bismarck gibi kimseler “alman seferberligi” olayina el atacaklardir.

    boylece bir ulkenin vatandasi olma olgusu insanlara benimsetilmistir. yani “citizenship” olayi yayginlastirilmis, insanlara, amerika birlesik devletleri’nin birer parcasi olduklari fikri empoze edilmistir. ilginctir ki, her ulke kendi tarihi hakkinda hep olumlu seyler soyler. turkiye’de bu ornegi de siklikla gormekteyiz zaten.

    “her ne kadar ulkede farkli azinlik gruplari varsa, bunlarin hepsi tek bir lider tarafindan yonetilmelidir” fikri yayginlastikca, ve bu yayginlasmada medyanin rolu de yukseldikce, amerika birlesik devletleri’nin olusmasina da onayak olmustur.

    “dogal ulus” diye bir kavramin olmadigi fikri, ozellikle amerika’da daha bir yayginlasmistir. almanya’da bile bu durum boyledir, ama amerika’da buna cok daha fazla ihtiyac vardir, zira bir suru farkli etnik koken mevcuttur. belli sinirlar icerisinde kalan insanlar, ortak bir etnik kokenden geldiklerine inandirilirlar. milli mars olayi da zaten bunun icin ortaya atilmistir, her ulkede oldugu gibi…

    “kendi ulken icin olmelisin” tarzi anlayislar, daha sonra amerikan sivil savasi’nda da sik sik karsimiza cikacaktir. hatta bu gibi durumlarda, “din adina olmelisin, tanri olmeni emrediyor” gibi anlayislar bile ortaya cikacaktir. sadece daha once verdigim iran orneginde degil, amerika’da da siklikla kullanilmistir bu. zira in god we trust sozu haybeye degildir. ilginctir ki, vaktinde stalin bile ortodoks papazi zindanlardan cekip cikarmis ve halkina ikinci dunya savasi’nda savasmalari icin cagrida bulunmasini emretmistir.

    peki, millet, din ve hatta ahlak anlayisi gercekten de onemli roller oynamistir amerikan siyasetinde… fakat bir ucuncu etmen vardir ki, amerikan siyasetinin en onemli etkenlerinden birtanesidir; katilim.

    liberal demokrasi olarak gosterilen amerika birlesik devletleri’nde, insanlarin hukumetlerine saygi duymalarina neden olacak ve onlari dinlemelerine sebep olacak en onemli etmen, tabii ki de katilim politikalaridir. insanlar, katilimci olduklarini hissettikleri surece, devlete daha bir baglanacaklardir.

    ancak, bazi durumlarda cok fazla katilimin demokrasileri de etkileyecegi, hatta koruklemek yerine kostek olacagina dagir fikirler de bulunmaktadir. amerikalilar buna bayila bayila “excessive democracy” adini takarlar (eger bu kelimeyi kullanan bir amerikali duyarsaniz, bilin ki entel dantel takilmaya calisiyordur, politikaci olmak istiyordur, ona gore davraniniz kendisine).

    dedigim gibi, katilim insanlari bir sekilde etkileyen bir unsurdur. 60’li yillardaki ogrenci hareketleri, yalnizca almanya’da baslamamis, zaten problemin asil korukleyicisi olan viyetnam savasi’nin bas “kahramani” olan amerika’da da buyuk olcude gozlemlenmistir. hatta bir grup ogrenci, kendilerini bir universitenin yonetim binasina kapatmis, ancak yonetim “bosverin takilsinlar” dedigi icin ogrenci grubu katilimci olmadiklarini hissetmis, seslerini duyurmak icin ofis binasinin camlarindan disariya sandalyeler, masalar ve dokumanlar firlatmaya baslamislardir. daha sonralari student council adi verdigimiz seyler kurulmustur universitelerde bu olaylardan sonra ve ogrencilere “bakin siz de katilimcisiniz!” fikri yayilmistir. halbuki bilen bilir, bunlar hicbir ise yaramayan ogrenci birlikleridirler.

    sovyetler birligi’nden bile ornek verebiliriz bu katilim olayinda. aslinda sscb’de secimler yapilmaktaydi, ve hatta herkes secime katilmakta zorunluydu. genelde %99 gibi bir oranda herkes secime katilmakta, katilmayanlar ise yuklu bir tazminat odemek zorunda olmaktaydilar.

    bu secimler, her ne kadar komik de olsa insanlara bir sekilde “biz temsil ediliyoruz, katilimciyiz” fikri yaratmis, ancak oy pusulasinda tek bir isim oldugunu goz ardi etmislerdir.

    amerikan tarihi hakkinda bircok efsane, soylence bulunmaktadir. amerikalilar –ki tarihlerini abartmaya bayilirlar-, aslinda bircok sekilde kendilerini kandirmak ve bir “milliyet” duygusunu kendilerine asilamak icin bu tur yollara gitmislerdir. en basit ornekler birinci dunya savasi ve ikinci dunya savasi sirasinda amerikalilar’in savasa olan katkilarinin kahramanca abartilmasidir; bilinir ki amerikalilar’in yaptigi pek fazla birsey yoktur aslinda, daha cok japonya’a karsi pasifik kiyilarini korumuslardir. hersey yine sovyetler birligi’nin, ve biraz da ingilizler’in basarisidir, ancak amerikalilar bunu kabul etmek istemezler.

    amerikan devrimi de yine bu mitler arasinda yerini almaktadir. butun amerikalilar sanmaktadirlar ki, amerikan devrimi, aslinda dunya capinda buyuk olaylara neden olmus, buyuk yanki uyandirmistir. bu pek dogru degildir. zira amerika’dan avrupa’ya gemiylen gitmenin 6-8 hafta surdugu bir donemde, haberin ulasmasinin bu kadar zor oldugunu da dusunursek, amerikan devrimi’nin avrupa uzerindeki etkileri yok denecek kadar azdir. paris’deki gazete kupurlerini bir dusunun hele: “amerika’da devrim oldu, biz de devrim yapalim”. yoktur boyle birsey, aldatmacadir (bu soylemi unlu bir amerikali siyasal bilimler profesorunun kendisinden dinlemistim. hatta kendisi yahudi idi, yani amerika’yi asagilamak gibi hicbir fikrinin oldugunu dusunmeyiniz*).

