• (bkz: enis batur)
  • halil inalcık'ın 2003 yılında doğu-batı yayınları tarafından basılan, osmanlı şiirinde şair ve patronaj ilişkisini irdelediği eseri, ilim çevrelerinde uzun süre tartışmalara yol açmıştı.
  • halil inalcık'ın hacmi küçük söyledikleri ise oldukça iddialı olan bir kitabı. kitap hakkında bilgi edinmek için:
    http://kitaplaryorumlar.blogspot.com.tr/…nalck.html
  • sayın inalcık çok değerli bir araştırma sonucu bu eseri halka sunmuş fakat bence yayınevi* ne yazık ki gereken özeni göstermemiş. farsça-osmanlıca şiirlerin dipnotlarla türkçeye çevrilmemiş oluşu eserin okunuşunu çok zorlaştırıyor.
  • murat bardakçı'nın deyişiyle; türk edebiyat tarihinin son 60 yılında iki kitap yayınlandığında, edebiyat dünyasında yer yerinden oynamıştır. bunlardan ilki abdülbaki gölpınarlı'nın "divan edebiyatı beyanındadır" adlı eseri, diğeri ise halil inalcık'ın "şair ve patron" adlı eseridir.
  • halil inalcık'ın zümre edebiyatının yapısına işaret ettiği başyapıtıdır.
    şairin, sanatın ve bilimin paraya ve serbest girişime ihtiyaç duyduğu aşikardır. eski zamanda telif hakkı veya kitap satışı gibi gelirler yoktur. bu yüzden edebiyat saray etrafında döner. onun talebiyle şekillenir.
    buradan çıkan derse göre avrupa'da irili ufaklı hükümdarlar ve zenginler şairlere ve sanatçılara sahip çıkmış, bizde ise devletin gücü tek elde toplaması özel teşebbüsün sahipsiz kalmasına yol açmıştır.
    büyük sanatçılarımız patronaj ürünüdür.
    ayrıca patronaj ürünü olan başka bir şey:rönesans
  • patrimonyal kelimesini kullananların nedense weber'den ısrarla bahsetmediği ilişki.
  • tezkirecilerin söylediklerinden oldukça yer verilmesiyle harika bi kaynak ama gelin görün ki yukarda da yazıldığı gibi osmanlıca ve farsça cümleler yoğunlukta keşke türkçesi de yer alsaydı ki okuduğumuzu çok iyi anlasaydık.
  • hakkında bu kadar az şey yazılmış olmasına şaşırdığım halil inalcık eseri. türk edebiyatı açısından mihenk taşı mahiyetinde bir kitaptır. abdülbaki gölpınarlı'nın "divan edebiyatı beyanındadır" isimli çalışması ile birlikte, edebiyat dünyasını en derinden sarsan eserlerden bir tanesidir. günümüzde neredeyse şehevi bir saplantı savunulan ve özlem duyulan klasik edebiyatın neden gelişmediğini ve bir daha asla canlanamayacağını açıklar bizlere.

    2003 senesinde doğubatı yayınevi tarafından basılan eser, o güne kadar hiçbir eserin yapamadığını yapar ve divan şiirini patrimonyal devlet ve sanat ekseninde sosyolojik olarak inceler. halil inalcık'ın şeyh-ûl müverrihin olduğu malum; ancak onun esasen iyi de bir edebiyat temeline sahip olduğunu unutmamak gerek. nitekim kendisi mehmet fuat köprülü'nün öğrencisidir. bu yüzden hocanın yalnızca seksen sayfalık bu risalesi, bugün bile okunmaktadır ve açıklığa kavuşturduğu meselelerle bir mil taşı hükmündedir.

    "marifet iltifata tâbidir, müşterisiz meta zâyidir. iltifatsız mal zâyidir." dostlar. bir zamanlar, özellikle de sanat söz konusu olunca, iltifatın önemi büyüktü. ancak iltifattan daha önemli olan ise, onun kimden geldiğiydi. bir zamanlar "osmanlı toplumu gibi patrimonyal bir toplumda, başka bir deyimle, sosyal onur, statü ve mertebelerin mutlak egemen bir hükmeden tarafından belirlendiği bir toplumda bu gerçek daha belirgindir."

