38 entry daha
  • yazı "kalan"dır doğru; ancak yazarın, varsa çevirmeninin yine varsa okuyucusunun anlamlanırma çabasında doğru kalıp kalmadığı önemli bir husustur.

    yazarın üslubunu ve kelimelerini seçerken onları duyuş gücünü önemsememek, çeviri metninin okuyucusuna yazarı yabancılaştırma konusunda yol almak demektir. tabi ki esas mesele metni anlamaktır; ancak unutmamalıyız ki masamıza çevrilmesi amacıyla düşen metin her türlü birikimiyle, hisler bütünüyle yani etiyle, kemiğiyle bir insan ağacının meyvesidir. akşit göktürk şöyle diyor: "...her yazın yapıtı, bireysel bir kafa ile düşgücünün, daha önceki örnekleri yinelemeyen, bir özgün yaratısı olmak zorundadır. bu bakımdan, yazın yapıtının çevirisi de , her zaman önceden belirlenmiş kurallarla işleyecek bir etkinlik değil, bireysel bir yorum ile yaratma sürecidir. yalnız, çeviride yaratma oldukça çapraşık bir kavramdır. alabildiğine özgür bir yaratma değildir yazın çevirmenininki, özgün yapıtın güdümünde, gerektiği yerde kendine sınırlar koyabilen bir yaratmadır." (a. göktürk, çeviri: dillerin dili, sf.124, çağdaş yay. istanbul ekim 1986.) bir analojiye başvurayım: portakalın tadını biliyoruz diye, portakal ağacının hangi süreçten geçerek ürününü doğaya geri verdiğini es geçemeyiz. orada bir bütünlük var; insanı insan kılan, sürece dayalı donanım bütünlüğü neyse, portakal ağacını da portakal ağacı kılan sürece dayalı donanım bütünlüğü de odur. tabi ki metin çevirisinde, çeviren kişiden beklenen şey metnin yazarını tasvir etmek, anlatmak değildir; ancak yazarın hangi kelimeyi hangi cümle içinde seçmiş olduğunu düşünmek ve olabildiğince metne sadık kalmak, sadece metin ile yazarı değil aynı zamanda metin ile çevirisinin okuyucusu arasındaki köprüyü de sağlamlaştırmak demektir.

    metin niçin okunur, niçin başka bir dile çevirilmeye ihtiyaç duyar? insanlara ulaşma arzusu vardır cümlelerde, paragraflar bunun için yanıp tutuşur. çünkü bilirler ki, ne kadar çok insana ulaşırlarsa o kadar farklı anlamlandırılma şansları vardır: anlamlandırılmak; her nesne, her şey bunun için var sanki. yazarın anlamlandırdıklarını okuyucu da anlamlandırmak durumundadır, yoksa okumanın bir manası yoktur. yazma, çevirme ve okuma eylemlerinin sonunda yazarın, çevirmenin ve okuyucunun farklı anlamlandırmaları mümkün olduğundan metinlerin bu üç aşamada da aynı düzlemde seyretmeleri için yazar, çevirmen ve okur üzerine düşen görevi yerine getirmelidir. ben şimdi okurun durumuna bakmak istiyorum. layıkıyla okumak, doğru anlamlandırma ve anlama uğraşıdır, gelişigüzel okumak ise anlamlandırma arzusunun olmadığı bir pespayeliktir. bu pespayeliğin özünde şu yatar: “öylesine gelişigüzel okudum ki, sanki hiç okumamış gibiyim.” oysa metin, anlaşılmak için yazılmıştı. esas anlamın gizli olduğu bir bulmacada bile anlaşılma hedefi yok mudur? yazınsal değeri olan her metin, yazarının yazdığı, çevirmeninin çevirdiği birikimi aktarır; okuyucu için esas olan işte bu birikimi evvela diğer ikisinin anlama düzeyinde anlamak; daha sonra isterse söz konusu düzlemden ayrılarak başka alemlere akmasında kullanmaktır.

    yani en nihayetinde bir birikimden başka bir birikime yol alır yazı; tanımı da zaten burada gizlidir. esası anlamadan, yorum yapmak mümkün değildir. önce resim çizilir, sonra boyası atılır. insan okuduğu yazıyı sıçrama tahtası olarak kullanmadan önce, onu tümüyle anlamak zorundadır; çünkü her an sonunda hiç ummadığı dehlizlere düşeceği sıçrama eylemlerine katılma riskini taşır. yazı bilinçsizler için tehlikelidir, çünkü kalıcıdır.
137 entry daha
hesabın var mı? giriş yap