    mel gibson’un the patriot gibi filmlerindeki “ingilizler, kan emici igrenc heriflerdir” anlayisi da o kadar palavradir ki, anlat anlat bitmez.
  • simdi de gelelim amerikan siyaseti’nin realitelerine.

    aslinda amerika’nin gunumuz siyaseti, cok buyuk anlamda, devrimin oldugu senelerdeki kolonilerde yasayan insanlar tarafindan sekillendirilmistir. bunu incelemek icin, ozellikle de amerika’nin o zamanlardaki sosyal yapisini incelemek gerekmektedir.

    amerika’da o vakitler, toplumu yonlendiren, sekillendiren ve soyledikleri kanun kadar degerli olan uc grup mevcuttu:

    • tuccarlar: bildigimiz dukkan sahiplerinden bahsetmemekteyim burada. daha cok buyuk uluslararasi ticaret agina mensup zengin ve guclu ailelerdir bunlar. genellikle kendilerine ait ticaret gemileri olan, cay, kole ve butun diger ticaret kanallarini ellerinde tutan bir kesimdir. new england tuccarlari, yani kuzey kolonileri (yankee adini alan kesim yani), bu tuccar ailelerini en bol barindiran kolonilerdi hatta (bu arada ilginctir, cay ticareti zamaninda inanilmaz onemli birseydi, cunku fakir halkin tek luksu cay icmekti).

    • buyuk ciftlik sahipleri: internet’de filan arastirirsaniz, “plantation owners” adi altinda bir suru kaynak bulabilirsiniz bunlar hakkinda. evet, guneyli kole calistirici zengin ailelerden bahsediyorum burada kesinlikle. uluslararasi marketlerde satilmak uzere urunler ureten bu ciftliklerin sahipleri, dogal olarak tuccar aileleri ile ic iceydiler. hatta bu iki aile grubu arasinda evlilikler de gayet siklikla gozlenmekteydi. bu tur evlilikler, ticari anlasmalar icin de onayak oluyordu. ozellikle de pamuk ve seker kamisi uretiminde cok onemliydi bu aileler.

    • yoneticiler: mal mulk sahiplerinin oylari ile yonetime gelen, fransiz, ispanyol ve kizilderili saldirilarina karsi kolonileri korumak icin gorevlendirilmis kimselerdi bunlar da. pek tabii onemleri azimsanmayacak kadar fazlaydi, ancak ekonomiyi ellerinde tutan bu diger buyuk iki aile kadar degillerdi kesinlikle.

    diger sosyal gruplar da genelde orta halli dukkan isletmecileri, ufak ciftciler, hatta kolelerden olusuyordu. amerika’nin bagimsizlik mucadelesi vermesinde en onemli rolu, yine buyuk ve guclu kesim paylasmaktaydi; orta ve dusuk halli kimselerin pek bir rolleri olduklari soylenemez. hemen konuyu isleyecegim birazdan.

    ingilizler, yedi yil savaslari’ndan malup ayrilmislardi ve bu nedenle de inanilmaz derecede finansal acidan sikinti icerisindeydiler. bir sekilde para bulmalari gerekiyordu. bir hukumetin para elde etmek icin yapabilecegi herhalde en iyi sey, vergiye zam yapmakti. ancak bunu artik kendi ana vatanlarinda yapamamaktaydilar, cunku o kadar yuksek vergiler vardi ki, halk her an isyan edebilirdi.

    ote yandan, kolonilerden hemen hemen hicbir sekilde vergi toplanmamaktaydi. boylece ingilizler, “ulan biz sizleri bugune kadar bu kadar koruduk, simdi de siz bize biraz geri odeme yapin bakayim” diyerek kolonilere ellerini uzattilar. boylece “seker vergisi”, “pul vergisi”, “yerlesim vergisi” gibi buyuk aileleri son derece uzen ve mutsuz eden vergiler toplamaya basladilar.

    vergiler, her zaman siyasette en buyuk problemlerden biri olmuslardir. uzgunum, belki cok hayvanca gelecek sizlere, ama vergi toplamanin bir numarali kurali, fakiri somurmektir. cunku eger zengine abanirsaniz, oyle bir isyan baslatacaktir ki, vay halinize.

    ingilizler’in yaptiklari ilk hata da, zengin ailelerden vergi toplamaktir. zira, halkin geri kalan kisminda nakit para yoktur. ingiliz hukumeti inegi ne yapsin? savastan cikmis olduklari icin nakit paraya ihtiyaclari vardir, bu nedenle de butun vergilendirmeyi, nakit para sahibi olan zenginlere yuklerler.

    vergi toplamanin ikinci sarti da, vergileri gizlemektir. eger gunun birinde bir vergi toplayicisi kapinizi calip “sokul paralari” derse, suratinin ortasina bir tane yumruk atmaz misiniz? iste bu nedenledir ki, amerikali kolonistler, bunlardan gayet rahatsiz olmuslardir. 1760’li yillarda toplanmaya baslanan vergiler, “katma deger vergisi”, “gelir vergisi” gibi seyler altinda saklanmak yerine, dogrudan zenginlerden alinmaktaydi.

    pek tabii tuccar aileler ve buyuk ciftlik sahibi aileler bu durumdan hic ama hic hosnut degillerdi. bir sekilde lobi faliyetlerine girip, ingiltere’deki siyasetcilere rusvet verdiler ve bu vergileri indirmeyi basardilar. hatta bir sure sonra ingiliz mallarini boykot bile etmeye basladilar.

    bir boykot ne kadar aci vericidir, ne kadar zordur, herhalde pek insan bilmez. zira insanlar, kendi cikarlari dogrultusunda hareket edecekleri icin, boykotu tam manasiylan takmazlar. sam adams gibi kanun kacaklari kullanilarak, ingiliz mallarini alanlar bir guzel dovulmustur ve sadece bu sekilde mallar boykot edilebilmistir.

