• içimden koparıp atmak, unutmak istediğimde içimi kanatırcasına acıtan, tuhaf bir hisle bağlandığım memleket.
    doğduğum toprakları sevdiğim gibi burayı sevdiğimi anladığımda neyin ne olduğunu yeni fark ettiğim yaşlardaydım. sorup durduğum sorular vardı. oradaki ışıklarla kimler aydınlanıyor? gönülleri olmayınca gözyaşı dökerler galiba onlar da. hüzünlenince şarkı da söylerler kim bilir. savaş olmuş, düşmanımız saymışız. hiç iyi anlaştığımız olmadı mı acaba? orada da zeytin ağacı yetişir mi? ya çocuklar, tekerlemeleri nasıl söylerler? belki de orada da benim gibi sınıfının en zeki çocuğuna sevdalanmış garip bir kızcağız vardır. ya babalar, oradaki menderes'lerden balık tutuyorlardır değil mi? bazı hayali bazı da duyulanlardan şekillenen iki dünya vardı aklımda, aynı denize kıyılanmış.

    derken bir şekilde zaman geçer, saflığı geride bırakmam yaşlara gelirim ya, bırakamam ki bir türlü. filmler izlerim, türk filmlerini. iyi kalpli bir kadıncağız kırık bir türkçe ile konuşur, bazen de bir kötü adam dayanır kahramanın boğazına. ya da diline başka türlü bir koku sinmiş yaşlı bir meyhaneci teselli eder genç aşığı. ardından müzikler gelir. haydi bizim bağlamaya aşinayım da, bu çalan bağlama gibi ama değil, buzuki diyorlarmış. öyle ki tellerinin arasından bir cennet görünür. tepenin eteğindeki dere, yazları kumsal, bahar vakti henüz evcilleşmemiş dalgaları ada'nın, her biri misafir olur kulağıma o güzelim ezgilerle.

    sazlar bir masalı anlatırken bir ses duyarım, seslendirdiği tek bir nota doğrudan kalbime işler, tam yerini bulmuş gibi. gidemediğim bir adada pişen kocaman bir ekmeğin kokusu olur, sahilde birbirinden ayrılan bir çiftin yakarışı olur, yaşlı bir kadının ölmezden evvel çileli ama gururla dolu kelimeleri olur saplanır usul usul. en çok da dalgaların ruhu olur. ola ki denizi olmayan bir şehirde çabalamak durumundayım, yetişir imdadıma, kurtarır ruhumu mengeneden, açar engin dalgaların sinesine. deniz bu, rastgele elbet, derinlere gömülü aşkımı düşürür bir menevişin yakasına. ya da sonsuz öfkemi serper damlalara, insanları akşamüstü vakitlerini paylaşma keyfinden alıkoyan bencilliğe olan korkunç nefretimi. ardından başka sesler, nefesler de duyarım, sürüklenirim ardlarından, müziğin ötesinde bir ortaklık hissi, aynı rüyayı görmek gibi bir şeydir bu. yok, illa gidip söylemeliyim derdimi, onların öykülerini yüzüme anlatacakları hafif serin bir akşamüstü yaşamalıyım. hem ben değil miydim, oraları öyle çok göresim geldi diyen? sonra sokaklar, denize çıkan... ah, eminim onların da diyecekleri var. hiçbir şeyden olmadığım kadar eminim buna üstelik.

    kaçtım. her şeyden, herkesten. ifade vermek istemiyordum artık. niye deyip alaycı gülüşleri iğneleyen yüzlerden, hayallerimi sorup anlatmaya başladığımda bıkıp laf değiştirenlerden, kavuşamadıklarımın endişesini yüreğimde taşıdığımda çimdikler gibi canımı acıtanlardan kaçtım. arkamı döner dönmez başlamıştı bu kaçış. tuhaf, oysa hiç acele etmedim, çünkü acelem uzaklaştırıyordu göklerimi benden. gözyaşlarım kururken fark etmiştim bunu. yürüdüm, yalnızca, kulağımdaki ezgilerden başka yoldaşım kalmamış gibi sessizce yürüdüm. gidiyordum işte. yolumu tamamlayıp yorgun argın çevreme baktığımda evler gördüm. arabalar, sokaklar, insanlar, bir yaşamın içine kendiliğinden serpilivermiş. bir yaşamdaki gibi, yaşamımdaki gibi. derin bir nefes aldım, su içtim, uyudum. rüyalarım güzel haberlerin sahnesi olmuştu bu defa. çok istediği dileğin gerçekleşmesiyle sus pus olan çocukların tuhaf huzuru vardı üstümde. insanları dinlemem lazım. arabaların gürültüleri, bisikletlerin zillerini, küçük teknelerin kıyıda salınışlarını, yeni moda kafeleri, çan seslerini, restoranların açık kapılarının eşiğinde bir şarkıya eşlik eden iki arkadaşı. kedileri, evleri, ağaçları, sokakta oyun oynayan çocukları, izbe çıkmazları, terk edilmiş okulları, ah, en çok sokakları, kaldırım taşlarını. kıyıda köşede ne varsa okuyup yeni öyküler devşirdim hayal dünyama. balkonlarında ince çekilmiş kahvelerini içen karı kocaya gülümsemek, sabahları hurdacının sesine uyanmak, pazardan yeşillik alıp ızgara balığa katık etmek hayatımda her daim var olsa keşke, evdeki gibi, buradaki gibi.

