• ölümle ilgili algılarımı, yaşadığım evi, komşularımı, çocukluk arkadaşlarımın bir kısmını, hayatımınsa kim bilir ne kadarını değiştiren gün.

    5. katta emrah yolun kenarında arkadaşlarıyla oturan abisini sadece dakikalar önce annesi seslen abine dediği için eve çağırmıştı. abisi savsaklamış ve oturmaya devam etmişti. biz apartmanımız sobalı olduğu için oturma odasına götürdüğümüz tabaklarda bulgur pilavı yiyip şirinleri izliyorduk. oda sıcak diye kapıyı açmıştı nail. şirinleri izliyoruk, ana habere dakikalar vardı. sonra.. deprem oldu. ayağa kalkamadık bile. sadece odanın kapısına doğru gittik emekleyerek. annem üstümüze siper oldu. ölecektik. ölmedik. evimizin yıkıldığını anladık ama. odada soba vardı. anne bodrum kata indik sanırım dedim. sobadan boğulacağız diye korktum. ''bizi duyan var mı?'' diye bağırdım. annem de bağırdı. nail hiç konuşmadı. odadaki ışıldağı sobanın yanından almaya gittim. üstüne duvar oturmuştu. alamadım.

    koridora çıktık. yürümeye başladık. girişteki ayakkabılığın oraya yürüdük üçümüz. annem çakmaklarından birini aradı. bulamadı. hemen yandaki bizim odamızın kapısını açmaya çalıştık açılmadı. zorlayıp şarjlı el süpürgesini almaya çalıştık. onun minik kırmızı bir ışığı vardı. belki işimize yarardı. şimdi elektrik mi var diyorsunuz değil mi? biz diyemedik aklımıza gelmedi. ışığa muhtaçtık, her şey bundan ibaretti. bulamadık.

    koridorun sonuna bakınca misafir odasının oradan cılız bir ışık süzüldüğünü gördük. annem-kardeşim-ben yürümeye başladık. giderken annem kardeşin nerde dedi. ben elini tutuyordum, o da benimkini sımsıkı. o kadar korkmuştu ki, o kadar sessizdi ki ben kardeşimin kalp atışlarını duyuyordum. yanımda elini tutuyorum dedim. seslendi. nail. nail. nail! hıı diyebildi sadece. o zaman kadar konuşmadı, konuşamadı. iyi misin diye sordu annem. iyiyim dedi. sonra koridorun sonuna vardık.

    annem ben önden gidiyim, orası bir yere çıkarsa dönüp sizi alayım dedi. hayır dedim sen gidemezsin ben gidicem! saçmalama sana bir şey olmasın, seni göndermem dedi. itiraf ediyorum annem enkazın dışına çıkarsa korkup bizi almaya gelemez diye korktum. kendimi herkesten daha cesur hissediyordum, hissetmek zorunda hissediyordum. bunu tartışmıycaz ben gidiyorum önden ve bir yere varıyorsa dönüp alıyorum o kadar dedim. 13 yaşındaydım. annem tamam yavrum dedi.

    o sırada kafamı sola çevirdim. annemle babamın yatak odasının camının tamamı ışıl ışıl parlıyordu. tamamı. çok ışık. bu arada odanın camı kırılmamıştı. diğer odaların camı yoktu demek, fark etmemişiz. camı bir parke parçasıyla kırdım. ama koridor parke değildi. ayağımla cam aynı hizadaydı. gözlerim ay ışığından kamaşmıştı. dışarı çıktık.

    evimiz yıkıldı. biz çıktık. emrah nail'le yaşıttı. ablası zeynep benden 2 yaş küçüktü. annleriyle yandılar. depremden birkaç dakika önce eve çağırdıkları abileri enkazın üzerinde 'anneee' diye feryat etti. babam hiç görmediğim hızda koşarak geliyordu. bizden kurtulan var mı diye bağırıyordu. babaa dedim. kızım benim dedi. annemi kardeşimi gördü. baba bizim artık evimiz yok, giysimiz yok dedim. siz sağ olduktan sonra şu dünyada daha ne olsun, hepsini biz yaptık yine yaparız siz sağsınız ya dedi. defalarca dedi.