    1773 yilina geldiginde olaylar durulmustur. vergilendirme dusurulur, ancak kaldirilmaz. boykot karari kaldirilir. ancak ingilizler, ikinci bir hata daha yapacaklardir.

    bu ikinci hata da, “boston tea party” adi verilen olaylan sonuclanir. kisaca, daha once de dedigim gibi, cok degerli olan cayin butun tekeli, east india company’e verildikten sonra amerikali tuccar aileler cildirirlar. dogal olarak en degerli ticaret malzemeleri ellerinden alinmis olur.

    tekrardan sam adams onderligindeki the sons of liberty adinda bir grup, boston’da “provokasyon taktikleri” adi verilen taktiklerlen ingilizleri kiskirtmaya baslarlar (unutmayin, bu taktikler, butun dunyada gerillalar arasinda cok kullanilir. vur kac yapilir ve ulke liderleri zor kullanmaya itilir. zor kullanan ulke liderlerinin de imajlari, vatandaslarin gozunde buyuk olcude duser).

    yaptiklari binbir picliklerlen ingilizler’in nefretini kazanan bu grup, ozellikle de boston limani’nda gemilerlen gelen cayi, kizilderili kiyafetleri icinde denize dokdukten sonra ingilizleri daha da bir provoke ederler. boylece ingilizler, bardagi tarsiran bu son damlalarin sebebiyle koloniler uzerinde zor kullanmaya baslarlar.

    pek tabii ki butun bu olaylarin neticesinde, koloniler ayaklanirlar. ancak o zamanlarda unutulmamalidir ki, insanlar kendilerini “amerika birlesik devletleri’nin evlatlari” olarak degil de, bagli olduklari ve yasadiklari eyaletler ile kendilerini ozlestirmislerdir (maryland, new york, massachusettes, rhode island, vs).

    ingilizler artik bikip geri cekilmeye basladiklari siralarda, amerikalilar’in aklinda yavas yavas nasil bir hukumet kuracaklari fikri benimsenmeye baslamistir. bir baska profesorumun de soyledigi gibi, zaten amerika’ya koloni kurmaya gelen bircok kisi, ingiliz egemenligi altindaki baskilardan sikildiklari ve anavatandan olabildiklerince uzaklasmak istedikleri icin amerika’ya gelmislerdir (diger kolonilerde bu durum cok daha farklidir, daha cok kanun kacaklari filan gonderilir, ama amerika’da bu boyle degildir, eski kolonidir cunku).

    ancak yavas yavas kuzeydeki kolonilerin cogu, eski siyasal kimliklerinden arinmaya baslarlar. pennsylvania gibi orneklerde de goruldugu gibi, zenginlerin topraklari ellerinden alinarak fakirlere dagitilir. veya rhode island’da goruldugu gibi, butun ic ve dis borclari silmek, kendi caplarinda takilmak, gibi…

    eyaletlerin bir sekilde artik kendilerini yonetmeye baslamalari nedeniyle, 1774 tarihinde kazanilan bagimsizligin daha da surdurulmesi ve yine ingiliz isgaline maruz kalmamalari icin bir ortak devlet kurma fikri ortaya atilir. ozellikle uluslararasi arenada artik ticaret gemilerinin de bir koruyucu gucleri kalmamistir, cunku artik bir ingiliz bayragi tarafindan korunmamaktadirlar.

    bu olayi ortadan kaldirmak icin, oncelikle rhode island problemi cozulmeliydi. eyaletlerin kendi kafalarina gore takilmamalari icin eyalet yonetimlerine verilen yetkiler azaltilarak, merkezi bir hukumetin kurulmasina, hepsinden onemlisi, constitution dedigimiz amerikan anayasasina (kelime anlamiyla sadece anayasadir zaten, (bkz: amerikan anayasasi)) ihtiyac duyulduguna karar verildi.

    buyuk bir kesmekesin ardindan, amerikan anayasasi en sonunda yazilmisti. dikkat edilmelidir ki, bu anayasa, ozellikle de bu buyuk tuccar ailelerinin fertleri tarafindan kaleme alinmistir ve onlarin ekonomik cikarlarini gozetecek sekilde yazilmistir. fakat daha sonra da anlatacagim federalist ve anti federalist catismalari ile anayasa oyle bir hale getirilmistir ki, herkesi bir seviye mutlu eder hale gelmistir.

    anayasanin zaten en buyuk yazilma sebebi, yoresel hukumetlere saglanan buyuk ayricaliklarin yavastan onlardan alinmasini ve guclu merkezi bir hukumete bunlarin yonlendirilmesini saglamaktir.

    burada yine amerikalilar “extreme democracy” sozunu etmeye bayilirlar.
  • federalism ve anti federalism, amerikan anayasasinin sekillenmesine ve gunumuz amerikan siyasetinin de bu yolla bir kaliba oturtulmasina en yardimci olmus fikir ayriligidir. herhalde daha hicbir ulke, boyle buyuk bir fikir ayriligindan bu kadar olumlu bir bicimde yararlanamamistir.

    once, federalism’in tanimini yapmak gerekir. ozetle, ilk baslarda ortaya cikan federal sistem, herkesin kendi kilisesine bagli oldugu olgusudur. daha sonralari bu, bir sekilde sekil degistirmis ve yukaridan asagiya dogru giden bir hiyerarsik sisteme oturtulmustur. yani, eyaletlere verilen onem buyuk olcude arttirilmistir.

    bu sistemin kendine gore buyuk bir faydasi vardir. kisaca, farkli eyaletler icindeki nufuslar, farkli bicimlerde yonetilebilmekteydiler. diger yandan da, eyaletler icindeki kaynaklar daha iyi tahsis edilmekteydiler. diger eyaletler arasinda yapilan ticareti de onemli olcude arttirmaktaydi. eyalet icindeki insanlar, kendilerini daha iyi bir sekilde eyalet yonetimlerinde temsil edebiliyorlardi.

    ancak yine de buyuk olcude yetkilerin ve guclerin eyaletlere dagitilmasi, beraberinde problemler de getirecekti. oncelikle, eyaletler icindeki mal ve mulk dagitimi, mal ve mulk haklari konusunu da beraberinde getirdi. bu konu hakkinda daha fazla bilgi icin (bkz: thomas hobbes) ve (bkz: john locke) diyorum.

    eyaletler arasindaki ticaret de bir sekilde bu sistem yuzunden bolunmeye baslamisti. bu bolunme, 1937 yilina kadar devam edecekti, ancak bu zamana kadar, her eyalet kendi kafasina gore vergilendirmelerde bulunabiliyor, diger eyaletlerden gelen mallara bir sekilde “gumruk” tarzi vergiler uygulayabiliyordu. tabii ki gumruk olayi hemen kalkmis olsa da, yine de birtakim farklar hep sorun teskil etti.

