• yine bir yaz. adana fazlasıyla sıcak, sivas'tan başka bir yere gidecek ne ekonomik durum, ne irade, ne vizyon ne de istek var. oysa sivas, her yerden daha sıcak. yanıyor. yakıyorlar. "gidelim", diyor babam. atlıyoruz arabaya, ver elini memleket, ama ne memleket.

    şehrin girişinde askerler var, korkuyorum silahlardan. daha bir kaç gün önce rüyamda evimizi teröristler basmış. terör azmış hani o dönem, haber bültenleri hava durumu sunar gibi şehit durumu sunuyorlar. ölü sayısı mevsim normallerinin üzerinde seyrediyormuş memleketin dört bir yanında. küresel ısınmayı duymamışız henüz, ama ısınıyoruz. yanıyoruz. yakıyorlar.

    "niye geldiniz?" diye soruyor bir asker. "katliam"ın üzerinden daha kırk sekiz saat geçmemiş. genç herhalde, hatırlamıyorum, yüzüne bakmaya korkuyorum. "ya işte memleket, tatil, akraba" bir şeyler geveliyor babam. "diri diri, katliam, karanlık" bir şeyler geveliyor içimdeki korkmuş çocuk. beni kimse duymuyor. arabayı şehre almıyorlar, güvenlikmiş. ne o, bizi de mi yakacaklar? telefon falan yok, iletişim yok. iletişemiyor insanlar, belki de o yüzden yanıyorlar. zar zor giriyoruz şehre, ama timurlenk gibi değil. zaten torunları içeriden kuşatmış şehri, bize sadece uzaktan korkak bir kaç bakış atmak kalıyor.

    sokağa çıkmak yasak. dayımın evinde sıkışıp kalmışız. dedelerime gideceğiz, yasak. dayımın aklına bir çare geliyor, yengem hamile, onu hastahaneye falan götürebilmek için bir kağıt almış, bizi de o kağıt sayesinde dedelerimden birisine götürecekmiş falan. çıkıyoruz yola, mecburen yengem de arabada, biz arkada tüm aile, dört kişi, zevkten dört köşe ya da ne bileyim ters köşe.

    madımak'ın önünden geçiyoruz. bir araba var, yanmış, mazda. gazetede görmüştüm, işte şimdi karşımda. hızla geçiyoruz. hava kapalı, ya da benim hafızamda kapalı kalmış. şehrin üzerine bir kasvet çökmüş, en azından çocuk aklımla bana öyle geliyor. idrak etmeye başlıyorum yavaş yavaş. acı var, ölüm var, sokağa çıkıp top oynayamamaktan başka bir şeyler var. katliam var.

    neler olduğunu sormaya korkuyorum. sorsam alacağım cevaplardan utanıyorum. çocuk adımlarımla valiliğin önünden bir kaç yüz metre uzaktaki madımak oteli'ne yürüyüşümü hatırlıyorum. biraz ileride de askeri bir şeyler var, kışla mı, garnizon mu bilmem ne. ne fark eder, yanıyor, yakıyorlar. susuyorlar, susuyorum.

    adana dediysem, adana'nın merkezinde değiliz, ilçesindeyiz. otel yok yaşadığımız yerde. o yüzden otel benim çocuk dünyamda büyük bir şey. o zamanlar sivas'ta iki tane otel hatırlıyorum, iki yıldızlı. birisi madımak, diğeri köşk otel mi ne. ama köşk oteli sevmem, hemen cadde üzerinde bir döner kapısı var, hoşlanmıyorum. madımak bir kaç adım ötede, ara sokakta. daha hoşuma gidiyor, dokusu, adı, duruşu. "bir gün büyüyüp zengin olunca bu otelde kalacağım" derdim babama. elimden tutup bir kez bile kapısından sokmadığı, o çok merak ettiğim yere kendi ayaklarımla, kendi paramla geleceğim günün hayallerini kuruyorum, kuruyordum.