    güneşi geceye döndürürken gittim ona. bir hayali gerçek kılmak mümkün olacaktı o akşam. sorularımdan en büyüğü yanıtlanacaktı ve bu bilmecedeki en sembolik, en büyük kapıyı açan anahtar buradaydı. o sesin sahibini karşımda gördüğümde, sesini yanıbaşımda duyabildiğimde, ruhunun saydam sıcaklığını hissedip öykülerini ona bu kadar yakınken dinleyebildiğimde hissiz, tepkisiz kalabilmek ne mümkün. hep bir ağızdan söyledik, insanların hislerinin böylesine yakın, hatalarının ve hayal kırıklarının bu kadar iç içe, sevinçlerinin ve umutlarının böylesine yan yana olduğunu görmek o kadar kıymetliydi ki... gönlümdeki en büyük teşekkürler yetersiz kaldı, o ise bir sözle, bir bakışla anladı her şeyi. ya o bir bilge olmalı, ya da insanlar içtenliği unutmuş hayata tutunma gailesiyle. sanata, müziğe, geçmişe ve insanlığın gerçekliğine sımsıkı sarılmak, hayatım için yapabilir miydim bunu? her çabaya değer olmalı. bunca yıl, bunları üreten, taşıyan, aynı hislerden kendine pay çıkaran insanların hatrına. hem, bunca şeye saygıyı dopdolu bir yaşam sürerek değil de nasıl göstermeli?

    yolda eski iki ahbap ressamın portrelerine dalıp büyük bir meydana çıktım, ara sokaklardan ilerleyip yüzlerine baktım ben gibi yürüyenlerin. öğleden sonrası güneşinin ışığı dalgacıydı belli ki. deniz kollarını açtı sıcağa inat, rıhtımdaki bir bankın üzerinde dondurma keyfine eşlik etti sonrasında. çarşıda köşe başları gözler imiş yollarını gariban gezginlerin, selam etmeli her birinin anısına. geceleyin de bir çardağın altında ilk kez gördüğüm gençlerin sohbetine, sofrasına ortak oldum. misafirdim evet, onlar kadar oralıyken de, onlardan uzak bir toprağın kızıyken de. eski bir evin mahzeninden lezzet, ardından da yorgun bir türkü akıyordu. bizden mi, buradan mı bilemeden söyledik. bir tepenin başındaki taşlar, eski heykeller işin aslını anlattı: "aldanmamalı her görülene, her duyulana kanıp telef etti insan yanıbaşındakini. sen onlardan olmayasın sakın!"

    rüyamı gerçek kılma serüvenim belki kısaydı benim için. ama buraya geliş nedenim ne gezip tozmak amaçlıydı, ne de aman ne kadar benziyoruz'u yanıtlamak. bunun üzerinden insanların boş yere kavga ettiğine, barışın elimizde olduğuna dair saçmalamak benim değil erkânın işi olsa gerek. ne var ki bir şeyi çok iyi anladım. bazı şeylerin evrenselliği ve içtenliği diğerlerinden çok daha farklı boyutlarda. ya da bazı kalpler, bazı yerlere, başka sevdalara, özge ruhlara daha yakın. bu ne bir ayıp, ne de bir baskın çıkarma çabası. aksine, her şeyden olanca bencillikten soyunup gerçekten insan olmanın ne demek olduğunu anlamak gerek. böylesi bir aydınlanma için müziğin, masalların, çabaların, oyunların, etkinliklerin, dillerin insanla seferberliği gerçek olmalı. çünkü insan böyle anlarda yaşadığını tüm hücrelerinde hissedebiliyor. ve bana bu hissi her şeyiyle yaşattığı için, kendi evimin, memleketimin ardından müziğini ruhuma nakış nakış işleyen, edebiyatını kalbime yoldaş eden bu güzel ülkeye dilim döndüğünce teşekkür etmek istedim. dünyaları değiştiren insanlar yerler ve anların en değerlilerini cömertçe sunduğu için. dilerim kendi yolumda sığınacağım bir yer olarak kalır, zenginliğiyle bu mirası sonsuza aktaracak nesiller yetiştirir, insanların söylediklerine ve bütün kötü niyetlere inat.
  • üç kuruş tasarruf etmemiz lazım denilince şirazesi kaymış, neredeyse bütün vatandaşları ayaklanmaya kalkmış memleket. nooldu lan, hani düne kadar havanızdan geçilmiyordu, habire uçaklarınız bizim karasuları taciz ediyordu. şöyle havalıydınız böyle bilmemneydiniz, kıbrısı da alacaktınız falan. ne iş, uçacağa koyacak benzin parası yok anlaşılan. ulan daha üç kuruş tasarruf etmeyi kabul etmiyor senin vatandaşın, bu milletle mi bize kafa tutacaktın ibiş. ettin yaptın osmanlı hakimiyetinden çıktın da başın göğe mi erdi, aha al işte kıçına kına yak.