    burada konuyu yine excessive democracy adi verilen “cogunlugun azinlik uzerindeki totaliter baskisi” konusuna, yani “insanlarin istem disi bir sekilde cok fazla soz sahibi olmalari” konusuna getirmek istiyorum. ne kadar demokratik birsey degilmis gibi gelse de kulaga, gercekler gosterir ki, cok kalabalik olan nufuslarda hicbir sekilde herkesin dogrudan katkisinin olmasi beklenemez hukumet kararlarina. bir sekilde bir filtrelemeye gitmek gerekmekteydi.

    federalistler, her ne kadar “tyranny of the majority” olayindan korksalar da (adam smith olsun, polyani olsun, hatta montesque olsun, bircok politik ekonomi yazari bunun hakkinda daha detaylica konusmustur), ortada bir de anti federalist denen akim mevcuttu.

    bu anti federalist dedigimiz olgu, aslinda kisaca azinligin cogunlugu yonetmesinden korkan, buyuk ve guclu ailelerden olmayan alt tabaka bireylerin olusturdugu siniftan ibarettir. kendileri, anayasanin sadece tuccar ve ciftlik sahibi ailelerin cikarlari icin yazilmasindan korkmaktaydilar.

    bu problemleri ortadan kaldirmak icin ortaya gucun bolunmesi olayi cikti. bu, bir sekilde daha sonralari burokrasinin de yolunu acacakti. bunun icin turkce’si kongre olan “congress” kuruldu ve yargi islemleri, judiciary dedigimiz yargi organlarinin eline verildi.

    federalist papers adi verilen dokumanlarda da bahsedildigi gibi, bu guc bolunmesi, aslinda her iki kesim arasinda buyuk olcude guc dengesi saglamaktaydi, boylece kimse kimsenin ustunde olmayacakti.

    bilinmelidir ki, anayasada mevcut olan bircok madde, aslinda iki grubun da bir sekilde razi olacaklari sekilde duzenlenmisti. mesela, oy coklugu ile senatorlerin secilme olayina anayasayi hazirlayan framerlar karsiydilar, zira bunun excessive democracy yaratacagina inaniyorlardi. hatta bill of rights olarak da bilinen vatandas haklarini dahi istemiyorlardi! ancak anti federalist gruplarin da buyuk olcude rol oynamasiylan ve bolunmeye razi olmayan framerlar, butun bunlari anayasaya koymaya karar verdiler.

    federalistlerin istegi ile, “10th amendment” adi da verilen verilen anayasa’ya eklenen 10. madde, aslinda anayasanin ilk maddesi ile tamamiylen cakisir cinsteydi. bu eklenti, merkezi devletin gucsuz kaldigi durumlarda, eyaletlerin gucu ellerinde tutacagini savunmaktaydi. ilk madde ise bunun tam tersiydi.

    burada en buyuk problem de yine insanlarin temsil edilmesinde yatiyordu. tamamiylen eyalet gucunun onemli oldugunu savunan guney eyaletleri, anayasayi kabul etmeme karari aldilar. zira bunun en buyuk sebebi, aslinda hak sahibi olan insanlarin cok azinlikta olmasiydi. boylece kolelerini de bu temsil olayinda saymak istediler ve bu buyuk karmasalara yol acti. daha sonralari “three fifths compromise” adi da verilen, gayet utanc verici bir madde anayasaya eklenerek guney eyaletleri tatmin edildi. bu madde, 5 zencinin 3 insan sayilacagi uzerineydi.

    iste burada olay yavas yavas merkeziyetci ve eyaletci sistemler savasina dondu. oyle ki, anayasal prosedurlerlen isleyen congress, abd baskanindan daha kuvvetliydi ve savas/baris kararlari bile artik onlarin elindeydi. eyalet temsilcilerinin olusturdugu bu kurum, merkezi bir bicimde secilen baskandan daha guclu hale gelmisti. boylece federalist adi verilen gruplar bir nebze basarili olmuslardi.

    ancak daha sonralari bunu degistirecek buyuk bir olay oldu. bati ve guney amerikan eyaletleri, “hazir durumlar elverirken kanada’ya savas acalim ve oralari da ele gecirelim” demekteydiler. new england ise buna tamamiylen karsiydi. hatta merkezi baskan dahi bunu istemiyordu.

    ancak eyaletlere o kadar cok guc saglanmisti ki, kongreden gecen savas teklifi kabul edildi ve ingiliz egemenligindeki kanada’ya savas acildi.

    hemen ardindan washington d c’ye giren ingiliz ordulari, amerikali federalistlere iyi bir ders verdiler. boylece “size soylemistim!” naralari altinda ailesi ile washington’dan kacmis olan amerikan baskani, bu olay uzerine yetkilerini bir nebze geri kazandi (hatta bu savas yuzunden “birlikten ayrilacagiz” diyen new england, bati’da alinan bir galibiyet haberiyle “tamam tamam” diyerek geri adim attilar, bu da bir dipnot).

    federalist sistem, kongrenin butun ulkedeki ekonominin isleyisini de elinde tutmasina bir sekilde izin veriyordu. tabii ki dolambacli yontemlerlen bir sekilde bu izni anayasanin icinden bir yerlerden yumurtlamislardi. boylece maryland’de bir merkez bankasi kuruldu. ancak insanlar ilk baslarda buna karsi ciksalar da, “ekonomiyi yonetmek bizim isimiz” diyen kongre, insanlari susturmasini bildi.

    eyaletlerin 1830 amerikasi’nda ne kadar onemli olduklarini da anladiktan sonra, bir de dual federalism dene olaya gelelim. kuzey eyaletleri, avrupali mallardan kendi ekonomilerini korumak icin gumruk vergileri istiyorlardi. ancak guney eyaletleri, daha ucuz oldugu icin avrupa mallarina sicak bakiyorlar, bu tur bir vergi istemiyorlardi. iste bu da federalist sistem icinde ikinci bir federalist sistem olusturmustu. zira her eyalet, kendi aralarinda ifade ve dusunce ozgurlugu, irk, dini adetler ve cinsel/sosyal hayat bakimindan bir suru farka sahipti.