    işte bu 12 kasım 1999 dur. bir ay boyunca elinde el feneriyle gezmektir. sanki hiç enkazdan çıkmamış, hiç ölüm görmemiş gibi yaşamaya devam ederken, yıllarca hiç değişmeyen o aynı rüyayı görmektir. 12 yıl sonra sol framede başlığı görünce açmanızdır. 12 kasım 2011'de ölmediğiniz için ölenlerden 12 yıl fazla yaşadığını algılamanızdır. anca 12. yıl dönümünde ağlayabilmektir.
  • o gün depreme tanık olan 7-16 yaş grubundaki çocukların %80'i, deprem sırasında şirinler'i izlemekteydi.
  • doğum günümü kutlamak için bir sürpriz hazırlayan kurtarma ekibim bir avuç dolusu isviçre çakısını malzeme depomuzdaki toplantı masasına bırakıp, sessiz sedasız ayrılmışlar. kapıyı açıyorum ve hemen o kırmızılığı farkedip masaya yöneliyorum. henüz ilkini elime almış incelerken telefonum çalıyor, kötü haber için arayan kişi annem...
    takip eden 2 saat içinde 17 kişi de sırtlarında acele ile hazırlanmış çantalarıyla soluğu toplanma merkezinde alıyorlar. 1 saati aşmayan bir değerlendirme ile bu defa tarım il müdürlüğünün gönderdiği midibüse doluşup yola koyuluyoruz.
    ekibi yüksek tutmak lazım, önce yola çıkmadan aldığım birer birayı dağıtıyorum, hemen ardından iyi beceren birimiz koridorun ortasında konumlanıp 8-10 parçayla devam edecek olan konserine "soldier of fortune" ile başlayarak kendi sesi dışındaki seslerin kesilmesini sağlıyor. ekibi ilk defa gören şoför ve hemen yanındaki yedeği durumdan dolayı pek bir şaşkın.
    bolu'ya yaklaşmışken tam da anımsayamadığım bir mevkide yoğun sis yüzünden trafik durmuş, sağdan sağdan ilerleme şansımız var ama kaptan pilotumuz pek bir isteksiz. sıkı bir tartışmadan sonra kendisini zorlayıp mümkün olan şekilde düşük bir hızla da olsa yola devam edebiliyoruz.
    yanımızda evvelki depremde tarzımızı yadırgayıp, görüp-yaşadıklarından sonra bizi benimsemiş hemşiremiz de var.
    şehre hangi saatte girdik, ilk yöneldiğimiz göçük hangisiydi pek hatırlamıyorum. ama çok net hatırladığım bir görüntü var hafızamda; yıkılmış bir minareden ya da hemen yanındaki başka bir yapıdan çıkan dev afiş sağlam başka bir binaya kadar uzanıyor: "il olmaya her şeyimizle hazırız"...
    bizi olay mahalline bırakıp geri dönmeleri gerektiğini söyleyen öküz şoförleri direkt dayak ile tehdit ederek döneceklerse de aracı bırakarak döneceklerini anlamalarını sağlamam gerekiyor. tüm o gerginlik ve sıkıntının üzerine bir de bunlarla uğraşmak o günden hatırımda kalan ciddi sorunlardan biri...
    binaların başlarında jandarmalar var ve çalışmaya giriştiğimiz hemen her göçükten uzaklaştırıyorlar ekibi. neden sonra biri açıklıyor da anlıyoruz. aslında yıkılan pek çok apartman önceki depremde boşaltılmış hasarlı binalar, içlerinde kimse olmadığı için oralarda çalışmaya gerek de yok.
    çok zaman geçmeden çek ekip ile eşleşiyoruz. aslında öyle yapacak çok fazla bir iş de yok ortada. adı belli birkaç türk kurtarma biriminin yanında benim gördüğüm rus-yunan-israil-çek ve bunlardan başka belki daha 5-6 yabancı ekip dışında ciddi bir arama kurtarma çapulcusu kalabalığı kahraman olma hayali ile trafik sıkışıklığı yaratmaya gelmişler.
    o gün nöbeti olmayan bir hemşire ulaşıyor bize, çalıştığı hastaneye yöneliyoruz. deprem konusunda çok bilinçli bir doktordan bahsediyor. yaşıyorsa bir o yaşıyordur diyor. bina 5 katlı. tabi göçükten sonra kat kat bir gofret formunda yere yığılmış..
    ulaşmamız gereken kat 3, konum itibarıyla işimiz zor. 17 ağustostaki durum ile kıyaslanamayacak kadar az olan yıkıma rağmen buradaki halk daha bir panik içinde, daha bir dargın mini etek giyip depremi çağıran kızlara...