    evde çok sıkılıyorum, sokağa çıkamıyorum. evdekiler bir şeyler konuşuyor, yok bilmem kimin oğlu bilmem nereden gelmiş günler öncesinden, yok bilmem kimin bilmem kimi göz altına alınmış, yok bilmem kim bilmem nerede duymuş olayları, yok dayımın taksisinin şoförü de katılmış olaylara, yok zaten önceden biliniyormuş da önlem alınmamış da, filan. sağa sola sataşıyorum, sessiz sakin kalayım diye elime sefiller'i sıkıştırıyorlar. ilkokula yeni başlamışım, elimde sefiller, sefilleri oynuyorum. sıkılıyorum, kapatıyorum ilk cildin ortasında. misafirler gelirse diye sürekli kapalı tutulan, misafirden misafire insan sesiyle tanışan odaya kapatıyorum kendimi. koltukların üzeri örtülü, beyaz. sanırım bana bir şey anlatmaya çalışıyorlar. vitrinde bir kitap çarpıyor gözüme, kalın, değişik bir kitap. dedem hacdan gelirken getirmiş, kutsal topraklardan. elime alıp okumaya başlıyorum. dedem çok seviniyor, çocuk doğru yolu buldu diye. sefiller de neymiş! okuyorum, baştan sona. doğru mu değil mi bilmiyorum, ama bir yol buluyorum işte. arapçam yok, sayfaların ortasındaki arapça karakterlere baka baka, türkçe'sini okuyorum. sanırım anlıyorum, bir şeylerden bahsediyor. kimin kimi niye yaktığını anlatır mı diye bakıyorum, bulamıyorum.

    yıllar geçti üzerinden. o kitabı sonradan çok aldım elime, hala kimin kimi niye yaktığını anlatan bir yer bulamadım. defalarca okudum, yine hep aynı yerde kaldım. daha iki günce rüyama girdi o günler, tekrar yaşadım. ama çok şey değişti. o günden sonra bir daha elime victor hugo kitabı alamadım, alamıyorum. birileri nerelisin diye sorarsa, sivaslıyım demiyorum. madımak yiyemiyorum mesela. oysa ne severdim pastırmalı madımağı. gerçi, şimdilerde bir otun içine pastırma koyacak para mı var allasen, peh. hiç biri değil de artık param var, istediğim otele gidecek imkanım var. ama istediğim otel yok, gidemiyorum. düşlerim o zamanda kaldı. otuz beş canla beraber, kimsenin umurunda olmayan bir çocuğun düşlerini de yaktılar, yıktılar. madımak oteli müze mi olmuş, birileri tahliye mi olmuş umurumda değil. yıllar sonra rüyama girdiğinde bütün günümü berbat edecek kadar içime işlemiş. düşlerim değişmiş.

    evet, işte sivas katliamı budur. on yedi yıl geçti. ve ben, yıllardır ayak basmıyorum sivasıma. hiç de özlemedim. çünkü benim sivasım, on yedi yıl öncesinde kaldı. hala rüyalarıma giriyor. benim içimdeki sivası da katlettiler. bir ay sonra kuzenim oldu. "adı ne olsun" dediler, cevap vermedim. ölenlerden birinin adını hatırlayabilseydim, söylerdim. deniz koydular. düşündüm de, gerçekten de adı deniz olmalıydı.
  • öyle bir katliam ki yakın tarihte kameraların gözü önünde gerçekleşmiş dünyanın başka hiçbir yerinde görülmemiş cinstendir.
  • bu olayla ilgili davanın zaman aşımından düşmesini isteyenler fantastik odaya girenlerdir. arada bağıntı yoktur. aman ha.
  • yarın bir şeyler yanacak..
    bir bez parçası önce
    ve sonra perdeler..
    odalar tutuşacak ve kaplayacak ciğerleri kara duman..
    yanacak birileri
    balık istifi bir merdiven boşluğunda
    dışarıda insanlar
    bağıracaklar yaratan adını
    birileri yanacak güzel dostum yarın
    birileri yakılacak
    bir otel yanacak yarın
    bir şehir yanacak
    mehmet, uğur, metin, asaf, yeşim, huriye,
    otuzbeş adem
    ve otuzbeş havva ..

    ne dersin?
    kömür mü daha kara
    ateşi yakan eller mi yoksa..?

    not: adı 1 temmuz olsun.
  • her sene hatirlayani belki azaliyordur ama oyle bir vahset ki her ıssızlığın ortasında dinledigimde alevler icindeki madımak otelini aklima getiriyor.
    ben bi daha hatirlatiyim.. sene 2010 ve ustunden 17 sene gecti.. unutma 2 temmuz 1993'te madimak'ta olanlari!!
    mogollardan gelsin 2 temmuz icin...issizligin ortasinda!!!
  • rıfat ilgaz'dan oğlu aydın ilgaz'a "bak aydın!...firavunlar tabletleri kütüphanede kırdı. hitler orduları avrupa’da bütün kütüphaneleri yaktı. dünya tarihinde ilk kez aydınları bir binaya koyup yaktılar." tasviri ile özetlenmiş tarihi ayıp, kayıp...
  • acı, giderek daha, daha acı...
    (bkz: yangın yeri)
  • yobazın kanlı yüzünü toplu halde son gösterişidir anadolu topraklarında. binlerce kez oldu bunun gibi katliamlar. katillerin adını tarih hep lanetle andı kıçlarını kollayan iktidara rağmen adları hep lanetle anıldı.
  • ülkemizin ve insanlarımızın gerçeklerini gözler önüne seren katliam. yakın tarihimizin en acı ve çarpıcı anlarını o gün kimisi televizyonda izledi, kimisi yeni öğreniyor, kiminin ise daha uzun süre haberi bile olmayacak. ama bazıları var ki, dumanın ve alevlerin arasında canlarının derdine düşmüş, bir hiç uğruna yaşamlarından edilmeye çalışılmış insanlardı.. bazıları ise belki de o an ne yaptığının bile farkında olmayıp, cehaletin ellerine teslim olmaya itilen; ölümün, can almanın, bir insanın ertesi gün uyanamayacak olmasına sebep vermenin ciddiyetini kavrayamamış insanlardı.