    locke, ne olursa olsun, devletin kral tarafindan ne pahasina olursa olsun korunmasindan yanaydi. abraham lincoln da bu dusuncede bir insandi. oyle ki, merkezi baskanin gucunu oyle bir arttirdi ki, ulkenin herhangi bir sekilde saldiriya ugramasi gibi bir durum altinda artik butun guc tamamiylen baskana aitti. boylece, ic savas ciktiginda da askerleri rahatlikla seferber etmesini bildi.

    lincoln doneminde orduya oyle bir onem verildi ki, guneyli confederation uyelerinin kurduklari guclu orduya bile karsi cikabilmisti kendisi.

    zaten sivil savastan sonra, federalist guclerin cok fazla guclu olmasina degil, daha cok insanlarin haklarina ve merkezi sisteme gelebilecek dogrudan bir saldiriya karsi hazirlikli olma girisimlerinde bulunuldu. sivil savastan sonra guneyli bircok koleye ozgurluk tanindi, ancak yine de guneyliler buna itiraz ettiler. hatta kuzeyliler bile kendi aralarinda fikir ayriliklarina dusmeye baslamislardi. acaba guney’e reform mu getirilmeliydi, yoksa guney eyaletlerinin kongredeki sayilari dusurulmeli miydi?

    iste bu noktadan sonra artik federalizm bir sekilde gerilemeye basladi. yapilan anlasmalarlan guney tekrar birlige katilacak, ancak kolelere yapilanlar tamamiylen goz ardi edilecekti. endustriyel olarak guney gelismeye basladi.

    daha sonralari cocuk yasta calistirilan iscilere karsi kongre bir saldiri baslatti. kongre, tamamiylen cocuk isciligini kaldirmak istiyordu, ancak federalizmi dengelemek adina kurulan yargi kurumlari, bunun anayasal olmadigini soyluyor ve karsi cikiyorlardi. bir sekilde insan haklari ve bill of rights fikri ortaya atilarak bu da kirildi.
  • en onemli reformlar, suphesiz roosevelt doneminden sonra gelmistir. gunumuze kadar olan politik surecte, gerek federalist sistemin degismesi, gerekse sosyal yapinin gelismesi adina bircok adim atilmis, bircok kurban verilmis olsa da (bkz: economic depression) yine de koklu degisimlere gidilmistir.

    roosevelt, kesinlikle guc hastasi, otorite manyagi (mermi manyagi gibi) biriydi. amerikan baskanlik sistemine tamamiylen butun yetkilerin verilmesi icin elinden geleni yapti ve herhalde gunumuzdeki baskanlik sisteminin bu kadar guclu olmasinin da mimari oldu.

    cok guclu bir merkezi federalist hukumet istiyordu. yani eyaletler kendi aralarinda da guc sahibi olsalar bile, yine en yuksek yetki baskanda olacakti. diger yandan, hukumetin paraya ihtiyaci vardi. tek gelir kaynagi olan gumruk vergilerinin yaninda artik baskanin da vergi toplayabilmesi gerekmekteydi. bunu da yapti.

    sivil savas sirasinda butun ulke capinda bir gelir vergisi olayi uygulansa da, bu cok problematik olmustu. zira daha o zamanlar guclu bir merkezi sisteme alisik degildi halk. bu nedenledir ki, gelir vergisi ortadan kaldirildi. kisa bir sure sonra ise tekrar geri geldi ve bu vergiyi sekillendirme yetkisi ise roosevelt doneminde buyuk olcude baskanin eline gecti.

    durustluk, amerika’da vergi toplamanin en onemli seylerinden birtanesiydi kendisinden once. yani herkes, gelir vergisini bir kagida yazip devlete o derecede para veriyordu. pek tabii kimse durust davranmadigindan, “third person declaration” olayi devreye girdi. bu da demek oluyor ki, isverenler artik gelirleri hukumete bildirecekti.

    bu vergilendirme reformu oyle genis oldu ki, maliye gibi onemli bir burokrasi organi da beyaz saray’a yerlestirildi. kacakciligi ve benzeri seyleri onlemek adina fbi kuruldu, basina ise aslinda olaydan pek anlamasa da, insanlar arasinda gayet populer olan ve konusmayi bilen hoover getirildi (daha sonradan kendisi de amerikan baskani olmustur).

    daha once de dedigim gibi, 1937 yilinda eyaletler arasindaki gumruk olaylari kaldirildi ve tamamiylen eyaletler arasindaki ekonomi ve ticaret serbest birakildi.

    ancak guneyli eyaletler ile yine bircok konuda zenciler konusunda anlasmalara varilmak zorundaydi. halen daha zencileri pek sevmeyen guneylileri dize getirmek pek de kolay olmadi, zaten martin luther king donemine kadar da zenciler pek bir soz sahibi asla olamadilar.

    o kadar buyuk bir milliyetcilik fikri benimsetildi ki insanlara, 60’li yillarda da bunun izlerini gormek pek zor olmadi.

    belli yatirimlarin yapilmasi icin de istenen paraya karsilik, baskanin da eyaletlerden belli talepleri olmaya basladi, boylece baskanin gucleri fevkalade artti. mesela, bir eyalet, bir otoyol yapmak istiyorsa, bu talebini oncelikle baskana bildirmekteydi. baskan ve kongre aralarinda anlasip, eyalete bu otoyollarda maksimum hiz siniri gibi seyler koymalarini soyluyorlardi. eyalet bunu kabul ettigi surece parayi alabiliyordu (ancak gunumuzde her eyalette ayri hiz sinirlari vardir, bazilarinda hiz siniri yoktur bile).

    boylece, 1980’li yillara dogru gelindiginde eyaletlerin gucleri buyuk olcude azalmaya baslamislardi. ancak tekrardan 1980’li yillarda eyaletlere eski haklarinin cogu geri tanindi. yoresel olmak kaydiyla bircok yasama islemleri, eyaletlere verildi (emniyet kemerlerinin takilma zorunlulugu, vs). 1990lar’a gelindiginde eyaletlerin gucleri yine azalmaya baslayacakti.
  • hak ve ozgurlukler, amerikan siyasetine ilk adimlarini, anayasanin yazilmasiyla attilar.

    kisaca ozgurlukler, hukumetin insanlara yapamayacagi seyleri betimlerken, haklar ise, hukumetin vatandaslari icin yapmasi zorunlu seyler olarak ozetlenebilir.