    çalışmaya koyuluşumuzun ilk saatlerinde, delinmiş-ezilmiş tüplerden sızan gazın ses ve kokusunun bariz sezildiği bir yerde sigara içen iş makinesi operatörüne biraz sert davranıyorum ve buna çok alınan adam makinayı terk ederek çekip gidiyor. anahtarı da yanına almış operatörü bulamayınca yapacak bir şey kalmadığına kanaat getiriyoruz...
    akıl alır gibi değil ama kaba kazıyı elle yapmak zorundayız, bu şekilde sonuca ulaşmanın tek yolu zonguldak'tan gelmiş gerçek uzmanları yanımıza almak. ne kadar sürdüğünü hatırlamıyorum ancak sonunda 30 kadar maden işçisi de kazma kürek ve eşi bulunmaz tecrübeleri ile yanımızdalar.
    madencilerin yardımıyla 4-5 ceset çıkarıp yola devam ederken, bizim ekibin ölülere saygısız davrandığı kanısına varıyor işçiler, akabinde bir gerginlik de onlarla yaşayıp yine göçükte yalnız kalıveriyoruz.
    anlıyorum ki bu defa çok değişik bir deneyim olacak şahsım adına, hala gerçek sorunla bire bir karşı karşıya kalamadık. sanki derdimiz yetmezmiş gibi insan faktörünün, öküz faktörüne dönüştüğü bir hal içindeyiz.
    sabaha karşı bir saatte yaşanan artçı sarsıntı ile elimde hidrolik makas, o anda olmamam gereken bir yerde sıkışıveriyorum, hemen önümde çok da iyi tanımadığım bir başka arama kurtarmacı var. adam da aynı benim gibi yüzükoyun vaziyette, başlarımızın üzerindeki 2 katın yığınları yer yer 10 santim kadar yukarımıza denk gelecek biçimde alçalmış, derhal kafa lambamı kapatıp tozların inmesi için beklemeye başlıyorum ama yanımdaki kader arkadaşımın "ne oldu, ne oldu?" bağırışlarıyla sağa sola sallayıp durduğu fenerinin araba farı gücündeki ışığı sayesinde aydınlattığı yerlerdeki manzara canımın çok sıkılmasını sağlıyor, yüzümün 40-50 cm önüne denk gelen ayaklarını sallayıp durmayı kesmesi de fenerini kapatıp kendine gelmesi kadar uzun sürüyor bu arkadaşın.
    neyse ki çok zorlanmadan göğüs hizamda taşıdığım küçük motorola telsize ulaşıp durumu sorabiliyorum. bizden başka herkes göçügün dışında, tepemizdeki yığının stabilitesini çok bozmadan farklı renklerdeki fenerleri uygun buldukları delilklerden içeri sokuyorlar.evet 10 metre kadar uzakta sol yanımda yeşili gördüğümü söylüyorum. ekibimin bize ulaşması ışığı gördüğümden itibaren 40 dakikayı buluyor. ama bana sorarsanız 40 yıl var bu geçen süre...
    dışarı çıktıktan sonra türlü sıkıntılar üzerine bir de göçük altında kalma deneyimi ile taçlandırdığım bu operasyona devam etmemin mantıklı olmadığına karar veriyoruz ve geride, sokak içinde çek ekipteki askerlerden 1-2'sinin yaktığı ateşin başında kısa camel eşliğinde sıcak kahve yudumlamaya dönüyorum.
    henüz gün doğmadan çok da mesnetli olmayan şekilde yaşadığına inandığımız doktorun cesedine ulaşınca iyice moralimiz bozuluyor.
    ertesi günün öğle saatlerinde bir iki mahalle ötedeki başka bir göçükten tekerlekli sandalyesi ile sıkışmış birini sağ olarak çıkarmayı başararak kendimizi iyi hissetmeye başlıyoruz.
    bu günü bana hatırlatan bir de eşya alıyorum ilk ve son defa bir göçükten. bahsi geçen doktorun cesedini bulduğumuz odanın yan gelmiş duvarında bir çivide takılı duran eski bir kodak retinette 1a fotoğraf makinesi, o hengame içinde hala pırıl pırıl, şimdi son 11 yıldır olduğu gibi benim duvarımda duruyor. deri kılıfın içinde bir kartta "1984 takvimi ve stüdyo foto moda düzce çekim ayar cetveli" var...
  • arabamızın farının yardımıyla önümüzde o çocuğu enkazdan çıkarmalarının üzerinden tam 12 sene geçti.

