• sumru ağıryürüyen, yasemin göksu ve yeninur ada nın sevda türküleri söyledikleri projenin adı.
  • (bkz: 3 women)
    (bkz: three women)
  • (bkz: iki kadın)
  • fin yazar minna canth'ın kadının kendi benliğinin farkına varması, yaşadığı erkek egemen ortam, kitabın yazıldığı yıllarda toplumun kadına bakışı gibi konularda bir öykü ve iki oyundan oluşan kitabı.

    önsözden:

    "... agnes'de kadının çok aykırı iki rolü görünmektedir: bir yanda anne ve eş olarak kadın, diğer yanda ise "öteki kadın".

    agnes ile birlikte canth'ın işlediği konuların arasına, o dönemde ahlaksal konuşmalarda hemen hemen hiç değinilmeyen özgür aşk teması da girmiş oldu. canth'a göre, erkeğin aksine, sadece kadının özgür aşk ilişkisi yüzünden yargılanması yanlıştı. sylvi oyunu ise, genç bir kız ile yaşlı bir erkeğin evliliğini anlatır. kadın cinselliği ve iki yüzlü ahlak anlayışı tartışmasına sylvi'de devam eder. canth bu oyunu aracılığıyla, mantıksal ve parasal nednler üzerine kurulmasının evliliğin devamı için yeterli olamayacağı modern görüşünü temsil eder. canth, anna-liisa'da yeni bir kadın çizer; anna-liisa, cinsel, ahlaksal ve toplumsal sınırların tümünü yıkar. çocuğunu öldürür, yaptıklarının cezasını çeker ve aynı zamanda ikiyüzlü ahlak anlayışı üzerine kurulu toplumun bozuk yapısını ortaya çıkarır....."
  • atıf yılmaz'ın son projesi.
  • robert musil kitabı için (bkz: drei frauen)
  • bir edip cansever şiiri:

    üç kadın bahçeye çıktı -şimdi ne olacak
    üçünün de gözü yaşlı -şimdi ne olacak
    üç mum vardı ellerinde -şimdi ne olacak
    üçü de yanıyordu mumların -şimdi ne olacak.