    bill of rights adi verilen dokumanlar da aslinda bill of rights and liberties adini almalidir. ancak amerikan tarihinin erken donemlerinde bu dokuman, federalist sistem nedeniyle insanlara pek bir anlam ifade etmemekteydi. zaten anti federalistler tarafindan koyulmus bir olay oldugu icin, bu pek bir mantiklidir.

    ilk yillarda, anayasaya bagli oldugu icin, anayasayi pek iplemeyen eyaletlerde gozardi edildi. ancak daha sonralari bir sekilde insanlar bunun iyiliginin farkina vardiklarindan dolayi bunu desteklemeye basladilar.

    oyledir ki, biraz fazla desteklenmeye baslayan hak ve ozgurlukler fikri, birtakim yeni soru isaretleri ortaya cikarmaya baslamisti. bu problemlerden biri, “power of eminent domain” adi verilen birtakim yeni yasalarin eklenmesiyle basladi. “5th amendment” adi da verilen anayasa eklentisinde de goruldugu gibi, eger devlet sizin malinizi ve mulkunuzu, misal, bir otoyol yapimi icin almak istiyorsa, malinizin tam ucretini de size odemek zorunda kaliyordu.

    ancak baltimore’da yasayan (evet! evet!) barren adinda bir vatandas, kotu yapilmis kanalizasyonun, kendisine ait ufak liman hangarinin onunu doldurdugunu ve artik gemilerin limanina yanasamamasindan dolayi da zarara ugradigini soyleyerek, devletten bunun icin tazminat istedi. yerel yonetim, o zamanlarda bir taraflariylan gulse bile bu tazminat istemine, gunumuzde bilinmektedir ki takir takir parasini odemek zorunda kalir. ancak o zamanlar bu teklifi reddetme sebepleri, “eger baskan sana bunu yapmis olsaydi, o zaman tazminat oderdik, ancak bunu yapan biz oldugumuzdan anayasa bizi pek baglamiyor guzelim” kadar basitti (bkz: bu ne perhiz bu ne lahana tursusu).

    bircok insan, bu hak ve ozgurluklerin esit oranlarda insanlara dagitilmadigindan yakinmaktaydilar. fakat eyaletler arasinda seyahat yapmak kesinlikle serbestti. bati ise, o zamanlara gore kuzeye ve guneye nazaran cok daha liberal insanlarin bulundugu bir mekandi. iste bu sebepten dolayidir ki, bircok insan, federalist sistemin haklari kisitlamasindan dolayi batiya goc ettiler.

    her halde hak ve ozgurlukler adina yapilmis olan en buyuk yenilik, framerlar’in yazmis olduklari bill of rights’daki maddelerin ne anlama geldiklerinin yorumlanmasini tamamiylen yargi kurumlarina vermesiydi. yani, herhangi bir sekilde sozlerin bicimlerinden dolayi olusan yanilgilar, bu yontemlen giderilmis olacakti.

    ikinci en buyuk yenilik ise, suphesiz polis teskilatinin kurulmasi ve merkezi sistemin insanlarin hak ve ozgurluklerinin kesin koruyucusu haline gelmesiydi. zira bircok anarsist egilimli insanlarin onerdikleri gibi, bunlarin kaldirilmasi pek soz konusu olamazdi. belki insanlarin kendilerini ifade etme ozgurlukleri vardi, ancak en klasik olarak verilen “fire in the theater” orneginde oldugu gibi, her onune gelen de, baskalarina zarar verecek bicimde aklindakileri pat diye soyleyemezdi. bunu bir sekilde dengelemek adina bu koruma proseduru getirildi.

    ilk baslarda “reasonability test” adi verilen, “mantik testi” uygulandi bu gibi durumlarda. yani, olay eger gercekten mantik sinirlari icinde diger insanlara zararsiz ise, o zaman polis gucunun kullanilmasi engelleniyordu. gunumuzde ise bu degisti ve “insanlarin kendi ozgurluklerinin testi” adi verilen ilginc bir yonteme gidildi. yani, eger ortada gercekten insanlara zarar verecek bir olusum bulunuyorsa, bunun uzerine yurunmesi gerekmekteydi.

    ucuncu yenilik ise, 14th amendment’da da gorulen sivil haklarin ve ozgurluklerin artik eyalet seviyesinde de kullanilmasini saglamakti.
  • kongre ve yasama organlari, bir anda halkin en deger verdigi unsurlar haline gelmislerdi. insanlari ikna edici olmalari gerekmekteydi, mantikli kararlar vermeleri gerekmekteydi (tabii ki freedom fries olayi amerikalilar icin gayet mantiklidir, misal).

    amerikan kongresi, kendi basina yasa onerilerinde bulunabilmektedir. genelde dunya capindaki butun diger kongrelerde (ve parlamentolar’da) yasa onerileri, tamamiylen hukumetin verdiklerinden ibarettir. ancak amerika birlesik devletleri’nde durum tamamiylen farklidir. kongrenin alelade bir uyesi (alelade olur mu? kocaman senator bunlar canim!) herhangi bir fikir ile gelebilse bile, bunlarin fiilen yasa haline getirilmesi, yine kongrenin elindedir. zaten genelde boyle kolay kolay amendment gecirmek o kadar kolay degildir, kirk yilda bir yapilir bunlar (en cok amerikan sivil savasi yillarinda yapilmistir).

    kongrenin gercekten de cok fazla gucu vardir, ancak baskanin gucu altinda gunumuzde ezilmeye baslamistir hafiften. yine de, amerika’da yonetim onlarin elindedir. diger ulkelerdeki parlamento sistemde ise yonetimden cok, temsil on plana cikmaktadir (turkiye buyuk millet meclisi’ndeki her milletvekili, aslinda bizleri temsilen oradadirlar, bizleri yonetmek icin degil, yani en azindan kagit uzerinde boyledir).

    yillar boyu kongre, amerika’nin birincil yonetim organi iken, daha sonralari baskana dogru kaymistir bircok guc. daha once de anlattigim gibi, bir sekilde savas gerektiren durumlarda savas ve baris kararlari almak, tamamiylen artik baskanin elindedir. fransa’da oldugu gibi, baskan sadece senatoya basvurur, fikirlerini almak zorundadir, ancak senatonun “hayir” cevabini pek umursamasina gerek yoktur.