    bizim millet yine iyidir, en azından ülkede kriz olunca sağı solu yıkmıyor. belki alışkanlıktan belki itaat kültüründen, tartışmalı konu ama sizden daha itidalli olduğumuz kesin. her fırsatta bizim milleti yerin dibine batırmaya çalışan, ilgisi kalmasa bile bugünkü yunanlılara "helen" deyip medeniyetini göklere çıkarmaya çalışan floresan aydınımıza da buradan selam ederim.

    bu arada bakıyorum da osmanlı'dan ayrılan hemen hiçbir devlet iflah olmamış lan..bizim dedelerin ahı mı tuttu nedir? hayır yanlışsam yanlışsın deyin yani.
  • güncel krizini the economist'in acropolis now diye mansetten verdigi ülke. leziz grafik. http://media.economist.com/…/18/ld/201018ldp001.jpg
  • daha cok ve daha cok egitim (ozellikle yuksek lisans) alan ve bu yuzden de is bulamayanlarla dolu ulke. sonuc bittabi beyin gocu. tezini yunanistan'da issizlik ve beyin gocu uzerine yapan bir arkadasimin tez sonuclarindan ogrendigime gore (labor force survey datasini kullanarak yapmisti calismasini, ki kaliteli bir veri setidir, avrupa birligi isgucu arastirmalari merkezi cedefop da bu datayi kullanir), yunanistan'da ortaokul seviyesinden sonra aldiginiz egitim, is bulma olasiliginizi zerre arttirmiyor. hatta almayin bu egitimi o sartlarda daha iyi. gel gelelim cesit yurtdisi universitesinde okumaya ve daha cok okumaya merakli yunan abilerim ve ablalarim, surekli yeni nitelikler kazanarak geri donuyorlar ve bittabi sistem onlari isgucune katamiyor bir turlu. anne baba da evde ''bosver evladim 700 euro'ya calisma, biz sana bakariz'' dedigi icin, bu durumdan s1k1lana kadar bu elemanlar evde oturuyor. zaten geri donmeyenler de bu durumu onceden anlamis ve yurtdisinda bana uygun bir iste calisayim bari demis tipler oluyor.
  • artık onlar da anlıyor ki anadoluya yakın adaların anadolu ile bağlantısı koparılmışsa eğer, öyle veya böyle çökmeye mahkumdurlar. sakız adası valisinin neden türkleri çağırdığı belli, izmir olmadan sakız bir hiçtir. hatta anadolu kıyıları olmadan ege bir hiçtir. tüm tarih boyunca bu iki kesim bir olmuştur. karşılıklı ticaret yapar, karşılıklı yerleşirlermiş. midilli'ye atinalı yerleşmez çünkü. çanakkaleli yerleşir. elbette çanakkale'ye de doğal uzantısı midillili yerleşir.

    bu yüzden adam gibi türklerle anlaşıp, iki yakayı da silahsızlandırıp, şu kara, deniz ve hava bilmemnesi anlaşmazlıklarını çözüp işi çözmek lazım. iki tarafa da nüfus göçü olmalıdır. ege kıyıları anadolu içinden beslenebilir. ama ne sakız, ne midilli yunanistan'dan beslenemez. ama denizinden koparılmış izmir, artık yarım bir izmir'dir.
  • asıl şenlik, imf politikaları uygulanmaya başlayınca alevlenecek.

    anarşistine kurban olduğum ülke.
  • hakkında bu kadar entry girilince resmen battığını düşündüğüm ülke. ama öyle olmamış. resmen batışının ilanı da yakındır gerçi. global krizlerin domino etkisinin ilk kurbanı olmuştur. bir sonraki muhtemel kurban için

    (bkz: türkiye)
  • yunanistan'ı batıran sosyal devlet değildir, aksine o sosyal devlet yunanistan burjuvazisinin varlık nedeni olabilmiştir.

    bu nüansı iyi analiz etmek lazım.

    küresel kapitalizmin böyle bir ülkeyi kaybetmeyi göze alabileceğine pek ihtimal vermiyorum. ha ab bunu ciddiye almazsa (ki gayet olasılık dahilinde bu, çin ve rusya yardım filan teklif ediyorlar) avrupa'nın kızıl baharı yunanistan'dan başlayabilir.

    nereden başlayacağı merak edilirken avrupa medeniyetinin köklerini atmış bir ülkeden fışkıran yeni komünizm dalgası ne de yakışır bu dünya adını verdiğimiz güzel mavi gezegene.
  • insanın mihri belli gibi gidip mücadeleye katılası gelen ülke.

    yunanistanda eylem kaçırmayan köpek de yine en önde.
  • eğer ab üyesi olmasaydı para politikasında serbest olup, dış borçlarını ödemede bazı yollara başvurabilirdi. ab bütçe açığının % 8 gibi bir oranına yardım ederim diyor, ımf de %3 e indirirse yardım edecekmiş. yunanistan bu krizle parasal birliğe girmenin avantaj mı dezavantaj mı olduğunu sorgulatmıştır.
hesabın var mı? giriş yap