    gün ışığının kışı gibi üçü de
    ışıktan bir dünya demeti üçü de
    acıyla döşenmiş bir bahçe üçü de
    bir akasya ağacı, bir mermer masa, bir de iskemle.
  • yan yana duran üç kadının ters profil sunumu ile resmedildiği, giritteki antik minos uygarlığı dönemine ait knossos sarayında bulunan etkileyici fresk.
  • kelimeleri doğru kullanırsak her hissiyatı, olayı, kavramı çömlek ustası gibi maharetli parmaklarımızla şekillendirebileceğimize inanıyorum. bu kitap içerisinde üç farklı karakterin ortak bir nokta için nasıl başka kelimeleri kullandığına ve nasıl farklı anlamlarla şekillendirdiğine şahit olacaksınız.
    çevirisi yapılan şiirlerin orijinal değerinin bir derece altında olduğunu düşünüyorum. çevirmenin başarısızlığı bunu belki bir derece daha indirilebilir. ne yazık ki dil bilgim bunu ölçecek ya da kıyaslayacak seviyede değil. bu yorumu bazı kelimelerin çevirisinde dilimize tam anlamını veremeyeceğini bildiğimden ve şiirin kendi dilinde yazılmış halini okurken yarattığı tonlamaları dikkate alarak yapıyorum. açıkçası sylvia’nın üç kadın kitabını okurken başarılı bir şiir kitabını değil de biraz daha düz yazı okuyormuşum gibi hissettim. yine de kitabın başarısını önleyecek bir durum değil bu. önemli olan kelimelerin birlikte yarattığı ahenk değil, anlamların tasviri.
    kitabın arka yüzünde şöyle yazmaktadır ve bu kitabın tam özetidir: üç kadın bir doğum evinde karşımıza çıkan kadınlıkları, doğurganlıkları, acı ve mutluluklarıyla farklı hikayeleri olan üç kadını konu ediyor. beklenmeyen hamileliğine rağmen çocuğunu kollarına aldığındaki mutluluğuyla birinci ses sürekli düşük yaparak hiç çocuk sahibi olamayan ama umudunu hiç yitirmeyen ikinci ses ve daha kimselere bağlanmadan çocuğunu doğurmak zorunda kalan ve çocuğunu oraya bırakırken ki acısını yanında götüren üçüncü ses.
    birinci ses ile daha önce hiç annelik duygusunu tatmamış biri olarak yabancısı olduğum bu sevgi biçiminin böylesine güzel bir betimlemesini okuyup gülümsemişken, ikinci ses ile bu mutluluk çatırdıyor. ikinci sesin kırılganlığı, etrafında görmeye dayanamadığı çocuklar ve bir kadın olarak tüm bu başarısız yaratma sürecinin sonunda eşine sığınması ve birbirlerine duydukları o çıkarsız saf sevgi beni etkilendi. bir tek üçüncü sesi biraz daha iyi anlayabilmek için bir hikayeye ihtiyaç duydum.
    kitabın soy sayfasında kitap ile ilgili şu bilgiler verilmiştir:
    radyo oyunları yapımcısı dougles claverton’ın daveti üzerine radyo için yazılan ve 19 ağustos 1962’de bbc’nin üçüncü programında canlandırılan “three women”, 180 adetlik sınırlı bir baskı olarak ilk kez 1968’de turret books tarafından basılmıştır. elinizdeki çeviri, sylvia plath’ın eşi ted hughes’un hazırladığı the collected poems’den (1992) alınmıştır.
    aynı zamanda sylvia plath, the collected poems ile pulitzer ödülü’nü kazanmıştır. öldükten sonra ödüllendirilen ilk kadın şair olmuştur.
    kitap 2013 yılında yine "üç kadın" adıyla ankara meydan sahne'de oynanmıştır. buradan bakabilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=dhvno...
    aşağıda kitap içerisinden bazı alıntılar yer almaktadır
    birinci ses:
    kim bu mavi, delibaş çocuk?
    bir yıldızdan fırlamış gibi sanki, parlak ve garip!
    burnundan soluyor!
    odaya uçtu, ardında bir çığlık.
    mavisi soluyor. ne de olsa dünyalı o.
    kırmızı bir nilüfer açıyor kan çanağında;
    sanki bir nesneymişim gibi, ipekle dikiyorlar beni.
    ne yapıyordu, parmaklarım o çocuğu tutmadan önce?
    ne yapıyordu yüreğim sevgisiyle?
    hiç bu denli net görmemiştim bir şeyi.
    göz kapakları leylak gibi.
    ve pervane kadar yumuşak soluğu.
    bırakmayacağım.
    ne hile var onda, ne şeytanlık. hep böyle kalsın.

    birici ses:
    bu masum ruhları bize gönderen şey ne?
    baksana, öylesine tükenmişler ki!
    bozguna uğramış yatıyorlar
    branda kaplı karyolalarında: bileklerinde künyeleri.
    taa buralara kadar gelmişler almak için ödüllerini.
    siyah gür saçlı olanları da var, kel olanları da.
    tenlerinin rengi pembe ya da solgun, esmer ya da kırmızı;
    anımsamaya başlıyorlar farklılıklarını.
    sudan yapılma sanırım onlar; hiçbir ifade yok yüzlerinde.
    dingin sudaki ışık gibi uyuyor yüz hatları.
    gerçek rahip ve rahibeleri andırıyorlar,
    aynı kalıptan çıkma giysileriyle.
    yıldızlar gibi dünyaya döküldüklerini görüyorum.
    mucizeye benzeyen bu saf, bu küçük imgelerin.
    hindistan’a, afrika’ya, amerika’ya. süt kokuyorlar.
    bir şey değmemiş ayak tabanlarına. havada yürüyorlar sanki.
    hiçlik bu denli eli açık olabilir mi?
    işte oğlum.
    çoğu insanınki gibi düz, mavi renkli kocaman gözleri.
    bana doğru dönüyor küçük kör parlak bir bitki gibi.
    bir ağlama. asıldığım çengel bu.
    bir süt ırmağıyım ben.
    sıcak bir tepeyim.

    ikinci ses:
    onu, o küçük kırmızı sızıntıyı ilk gördüğümde inanamadım.
    çevremde dolaşan erkekleri gözlemledim büroda.
    ne kadar da düzdü hepsi!
    mukavvayı anımsatan bir yanları vardı ve ben bunu görmüştüm:
    içinden düşüncelerin, yıkımların, buldozerlerin, giyotinlerin
    beyaz çığlık odalarının fışkırdığı ardı arkası kesilmeden
    o düz, dümdüz, düzlüğü görmüştüm
    -ve soğuk melekleri, soyutlamaları
    otururken masamda, çoraplarım ve yüksek topuklarımla
    yanında çalıştığım adam güldü:
    “korkunç bir şey mi gördün? kireç gibi oldu yüzün birdenbire.” bir şey söylemedim.
    ölümü gördüm çıplak ağaçlarda, yok oluşu gördüm. inanamadım.
    o kadar güç mü ruhun bir yüze, bir ağıza kavuşması?
    harfler fışkırıyor bu kara tuşlardan ve kara tuşlar fışkırıyor alfabetik parmaklarımdan, siparişler düzenliyor, parçalar.