    eski zamanlarda oy verme gibi bir hak, aslinda cok ozel bir hak olarak gorulmekteydi, ancak gunumuzde bu da tamamen degismistir. artik oy vermek, herkesin yaptigi normal bir is haline gelmistir. hele ki amerikan baskani, kongrenin bir calisani olarak gorulmekteydi, yani insanlar tarafindan pek secilmemekteydi. hatta oyle ki, kongrenin gucu baskani bastirmakta, baskanin halka dogrudan hitap etmesi uygunsuz kabul edilmekteydi.

    ancak bu, 20. yuzyil’a gelindiginde yavas yavas degismeye basladi. amerikan parti sistemi devreye girince, butun olaylar altust oldu. guclu siyasal partiler baskani destekler oldular. framerlar zamaninda aslinda bir sekilde kongrenin gucunun populariteden geldigine, baskanin gucunun ise enerjisinden geldigine inanilsa da, gunumuzde partilerin yarattigi ortam icerisinde baskanin gucu populariteden, kongrenin gucu ise yasama enerjisinden (yani ne kadar cabuk hareket ettiginden, ne kadar cabuk karar verdiginden) kaynaklanir olmaya basladi.

    kurumsal reformlar, partilerin guclerini bir nebze dusurmeyi basarmis olsalar bile, yine de baskan halen daha populerliginden guc almaya devam etti. ilginctir, ilk zamanlarda tamamiylen kongre tarafindan secilip goreve getirilen baskanlar, daha sonralari insanlarin sectikleri birer temsili senator tarafindan secilir olmaya basladilar. yani, insanlar kendilerini temsil edecek “secici” senatorleri seciyorlar, onlar da kendi aralarinda kime baskanlik oyunu vereceklerine karar veriyorlardi.

    oyle ki, bu da degisti ve artik arada bulunan “secici senatorler” olayi, yani baskan ile halk arasindaki bir engel daha kalmakya basladi. baskan ile amerikan halki birbirlerine daha da yaklastirildilar. kagit ustunde halen daha ayni sistem uygulansa da, gunumuzde halk, eger bir baskana oy veriyorsa, aslinda o baskana oy vermek ile yukumlu olan senatorlere oy vermektedir. yani halk, baskanlarini kagit uzerinde dogrudan secmekte olsalar bile, aslinda dolayli yoldan secmektedirler. sadece aradaki “secici senatorlerin” taraf degistirmesi olanaksiza yakin bir hale getirilmistir, o kadar.

    amerikan siyasetini etkileyen en onemli unsurlardan biri olaraktan (bkz: burokrasi) ornegini vermek istemekteyim. kongre ve baskanlik sisteminden tamamen ayri olsa dahi, hatta siyasetin hic icine karismamasi gerekse dahi, yine de siyaset, gunumuzde burokrasiye fevkalade karismaktadir amerika’da. en basit ornegini, cia, fbi gibi kurumlarda gorebiliriz. burokrasinin kendi capinda getirdigi problemler, basli basina amerika’ya ozgu degildir.
  • iletisimin amerikan siyaseti uzerindeki onemi, es gecilecek gibi degildir. burada konuyu biraz da medya’ya getirmek istiyorum dogal olarak.

    telgrafin icadi, herhalde amerikan sistemi icerisinde baskan ile senato (kongre) arasindaki gorev dagiliminin acilmasina, hatta baskanin daha bir populer olmasinda en buyuk rolu oynar.

    daha onceden bir yakadan diger yakaya haber gondermenin haftalar surmesinden dolayi, trenlerin ise belli bir hizda olmalarindan dolayi gazeteler, dogudaki haberleri batiya kadar o kadar rahatlikla getiremiyorlardi. bu nedenledir ki, gazeteler yalnizca yerel haberlere onem veriyorlardi. bu da demek oluyordu ki, gazetelerin en onemli haberleri “bizim senatorumuz sunu yapti, bunu yapti, maria hanim’in inegi dogurdu” tarzi kupurlerden olusuyordu.

    telgraf ise tamamiylen iletisim hizini yukseltti. 19. yuzyil’da sonlara yaklasildiginda artik hemen hemen butun kuzey amerika kitasi, telgraflarlan orulu durumdaydi. butun yerlesim birimlerinde, mors alfabesi kullanan bir telgraf ofisi bulunmaktaydi.

    iste bu da, yeni bir habercilik anlayisina yol acti. reuters filan gibi “wire services” adi verilen sirketlerin kurulmasina yol acti. bunlarin yaptiklari, etraftan topladiklari bilgileri ve haberleri, ulkenin diger yerlerindeki haber merkezlerine topyekun satmaktan geciyordu. bunu da telgraf uzerinden yapabiliyorlardi. iletisimde yeni bir boyut acilmisti.

    ancak bu kurumlarin satabilecekleri en degerli ulusal haberler, butun herkesi ilgilendiren ulusal meselelerden gecmekteydi. bunlardan biri de, butun ulusu ilgilendiren, yerel yonetimlerin de ustunde olduguna inanilan baskandan baskasi olamazdi. ansizin baskan, butun ulkenin ilgi odagi olmaya baslamisti ve popularitesi git gide artiyordu.

    o zamanlarda haber servisleri ve gazeteler, fevkalade partizan ideolojilere sahiptiler. demokratlari savunan bir gazete, cumhuriyetcilere yonelik “domuzlar” gibi bir basligi rahatlikla kullanabilmekteydi. aynisini diger taraf da yapmaktaydi dogal olarak. ancak 20. yuzyil’in baslarinda tarafsiz gazetecilik ideolojilerinin yayginlasmasi ile buna da bir dur denildi.

    ozellikle de bu yeni akimin yayilmasinda, reklamcilik sektoru onayak oldu (“oglum reklamci oldu” diye uzulen anneler, uzulmeyin artik, sozlukteki reklamci bayanlara selamlar***). amerikan sivil savasi sonrasinda buyuk bir endustriyel patlama yasamakta olan amerika’da, mal uretimi oyle bir seviyeye gelmisti ki, artik fazladan uretime gecilmis, satacak insan bulunamamaya baslanmisti. bu nedenle ya birtakim kampanyalarlan insanlara mal satilacak, ya da reklam yolu ile urunler tanitilacakti.