    o gün hatta bizim ülkemizde geçen herhangi bir gün olanlar, öncesi ve sonrasıyla, hoşumuza gitsin ya da gitmesin, bizim siyasal görüşümüzü temsil etsin ya da etmesin, inancımıza göre caiz olsun ya da olmasın.. bu acı, bizim ülkemizde, bizim insanlarımıza, yine bizim insanlarımızdan yaşatıldı.

    malesef, demokrasi çığlıkları atarak hak aradığını, desteğini aldığı kitlelerin tercümanı olduğunu iddia eden büyüklerimiz ve insanlarımız her zaman oldu ve attıkları o demokrasi çığlıkları, bir başkasının takatsizce fısıldadığı imdat çağrısını bastırsa bile, başkalarının fikirleri sırf "bizim" fikirlerimizle örtüşmediği için kulak arkası edildiyse bile güzel ülkemizde buna demokrasi dendi. korkarım daha da çok denecek..

    artık o kadar alıştık ki, bu durum malesef herkese eskisi kadar kötü ve anormal gözükmüyor. kendini yavaş yavaş kabul ettirdi. kötülük olduğu apaçık ortada olan durumlar, norm kabul edildi, meşru kılındı. yine bizim tarafımızdan..
    işte bu alışılagelmişlik, o gün sivas'ta "sivas, aziz'e mezar olacak" diyerek aziz nesin'in ölümünü isteyenlerin, "müslüman türkiye" diye bağıranların, "kahrolsun laiklik" diye slogan atanların aslında ne denli tehlikeli olduğunu anlamakta güçlük yarattı. orda sadece maça gider gibi "sivas aziz'e mezar olacak" diye tempo tutulmuyordu. kim olursa olsun, bir insanın ölümü isteniyordu. ölümün ciddiyetini kavrayamayanlar tarafından, "dinsizliğin" cezası böylece kesilmek isteniyordu. gazeteler, manşetlerinden veriyolardı "kafir" aziz nesin'in kente geleceğini. bu ortamda anlayamadık ölüm isteyenlerin ne denli kararlı olduğunu. çünkü ülkemiz ne ölümlere sahne olmuştu.. "kahrolsun laiklik" diye kendinden geçenler o gün belki sana-bana değil, "dinsiz"e saldırıyorlardı. ama biz, "biz" gibi hissedemediğimiz için bu şovenizmin ucunun sonunda kendimize dokunabileceğini farketmek istemedik. "bana dokunmayan yılan"dı işte bu, ta kendisiydi. o gün sivas'ta "ya islam, ya ölüm!", "allah için dinsizleri gebertin" diye bağırıyordu.

    evet, aziz nesin kendini müslüman hissetmediğini saklamayan fakat "ben müslümanlardan hiçbir zaman rahatsız değilim ki. müslümanlar da benden olmasınlar. ben mecbur değilim müslüman olmaya ama müslümanlara ve tüm dinlere saygım var." diyen birisiydi. kabul etmek lazım ki bu herkesin hoşuna gidecek bir açıklama değil. ama sonuçta o bir insandı. kendi insanlığının sınırlarını zorlayan öfkeli kalabalık tarafından ona "sen niye bize saldırıyorsun?!" deniyordu. keşke o kadarıyla kalsa..işte bu dini çatışma sonucu bir insanın ölümü istendi. can almak çözüm zannedildi.