    "matbaanın geniş kitlelere okuma imkanı verdiği, böylece edebi ve ilmi eserlerin, yazarına geçimi için yeterince gelir kaynağı sağladığı dönem gelinceye kadar, bilgin ve sanatkâr hükümdarın ve seçkin sınıfın desteğine muhtaç idi."

    bugün bir yazarın ortaya çıkıp yetenek ve maddi güç ile kitabını bastırması mümkünken, bundan yüzyıllar önce böyle bir imkan yoktu. o zamanlar bir sanatkarın sanatıyla meşgul olmasının tek yolu, geçimini dert etmeden sanatına odaklanmasına yetecek kadar gelire sahip olmasıydı. şurası kesindir ki matbaanın yaygınlaşması edebiyata ve sanata esneklik getirmiştir. ancak bu esnekliğin olmadığı zamanlara, sanat üreten kişinin bir hamiye ihtiyacı vardı. tabii inalcık hoca bu patrimonyal sistemin icracıları ve alıcıları arasındaki sosyolojik yapıya ışık tutar. mesele yalnızca bir şairin şiirlerine veya bir sanatçının eserlerine, yeteneğine sahip olmak; onu finanse etmek değildi. ortada bir çeşit üstünlük yarışı da vardı. pek çoğunuzun aklına geldiği üzere, medici ailesi de bu türden bir hamiliğin batılı tarzda örneğidir. sanatın sığınağı her zaman patrimonyal devlette, hükümdarın sarayıydı.

    "osmanlı'da, en yüksek mimar, sarayın mimar başısı, en iyi kuyumcu, sarayın kuyumcubaşısı ve en güzel şair, padişahın ilgi ve lütfuna layık görülen sultânü'ş-şuarâ idi. bilgin ve sanatkar; hükümdarın prestijini, sarayın nam-u şanını yüceltmek için gerekli ögeler sayılırdı. bilgi ve sanatın koruyucusu olan hükümdarın, hakem sıfatını hakkıyla yerine getirebilmesi için kendisinin de, ilim ve sanattan payı olmak gerekirdi."

    osmanlı sultanları entelektüel hükümdarlardı ve hemen hepsi sanattan anlardı. hatta kanuni sultan süleyman bir osmanlı padişahı olmasaydı dahi, muhibbi mahlasıyla yazdığı şiirler onu bugün hatırlanan bir şair yapmaya yetecek kıymettedir. padişahın sanatla iç içe olması, onun bir çeşit hakem rolü üstlenmesini sağlamıştır. nihayetinde yazılan şiirler çoğunlukla ve de mecburiyetten ona yazılırdı. inalcık burada, "makbul ve muteber" bir eserin ancak hükümdarın iltifatına bağlı olduğunu belirtir. zaten ikinci murat'tan itibaren sultanların divan tertip edecek kadar şairlik yeteneği kazandığını da anlatır.

    o halde şair ve patron ilişkisini basit bir matematikle açıklayabiliriz. patron için şairler önemliydi çünkü bu türden kişileri barındıran sarayın değeri yükselirdi. şair için ise hükümdar önemliydi çünkü hayatta kalmak için gereken destek ondan gelebilirdi. buradaki kilit nokta ise, hükümdarın şairin hareketliliğini kısıtlaması ve onu kendini beğendirmeye muhtaç bırakmasıydı. patronun ilgisini sürdürmek ve onu sinirlendirmemek gerekiyordu. sonuçta nef'i diliyle hakk’ın belâsına uğramadı mı? bu açıdan baktığımız zaman edebiyatın halka değil de küçük bir zümreye hitap ettiğini mi görürüz? aslında bu cümle yanlış anlaşılmaya ve çarpık bir ifadedir. sanatın sadece küçük bir zümreye hitap etmesi mümkün müdür? gerçekten de bütün anadolu halkı, sanat söz konusu olunca "biz bilmeyiz saraylılar bilir" mi diyordu? elbette hayır. sadece o zamanlar saraylı çevrede popüler olan sanat ile halk arasında destek gören sanat farklıydı.

    "burada önemle kaydetmek gerekir ki, divan şiirinde doğal coşku, lirizm değil, tasannu esastır. saray kültürüne sahip hükümdarlarla devlet büyüklerine, çeşitli 'fenler'in uygulandığı sanatkarane eser hitap eder. bu çeşit eserler; sembolik, zihni incelik isteyen, tasannu ürünü eserlerdir."

    "patron, batı natüralizmi ve realizmin de olduğu gibi, doğal, açıkça ifade edilmiş çıplak insanı duyguları ve tasvirleri değil; hayal ve sembolizm, ustalık ve zarafet libası içinde gizlenmiş ince güzelliği arar."

    kaside sunma ve işret meclisi:

    "doğu edebiyatında şairin himaye, inayet arayışı, özel bir düzenleme ve kalıp içinde patrona sunduğu övgü, kaside nev'i içinde ifadesini bulur. kasideler, başta, öbür dünyada tanrının rızasını, peygamberlerin, velilerin şefaatini ve bu dünyada patrimonyal siyasi güç sahiplerinin himaye ve inayetini kazanmak için yazılırdı."