    tabii ki reklami secti amerikalilar daha cok. satacak insan bulmalari gerekiyordu, kitlelere ulasmalari gerekiyordu. ozellikle de reklam olayina pek alisik olmayanlara bunu yapmak cok daha cazipti. zira ilk defa reklam gormus birey, hemen naifce bunlara kanacak ve mallari bir tuketim cilginligi yaraticasina alacakti (aklima nedense tuketim cilginligi uzerine olan o sylvesterli ve fareli bolumlerden biri geldi, hani almanya’dan farenin kuzeni geliyordu da, ekonomi profesoru bir fare bunlara birsey ogretiyordu da, neyse).

    hatta ilginc bir ornek vereyim; sovyetler birligi’nin dagilmasindan sonra olusan rusya federasyonu’nda yeni yeni acilmaya baslanmis olan ozel televizyon kanallarinda ilk gosterilen ozel sektor reklamlarina insanlar o kadar inanmislardi ki, deliler gibi mal almaya baslamislardi. gayet ilginc.

    bir diger ornegi de yine amerika birlesik devletleri’nin icinden verebiliriz; lysterine adi verdigimiz antiseptik sivilar, ilk baslarda sadece sivil savas sirasinda yaralari temizlemek icin kullanilmaktaydi. savas sonrasinda siselenip satilmaya baslanan bu antiseptik, kullanim alani artik kalmadigi icin ureticinin elinde kalmaya baslamisti. iste bu sebepledir ki, bir reklam dahisi ortaya “halotosis” diye bir hastalik atarak, insanlara bunu “dis sagliginizi kurtarmak icin, sosyal yasaminizi kurtarmak icin lysterine kullanin, cunku baska sekilde hasta oldugunuzu kimse size soylemez!” tarzi sloganlarlan duyurmaya basladilar. gunumuzde halen daha en cok satilan gargaradir.

    konuya donmek gerkeirse; iyi hos, reklam olayi gercekten de alip basini gitmeye baslamisti. ancak gazetelerin izledikleri partizan politikalar problem yaratmaya basliyordu. her gazete, bir diger ideolojiyi asagilamakta oldugu icin, belli bir kitleye hitap ediyorlardi. ancak reklamini gazeteye bastirmak isteyen ureticiler, gazetecilere “ya bu gerzek fikirlerinizi arka sayfalara filan atarsiniz, ya da reklam vermeyiz. zira bizim reklamlarimizin etrafinda sizin gerzek fikirlerinizi gormek istemiyoruz” derler (boylece ortaya editorial sayfasi cikar da, neyse). bunun ardindan gazetelerde bir tarafsizlasma akimi gorulmeye baslanir.

    roosevelt de vaktinde gazeteleri ve benzer yayin organlarini (radyo basta olmak uzere) halka ulasmak ve halklan daha yakin olmak icin kullanmistir. hep kendisi hakkinda pozitif seylerin yazilmasini ve cizilmesini isteyen roosevelt, bir konusmasinda da “baskaniniza yardim edin!” diye insanlara seslenmis, halktan senatoya karsi kendisine destek cikmasini istemistir. bu sebepten dolayi halk baskanini cok sevmis, “baskan bizden yardim istiyor, ne mutlu, biz de olaya dahiliz” hissine kapilmistir.

    gunumuzde ise halen daha baskanin halk uzerindeki popularitesi, press release adi verdigimiz, baskanin gazetelere dagittigi bilgiler isiginda saglanmaktadir. ancak bilinmelidir ki roosevelt zamanlarinda bu cok daha onemliydi. bir haberi ilk bilen kisi, cok onemli bir kisi oluyordu. baskan da “al sana press release, bunu bir tek sen biliyorsun” diyor, gazetecilerin gonlunu aliyordu. boylece basinda da populer olan baskana pek bir olumsuz cikis yapilmaz olmustu.

    ilginctir ki, bu olay daha sonralari gazeteler arasinda savasa (hakikaten silah kullanilarak yapilan turden savasa) neden olmustur.

    kisaca, baskan, gerek medya yolu ile, gerek baska yollar ile gunumuzde amerikan halki’nin goz bebegidir, en deger verdikleri kimsedir.

    (bkz: copy paste degil alinteri)
  • tek bkz ile spincrus'u dumur etmek gerekirse (bkz: amerikanin dunyayi ele gecirme istegi)
  • amerikan di$ siyaseti (aktif ta$ima ile kapitalizm) ile amerikan siyaseti (liberaller, demokratlar) kari$tirilmamalidir, leke yapar - cikmaz. (bkz: overlapping)
  • hiç bir mantığa dayanmadan tamamen kendi çıkarları doğrultusunda ve seçtikleri hedefi yıkma doğrultusunda bir siyasettir.. ki bu millet 100 yılda 100 deği$ik operasyon gerçekle$tirmi$ dünyanın deği$ik yerlerine.. ve dünya barı$ısından söz ediyorlar, dünya barı$ı için yaptıklarını söylüyorlar.. son olarak abd dı$i$leri bakanı condoleezza rice'ın türkiye'ye gelecekken, abd savunma bakanı donald rumsfeldin , yaptığı açıklama dü$ündürücüdür (4 $ubat).. özetle:

    bugün irak'ta kar$ıla$tıkları direncin nedeni olarak türkiye'yi gösteriyor.. "irak'a türkiye topraklarını kullanarak çıkarma yapmayı ba$arsaydık bağdat'ın kuzeyindeki sünni direni$çilerin çoğunu sava$ sırasında ele geçirmi$ olurduk... sünniler sava$tan hiç yara almadan çıktılar ve bize kar$ı direni$i ba$attılar" diyor...

    plansız bir açıklama değildir.. $öyle ki; "iran'a saldırırsak bu sefer de 1 mart tezkeresi faciası ya$amak istemiyoruz" demek istiyor bu açıklama.. çünkü iran'a açılabilecekleri en kritik nokta türkiye sınırıdır.. tabi iran'da herhangi bir hüsran olması durumunda ise gösterecekleri tek adres vardır.. bunların siyasetini televizyonda bir köylünün dediği 3 kelime özetliyor aslında:
    çakal bunlar, çakal..
hesabın var mı? giriş yap