    o gün 17 ağustosun üzerindense sadece aylar geçmişti. yarısı yıkılan düzce'de alınan bir önlem, değişen bir şey yoktu. kalanı da yıkıldı. 12 sene sonra türkiye yine deprem konuşuyor, yine insanlar ölüyor. değişen tek şey yine tarih.
  • 6 yaşındaydım. bolu'daydım.

    hastalığı, ölümü, yıkımı, felaketi, çaresizliği görmeden geldim o yaşa kadar. mahalle arasındaki futbol maçlarım, boya kalemlerim, oyuncak arabalarım vardı. üstüne çıktığım erik ağaçları, saklambaç oynarken saklandığım tozlu traktör ve duvarına çamurlu top geliyor diye bağırıp çağıran huysuz komşular... kısaca ne yaşadıysam çocukluğuma dairdi.

    17 ağustos 1999 günü gerçek hayatla tanıştığım ilk gündü. gölcük depremi olmuş, bolu'da da etkisini göstermişti. insanlar öldü, evsiz kalanlar oldu. o depremden sonra biz de birkaç hafta boyunca anneannemin müstakil evinin bahçesinde çadırda kaldık. annem, babam, dedelerim, dayılarım, teyzem, kuzenlerim; tüm aile o kocaman çadırda zor günler geçirdik. çok korkmuştum; ama evimiz hasar görmediği için bu korku uzun sürmedi. birkaç hafta sonra da evimize döndük zaten.

    3 ay sonra belki de etkisinden hayatım boyunca kurtulamayacağım o gün geldi. 12 kasım 1999 günü üst komşumun, aynı zamanda beraber büyüdüğüm çocukluk arkadaşımın doğum günüydü. o yıllarda komşuluk ilişkileri daha iyiydi. doğum günleri beraber kutlanırdı. biz de o akşam tüm apartman o evdeydik. pastalar yapılmış, börekler hazırlanmıştı. apartmanın tüm çocukları ile oturma odasındaydık ve şirinler'i izliyorduk. babalar salonda, anneler mutfaktaydı. saat 7'ye geldi. o an deprem öyle bir vurdu ki odada oturan arkadaşlarımın hepsinin oturdukları yerden fırladığını ve yuvarlandığını gördüm. ışıklar kesildi, tavandaki lamba yere düşüp parçalandı. yan odadan gelen babalarımız ellerine yastık alıp bizim başımızı korumaya çalışıyordu. annelerimiz de direk bizim yanımıza koştu. birkaç saniye sonra can havliyle kendimizi dışarı attık. merdivenlerden aşağı koşa koşa indik. binanın son katındaydık ve başta da dediğim gibi neredeyse tüm apartman o evdeydi. çok şükür ki oturduğumuz bina yıkılmadı ve içerideki herkes kendini sokağa atıp kurtuldu.

    depremden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. oturduğumuz ev büyük hasar gördü ve kullanılamaz hale geldi. kızılay'ın çadırlarında 1-2 ay kalmak zorunda kaldık. ben üşümek nedir ilk o kış öğrendim. sıra beklediğim yemek kuyrukları, hiç tanımadığım komşular, ağlayan bebek sesleri dün gibi aklımda. daha sonra dedemin iş arkadaşı sayesinde misafirhane tarzı küçük bir eve yerleştik. uzunca bir süre de orada kaldıktan sonra şehir merkezinin uzağına inşa edilen prefabriklere taşındık. prefabriklerde yüzlerce insanla dip dibe kaldığımız 1 yıla yakın sürede her şeyi yaşadım. ilk kez aşık oldum, ilk kez düşüp dizimi parçaladım. iyi insan olmayı, yardımsever olmayı orada öğrendim. iyi insanlar tanıdım, iyi arkadaşlar edindim. yaz akşamları cümbür cemaat oturduğumuz çardaklarda okey oynamayı, tavla oynamayı öğrendim. benim için orada geçirdiğim süre yeni bir hayatın başlangıcı olmuştu.