    o gün sivas'ta kardeşlik ve huzur temennisiyle toplanan ozanlar, yazarlar, şairler; güne halaylarla, kitap fuarlarıyla, şiir dinletileriyle başlamışlardı. bir yanda bu görüntüler varken, diğer yanda valinin ofisi taşlanıyor ve “ozanlar heykeli” tahrip ediliyordu. halk, kendi kültür mirası olarak görmesi gereken ozanlar heykelini yerle bir etmenin peşindeydi. polis.. elbette ordaydı. fakat kentteki kolluk kuvvetlerinin gücünün ve sayısının, kalabalık karşısındaki acizliğini tasvir etmek kelime ziyanı olurdu. kalabalığın ezip geçtiği sokaklardaki bir vatandaşın da dediği gibi:

    "polisin bu konuda bizzat olayı hazırlayan bir tutumu oldu. bunu gözlemledim. isteseler gerekli önlemi alabilirlerdi. yeteri kadar önlem almadılar, bilerek olayı hazırladılar ve bizzat saldırının önünü açtılar."

    asker de oradaydı. çok şükür sivas'ın telsizi, telefonu, her imkanı, can alınmasını önleyebilecek yardım çağrısını yapmaya yeter düzeydeydi. fakat, 10,000 kişiye yaklaşan kalabalığa karşı, dalga geçer gibi 40-50 kişilik bir birlik gönderince içlerindeki en cesur, en dürüst erin bile nutkunun tutulduğuna eminim. kalabalığın yaratabileceği yıkımı sezip, megafonla "ben emniyet teşkilatından değilim, sizlerin bir kardeşinizim. allahınızı seviyorsanız artık dağılalım, yeterli tepkiyi gösterdik" diye çağrı yapanlara bile kulak asılmıyordu. belli ki ölüm, tek çareydi.

    işte böyle bir ortamda o megafon, madımak otelinin hemen yanında bulunan büyük birlik partisi binasından görevlilere ve sonradan refah partisi'nden milletvekili olacak olan temel karamollaoğlu'nun ellerine geçti. büyüklerimiz, devlet adamlarımız, halkın oylarıyla halkı idare etme gururunu taşıyanlar megafonla öfkeli kalabalığa bir iki kelam etme şansına sahiptiler:

    "gazanız mübarek olsun!"

    bu "izin" nitelikli, sırt sıvazlayan hareketten sonra tek engel o 40-50 kişilik ufak birlikti. müdahele etmeye çalıştıkları anda öfkeyle "asker bosna'ya!" diye kovulan askerler, vazgeçip geri çekilmek durumunda kaldıklarında "en büyük asker bizim asker" nidaları ile uğurlanıyorlardı, hem de coşku ile. çünkü artık her şey hazırdı. orda "halk iradesi"ni o binlerce kişi, "devlet"i "gazanız mübarek olsun" diyenler, "kolluk kuvvetleri"ni ise aciz kalıp geri çekilmeye mecbur olanlar temsil ediyordu. halkın da, devletin de, askerin de tutumu artık bu ölüm izninin çıktığını işaret ederken, ilk ateş yakıldı.

    ateş, yıkım, acı ve ölüm korkusu, otelin içindeki onlarca insana ızdırap çektirirken dışarda alkışlanıyordu. can havliyle otelin çatısından yandaki binaya atlayanlar, büyük birlik partisinin ilçe başkanlığında olduklarını kurtuldukları zannedip sopalarla dövülünce anladılar.
    bu kaosun ortasında tek bir itfaiye aracı bile yokken, "itfaiyeciler de isteksiz" diyebilen devlet büyükleri bulunurken, mucize eseri gelen itfaiye kamyonunun uzattığı merdivene tutundu aziz nesin. can havliyle.. onu aşağı indirmeye çalışanlar, aziz nesin olduğunu bilerek değil, mahsur kalmış bir komiser olduğunu sanarak bu "insani" hareketi yapıyorlardı. onlar da yarıyolda anladılar yardım ettiklerinin aslında öldürmek istedikleri olduğunu. refah partisi'ne mensup cafer erçakmak'ın "kurtarmayın, esas öldürülecek hayvan burda!" haykırışları ile aziz nesin itfaiye merdiveninden yere atıldı. tekme ve yumrukların, ölümün arasına..

    işte o gün sivas'ta ne olduysa,bunu bizler yine bize yaptık. ve yarın 17. yıldönümünü bazılarımız acıyla, bazılarımız ise farkında bile olmadan yaşayacak.

    sağını-solunu, alevisini-sünnisini, inançlısını-inanmayanı ve bunun gibi onlarca kamplaşmayı bırakmak için treni çoktan kaçırdık ama yine de yazmadan edemiyorsun. umut işte, insanlık hali..

    edit: biraz geç oldu ama bir de bu var tabii http://www.radikal.com.tr/…04.07.2011&categoryid=97
hesabın var mı? giriş yap