    “saray "hâs" bahçelerinde veya kasr (köşk)larda "halvette" düzenlenen geleneksel işret meclisleri şâir, mutrib, hânende gibi sanatçıların hükümdar önünde kendilerini göstermek fırsatını elde ettikleri bir yarışma meydanı oluştururdu. firdevsî, şehnâme'de (1000 tarihlerinde) kadîm iranlı hükümdar hüsrev'in verdiği işret meclislerini uzun uzun tasvir eder. bir zafer veya başka vesilelerle süslenmiş saray bahçe ve kasrlarında tertib olunan bu ziyâfetler, üç gün üç gece, bazen bir hafta sürer, "nahiller dikilir, mis kokuları içinde güzel çalgıcılar çalarken peri yüzlü sakîler misafirlere yıllanmış şarap sunar". herkes sarhoş olur; zafer hikâyeleri dinlenir, şâirler karşılıklı en güzel şiirlerini söyler, muşâ'ara ederler. firdevsî, böyle bir mecliste rakibi şâirler önünde sultan mahmud'un takdirini kazanır. selçuklu sultanı alâeddîn'e kasîde sunan hoca dehhânî, "şâhlar-şâhı'nın çalgılı, içkili zengin bezmler"inden söz eder. yine böyle bir işret meclisinde anadolu selçuklu sultanı bir kasîde için şâir zahîreddin'e beş nefer güzel kul bağışlamış, ı. izzeddîn keykâvûs (1210-1220) sinop fethi üzerine düzenlenen bir işret meclisinde nedîmlere ve şâirlere inamlarda bulunmuştur. osmanlı kaynakları şâirlerin çoğu kez bu gibi işret meclislerinde hükümdarın takdir ve lûtflarına eriştiklerini belirtirler. hükümdar hizmetindekiler arasında patrimonyal ilişkileri pekiştiren sosyal bir kurum olarak işret meclisleri, şölenler ve toylar avrasya türk-moğol devletlerinde hayatî sosyal bir fonksiyona sahipti. karl jettmar'a göre "en ince ayrıntılarına kadar düzenlenmiş içki âlemleri hükümdarın şöhret ve prestijini yükseltmek için yapılan bir çeşit âyin (ritual) hükmünde" idi. osmanlılar'da haftalarca süren muhteşem sûr-i hümâyûnlar bu geleneğin ne kadar önem taşıdığını kanıtlayan olaylar olup görkemli sûrnâmeler'de yaşatılmak istenir. bu işret meclislerinin, hükümdarın ve sarayın hayatında nasıl hayatî bir yer tuttuğunu ayrıntılı tasvirlerle ibn-i bîbî'nin tarihinde görüyoruz: alâeddîn keykubad'ın işret meclisi kuruldu... l'al şaraplarla ve dürlü dürlü nakiller (nahil) birle ârâste edüp döşediler ve mutribler hezâr destân gibi elhân-i cân-fezay birle surûda şuru' kıldılar ve câm-i şarâb içmeye ve barbut ve rubâb istimâ'ına meşgul oldular".

    "sanatkarlar, patronun gözüne girmek için başkalarından daha mükemmeli ortaya koyma çabasındadırlar, böylece patronaj sanat bakımından gerçekten olumlu bir rol oynar. bu sonuç; ancak patronun kendisinin sanat anlayışındaki düzeye ve sanat zevkine bağlıdır."

    o halde artık işret meclisi, şair ve patron hakkında daha fazla şey biliyoruz. unutmamak gerekir ki o zamanlar sanatkarın ödevi patronun gözüne girmekti. bu gerçekten de sanatçı için hem olumlu hem de olumsuz sonuçları olan bir ilişkiydi. sanatçı için sanat yalnızca patrona hitap eden şeylerden ibaretken, patron için de sanat yalnızca onun prestiji ve zevkine göre dizayn edilen bir işti. bu ikisi birbirini hem besliyor hem de kısırlaştırıyordu. bununla birlikte sanat yalnızca padişahın estetik zevki kadar fark ediliyor ve takdir görerek ilerleme kaydediyordu.

    peki daha sonra ne oldu? eh, o da başka bir yazının konusu. şimdilik elimden geldiğince hocanın başyapıtını tanıtmaya çalıştım. elbette bir kitabı bir entry ile tanıtmak güç. özellikle de bu kitabın yazarı halil inalcık gibi bir efsaneyken. ne diyebilirim ki... meraklısına şiddetle tavsiye ederim.
hesabın var mı? giriş yap