    matkaplar, dişliler, parlak parça takımları için.
    ölüyorum otururken. bir boyut yitiriyorum
    trenler gümbürdüyor kulaklarımda, kalkışlar, kalkışlar!
    uzaklara dökülüyor gümüş izi zamanın.
    verdiği sözü boşaltıyor beyaz gök, boşaltır gibi bir kaptan.
    benim ayaklarım bunlar, bu mekanik yankılar.
    tak, tak, tak çelik ayaklar. kusurlu bulunuyorum.

    eve taşıdığım bir hastalık, bir ölüm bu.
    evet, bir ölüm bu. hava mı içime çektiğim. yıkımın parçaları mı yoksa?
    soğuk meleğe bakarak zayıflayan, zayıflayan bir nabız mıyım ben?
    benim sevgilim mi bu peki? bu ölüm, bu ölüm ?
    liken gibi bir adı sevdim, çocukken.
    bir günah mı bu peki, bu eski ölü aşkı ölümün?
    ikinci ses:
    karların dünyası şimdi. evde değilim.
    ne kadar beyaz bu çarşaflar. hiç özellikleri yok yüzlerin.
    hem çıplak, hem olanaksızlar, yüzleri gibi çocuklarımın,
    kollarımdan kaçan o küçük hasta yaratıkların.
    öteki çocuklar dokunmuyor bana: korkunç onlar.
    çok renkliler, çok da canlılar. sessiz değiller
    taşıdığım küçük boşluklar gibi sessiz.
    bir dolu şansım vardı. hepsini denedim.
    üstüme diktim yaşamı, zor bulunan bir organ gibi.
    ve dikkatle, korka korka yürüdüm, ender bir şeymişçesine.
    çok kafa yormamaya çalıştım. doğal olmayı denedim.
    aşkta kör olmayı denedim, öteki kadınlar gibi, yatağımda.
    sevgili tatlı körümle birlikte kör.
    bir başka yüzü aramadık zifiri karanlıkta.

    bakmadım! yüz yine oradaydı ama.
    kusursuzluğunu seven, doğmamış birinin yüzü,
    yalnızca huzur dolu dünyasında mükemmel olabilecek,
    kutsal olabilecek ölü birinin yüzü.
    ve öteki yüzler vardı. ulusların, hükümetlerin, meclislerin, toplumların, önemli adamların yüzsüz yüzleri.

    bu adamları önemsiyorum ben:
    nasıl da kıskanıyorlar düz olmayan her şeyi!
    dünyayı kendileri gibi düz yapabilecek kıskanç tanrılar onlar.
    “oğul”la konuşmasını izliyorum”baba”nın.
    olsa olsa kutsaldır böyle bir düzlük.
    “bir cennet yaratalım” diyorlar.
    “düzleyip yıkayalım kalabalığı bu ruhlardan”

    üçüncü ses:
    bir dağım şimdi ben, arasında dağsı kadınların.
    büyüklüğümüz akıllarını mı ürkütüyor ne, doktorlar dolaşıyor aramızda.
    bön bön bakıp sırıtıyorlar.
    böyle olmamın nedeni onlar ve bunu da biliyorlar.
    kendi düzlüklerine sarılıyorlar, sanki bir sağlık belirtisiymiş gibi.
    ya benim gibi şaşırıp kalsalar ne yaparlardı?
    çıldırırlardı.
    ya iki can aksaydı bacaklarımın arasından?
    içinde araçlar bulunan beyaz odayı gördüm.
    çığlıklar odasını. mutlu değil.
    “hazır olduğunuz zaman geleceğiniz yer burası.”
    gece ışıkları kırmızı düz aylar. kanlı ve donuk.
    olacak hiçbir şeye hazır değilim.
    öldürmem gerekirdi beni öldüren bu şeyi.

    kitabın tamamına bu linkten ulaşabilirsiniz
    https://www.aymavisi.org/hikaye/uc ... (less)
hesabın var mı? giriş yap