    çadır, misafirhane, prefabrik derken 2 yıl süren yorucu ve yıpratıcı günler sonunda bitti. soğuktan tir tir titrediğimiz o geceleri ısıtan güzel insanların yanında günler, geceler, aylar geçirdim. soğuk iklimlerde sıcak insanlarla büyüdüm.

    17 yıl oldu bugün. ölenlere allah'tan rahmet, geride kalanlara sabır diliyorum. allah o günleri bir daha yaşatmasın.
  • kanal d'dir aklımızda kalan en belirgin şey. şirinler vardı televizyonda. haberlerden hemen öncesi..

    bi ses duydum.. babam dışarı çıkmaya çalışıyordu gizlice.

    + nereye gidiyosun baba, beni de götür?
    - sus bakayım bi yere gitmiyorum.

    ( ilk depremin ardından eve yeni taşınılmıştı, odalar tam yerleşmemişti )

    - yatak odasını toparlayacağım ben.
    dedi zaman kazanmak için. yeni yeni yürümeye başlayan kardeşim de süpürge ile oynamaya başladı babamın yanında.

    ben oturma odasında şirinler izlerken, babam yatak odasını toparlamaya çalışıp annem de mutfakta bi şeyler yapıyorken duyuldu çığlık. insanlardan gelmiyordu ama.. binalar, sokaklar, gökyüzü..

    televizyon sehpası tekerlekliydi. bina sağa sola yatmaya başlayınca önce kapıya doğru savrulup kapıyı kilitledi, sonra da cama doğru fırlayıp yere düşüp paçalandı. tek yapmaya çalıştığım kanepenin üstüne çıkmaya çalışmaktı.

    annem mutfaktan koşup önce beni çıkardı..
    yatak odasının kapısı açılmıyordu. gardırop yıkılmış, babamın omuzlarında, kardeşimi koruyor babam.. kapı açılmıyor bu yüzden. annem can havliyle itebildiğince itiyor ve kardeşimi bi çırpıda alıyor kucağına. babam da son kuvvetiyle atıyor omzundan dolabı.

    ...

    herkes sokaklarda perişan.. yine çığlıklar, yine gözyaşları..

    binalar çökmüş, insanlar 3. kattaki evlerinin camlarından çıkıyorlar. 3. kat giriş kat olmuş..
    babam ağlamaya başlıyor. abi diye bağırıyor. hayı o apartman değil diyorlar. amcam gözüküyor hepsi iyi.

    ...

    deken ansızın bi çığlık duyuluyor. kocam kocam diye bağırıyor karşı komşumuz. kızı baba diye ağlıyor. adam çocuklarını, karısını merak ettiği için eve koşarken yolda kafasına duvar düşerek hayatını kaybediyor. taş değil duvar.. dükkanında dursa bir şey olmayacak ama duramıyor, dayanamıyor.

    helikopter sesleri ile sabah oluyor..

    okula gittikten sonra yazı yazmamış, duygularımızı kağıda dökmemiz istenmişti. o zamanlar yapamamıştım ben ama bi arkadaşımın şiiri he şeyi açıkça anlatmıştı;

    sabah olacak mı?

    bir gece,
    ürkütücü karanlık,
    gökyüzü hafif kırmızı
    yıldızlar kayıyordu.

    her taraf sarsılıyor,
    binalar çöküyor,
    küçük bir çocuk
    enkaz altında annesini arıyordu.

    sanki gece hiç bitmeyecek gibiydi.
    köpekle havlar,
    kuşlar acılı acılı öterdi.

    geceleyin başladı çalışmaya
    kurtarma ekipleri.
    sanki bir umuttu yaşayanlara,
    enkazda yakınlarını aramak

    aynı kefene koyulmuştu ölüler,
    aynı mezara gömülmüştü ölüler.
    küçük çocuk annesine;
    " gece hiç bitmeyecek mi? " diye soruyordu.

    nihayet sabah olmuştu.
    kimileri evlerine cesaretle girip,
    yiyecek, giyecek, yatak, yorgan alıyordu.
    günler hep böyle devam ediyordu.

    14.06.2000 - 10 yaşındaki bir çocuğun gözlerinden..
  • diğer büyük ornekleri gibi üzerine hiç dusunulmeyen, ders alinmayandir.

    ben bu deprem için "abi yanlışın var, sen yanlış hatırlıyorsun öyle bir deprem yok. artci falandir o" diyen adamla aynı evde kaldım.

    gençlikte insan ne hatalar yapıyor.
  • 17 ağustos fena vurmuş. birinci derece deprem bölgesi düzce; binalar yıkılmış, insanlar ölmüş, çadırlar kurulmuş, evlerde yaşanamıyor. duvarlarında bir insanın rahatça sığabileceği boşluklar olan evimize "az hasarlı" raporu verilmiş. kalamıyoruz o evde korkudan ama bir yandan da kasım gelmiş, kış bastırıyor artık.

    17 ağustos'tan sonra ankara'ya halamlara giden babaannem ve dedemi de zapt edemiyor halamlar artık. memleketlerine dönmek istiyorlar, çadırsa çadır. dönüyorlar dönmesine de, çadırda nasıl kalsın yaşlı başlı insanlar? korka korka geçiyoruz evimize... duvarlarının içinden, bir odadan diğer odaya geçilebilen evimize...

    11 kasım 1999. 17 ağustos'un ardından sapasağlam kalabilmiş tek tük evlerden birindeyiz annemle birlikte: uzaktan bir akrabanın evi. dördüncü kat. depremden sonra ilk kez bu yükseklik... yine de bunalıyor insan; iki laf etmek, hayatı normale döndürmeye başlamak adına bir adım belki de bu. babam bir iş için akçakoca'da, babaannemle dedem bizim evde, sülalece kaldığımız büyük çadırımızda da sülalenin kalan fertleri yaşıyor hâlâ. giremediler evlerine, zaten ağır hasarlı onlarınki... bizimkine de hayatta gelmezler korkudan.

    11 kasım hâlâ. 9 yaşındayım. annemle çaya gittiğimiz o uzaktan akrabanın da yaşları bana yakın iki çocuğu var. onlarla oynuyorum odalarında. birden, beşik gibi sallanmaya başlıyor koca bina. dördüncü kattayız. bina sağa sola yatıyor, esniyor resmen. korkuyla aşağı iniyoruz ve eve gidiyoruz babaannemle dedemin yanına. bir yandan da babama ulaşmaya çalışıyoruz. neyse, ciddi bir şey yok. sapanca merkezli bir sarsıntı ama korkacak bir şey yok.

    korkacak bir şey yok?

    korkuyoruz.

    babaannemle dedeme çadıra dönme konusunda yalvarmaya başlıyoruz. annem kendisini mecbur hissediyor. kendilerini geçtiler artık, 9 yaşında çocuğu o evde yatırmaya korkuyorlar. babaannem ve dedem net konuşuyorlar: "yavrum, siz gidin. biz bu havada çadıra falan gelemeyiz, merak etmeyin bizi. hem birkaç güne kadar rahatlar gelirsiniz siz de."

    kabul ediliyor, çaresiz.

    12 kasım 1999. çadırdayız. çadırımız güzel ama allah için, olabileceğin en iyisi. rahat rahat ısınıyoruz, geniş de bir çadır. hatta küçük bir televizyonumuz ve atarimiz bile var. sülük sülale aynı çadırdayız. aslında biraz da hâlimden memnunum çocuk aklımla.

    atari var, kuzen var, ben varım. annelerimiz, ablalarımız, teyzelerimiz falan da var ama sohbet etsinler işte biraz. biz atari oynayacağız. tsubasa var ataride, dünya kupası bizi bekler.

    iyi gidiyoruz tsubasa'da. bayağı bayağı ilerledik hatta.

    haberler mi başlayacak? yaa anne, şu oyun bitse olmaz mı?

    olmaz.

    12 kasım 1999, saat 18.57. 12 yıl önce, tam şu an. elim atarinin adaptörüne gidiyor, dokunamıyorum.

    gürültü, patırtı, ayağımın yerden kesilişi ve karanlık.

    birazdan çadırdan çıkacağız ayağa kalkabilirsek. şehir meydanındaki anıt park'ta taşlara oturup babaannem ve dedem için endişeleneceğiz. öyle bir durumda olacağız ki, kalkıp gidemeyeceğiz bile yanlarına. babam akçakoca'da hâlâ, onu düşüneceğiz.

    taşlarda otururken, kaldırım taşlarının ayrılıp ayrılıp birleşmelerine tanık olacağız artçılarda. etraftaki binaların plastik maketlermiş gibi savruluşunu göreceğiz. hayatımızda ikinci kez, hayatımızın en büyük kaosuna tanık olacağız birazdan.

    bildiğim bütün duaları milyon kez okuyacağım birazdan. önce babama, sonra babaannem ve dedeme, daha sonra da diğerlerine bir şey olmamış olması için.

    derken babam gelecek ve küçük bir "oh" çekeceğim.

    sonra babam yine giderken babaannem ve dedem için, ben yine korkacağım. yalnız kalmaktan korkacağım yine.

    çok şükür, yine gelecek babam. babaannem ve abdest alma zamanlamasını çok iyi ayarladığı için, yattığı yatağında üzerine duvar çökmeyen dedem ile birlikte.

    bir tanıdığımızın enkaz altında olduğu haberi gelecek daha sonra. yine dua edeceğiz bütün o gürültü, koşuşturma, toz, dumanın içinde.

    şükür, o da çıkacak.

    ama çıkamayanlar da olacak.

    sonra çadır hayatı yine ve tek çare olarak başlayacak. zorlukla ayakta kalmış olan evimize yıkım ekibinin kepçesi değdiği anda çökecek 3 katlı bina.

    çadır hayatı, kış soğuğu, su basması, bin bir çeşit zorluk, yine de çocukluğa özel o mutluluk... hepsi yaşanacak.

    sonra prefabrikler... orada edindiğim arkadaşlar, asfaltında düşüp kanattığım dizlerim, tasolar, bedava dondurmalar, sabahtan akşama futbol, bisiklet...

    ve nihayet kalıcı konutlar, yeni evlerimiz... ilk gördüğümdeki heyecanım...

    kalıcı konutlarda yaşadıklarım... o yokuştaki durakta dershane için otobüs bekleyişim...

    liseyi kazanışım ve hâlâ en yakınımda olan dostlarımla tanışmam, onlarla yaşadıklarım...

    sonrasında gelen üniversite...

    yıllar sonra, o yeni evlerimizden çıkarttığımız cenazeleriyle dedem, babaannem, amcalarım...

    hepsini, 12 yıldır yaşadığım her şeyi başlatan, yaşadığım her şeyi bu şekilde yaşamamın nedeni olan olay... 12 yıl önce, tam şu an.

    elim atarinin adaptörüne gidiyor, dokunamıyorum.

    unutmadık, unutmadım, unutmayacağız, unutmayacağım.
  • büyük düzce depreminin olduğu tarih. daha 17 agustos 1999'un $okunu atlatamadan ve agir yaralarini saramadan, yine ansizin geldi felaket.. allah bir daha hic bir millete ya$atmasin boyle bir facia*..
  • 17 ağustos depreminden sadece 3 ay sonra düzce merkez üslü gerçekleşen depremdir. sadece düzce sınırları içerisinde bile 17 ağustosda ölen insan kadar insan ölmüştür bu depremde nerdeyse. ve bu ölüm oranının fazla olmasının ikinci nedeni düzce belediyesidir.
    aklı evvel belediyemiz, bundan sonra artık deprem olmaz diye düşünmüş ve kızılayla askeriyenin dağıttığı çadırları teker teker toplamaya başlamış, ve insanlara hasarlı da olsa evlerine gitmeleri söylenmiştir. ilk başta gitmemiştir kimse tabi. ama aylardan kasımdır, ve sanki onlara inat kış çok sert geçmektedir. biçare insanlar ağır hasarlı da olsa evlerine gitmişlerdir. ısınmak için sobalarını yakmaya çoktan başlamışlardır.
    derken; akşam sularında ikinci felaket çarpmıştır onları. ayakta tek bina kalmamıştır artık. mahallerin yerini dümdüz enkazdan, insan cesedinden yapılma ovalar almıştır.
    işin acı tarafı, insanlar enkazda sıkışmış halde kurtarılmayı beklerken, yanarak ölmüştür, diri diri... kaçacak bir yerleri de yoktur.
    ve dışarıda onları kurtarmaya çalışan bizler için durum daha acıdır. onların, komşularının, arkadaşlarının, sevgilinin sesini duyup yardım edememek tarif edilmez bir acı verir insana. o anda o enkazın içinde olmayı bile dilersiniz.ama elinizden bir şey gelmez...

    bir zamanlar güle oynaya geçilen o sokaklardan artık yüzde ceset kokusundan korunmak için takılan maskelerle geçmek en acısı olsa gerek. o ölenler arkadaşımızdı, komşumuzdu, sevgilimizdi.
hesabın var mı? giriş yap