• kasım ayının ikinci gününde yağan yağmurun, kükreyen gökyüzünün ve simsiyah havanın bana verdiği yetkiye dayanarak opeth sezonunu açıyorum.

    dark elf'imiz mikael çok yaşasın!
  • opeth, doksanların başında, dönemin iskandinavya’da esen black metal fırtınası ve avrupa’ya yeni yeni geçen death metal salgınının etkisinde kalan ve o dönemlerde black metal, okült gibi konulara oldukça meraklı, aynı zamanda da iflah olmaz bir metal müzik tutkunu bir genç olan mikael akerfeldt tarafından 1991 civarında stockholm’de kuruldu.
    önceleri “eruption” adlı bir grupta oldschool death metal deneyen mike ve arkadaşı anders, sonradan bu grubu bitirip daha farklı bir müzik yapmaya karar verdiler. dönemin norveçli black metal grupları ve amerikan death metal devi morbid angel gibi metal gruplarının yanı sıra, yetmişlerin progresif rock grubu camel’dan da etkilenen ve yapmak istediği müziği bu grupların bir sentezi halinde yaratmak isteyen mike, okuduğu bir kitapta gördüğü ve “ay şehri” anlamına gelen opeth ismi altında, arkadaşı anders ve peter ile, sonradan değişecek birkaç arkadaşıyla birlikte müzik yapmaya başladı.
    bazı kadro değişiklikleri sonucunda, davulda zenci bir isveçli olan anders nordin ve bas gitarda da johan de farfalla ile ilk oturaklı kadrosuna ulaşan opeth, ilk albümleri “orchid”’i 1994 nisan’ında, 12 gün içerisinde unisound studio’da kaydedip, mixledi.
    candlelight records’tan çıkan albümün prodüktörüyse, o zamanlar adını yavaş yavaş metal dünyasına duyuran ancak daha sonra metal dünyasının en saygın isimleri arasına girecek olan dan swanö’dan başkası değildi. 1990’dan beri yazılan metaryellerin toplamı olan orchid albümünde, ne grup logosu, ne de anlaşılır bir grup fotoğrafı vardı. yanlızca siyah zemin üzerindeki iki adet pembe orkide çiçeği, bakıldığında albümün dikkat çeken tek unsuruydu. müzikal olaraksa albüm, dışarıdaki sadeliğinin aksine son derece doluydu.
    beş adet uzun parça ve iki kısa enstrumantal pasajdan oluşan albüm, tüm metal dünyasında olmasa da, özellikle underground avrupa piyasasında büyük bir şok yarattı. uzun parçalar, içlerindeki akustik bölümler, duygu dolu clean ve vahşi brutal vokaller, benzersiz melodiler ve sıradışı şarkı düzenlemeleriyle orchid albümü, gelmiş geçmiş en başarılı debut’lardan biri olarak nitelendirildi. “in mist she was standing”, klasik olmuş “forest of october” ve duygu bombardımanı “twilight is my robe” albümü ilk dinleyenleri hemen büyüleyen parçalardı. albüm tema olarak da dönemin pek çok albümünden farklı bir yapıdaydı. tüm sözleri ve şarkıların önemli bir kısmını yazan grubun frontman’ı mikael akerfeldt pek çok insan tarafından gelecekte adından sıkça söz ettirecek bir müzisyen olarak gösteriliyordu.
    “forest of october”’da yer alan “...the forest of october sleeps silent when i depart...” gibi dizelerle, grup liriksel anlamda çok başka kapılar açıyor, hayalgücüyle beslenen şarkı sözleri pek çok insana soğuk ve karanlık bir dünya çiziyor, onları ruhlar ve hayaller aleminde bir yolculuğa çıkarıyordu.
    diğer bir yandan, eleştirmenler albümün müzikal yönünü nitelendirmekte zorlanıyor, death metal’den, black metal’den, doom metal’den ve progressive metal’den izler taşıyon ancak soft bölümler de barındıran albümü “emo metal”, “progressive doom death”, ”forest metal” gibi tuhaf adlarla nitelendirmeye çalışıyor ancak bir sonuca ulaşamıyorlardı. gerçekten de albüm, tam anlamıyla “farklı” bir albüm olduğunu tüm dinleyicilere hissettiriyordu. grup bu albümün arkasından az sayıda konserle ve oldukça az promosyonla, yanlızca underground piyasada adını duyurdu.
    yıl 1996 olduğunda grup, adını ilk albümdekinden daha geniş kitlelere duyurmasını sağlayan başyapıtı “morningrise” albümüne imza attı. (benim de hayatımda en sevdiğim albümdür.) prodüktörlüğünü yine dan swanö’nün yaptığı ve unisound studio’da 1996 mart’ında kaydedilen albüm, 1991-1996 arası yazılan 5 adet kusursuz parçadan oluşmaktaydı.
    mükemmel açılış parçası “advent”’tan soğuk ve duygusal atmosferiyle “the night and the silent water”’a, benzersiz melodileriyle “nectar”’dan 20 dakikadan uzun süresiyle dinleyende şok etkisi yaratan ve her saniyesi bambaşka bir güzellik olan “blackrose immortal”’a ve sondaki duygu depremi “to bid you farewell”’a, albüm gerçek bir şaheser niteliğindeydi. sayısız melodi, duygu dolu vokaller ve akustik pasajlarla süslü albüm, grubun ilk albümündeki tüm trademark’larının yanı sıra, şarkı düzenlemelerindeki kusursuzlukla da dikkat çekiyordu. birbiri ardına çalınan ve birbirinden bağımsız melodi ve ritmler, o kadar uyumlu birleştirilmişti ki, 20 dakikalık bir şarkı bile bütünlüğü bozulmadan ve hiç bir saniyesi insanı sıkmadan dinlenebiliyordu.
    aslında bu 20 dakikalık şarkı, yani “blackrose immortal” aslında “orchid” albümü için düşünülüyordu ancak daha sonra “orchid” albümüne kadar tamamlanamayınca, “morningrise”’a konmuştu. yani bu şarkının tamamlanması neredeyse 5 yıl sürmüştü.
    “advent” parçasının temelini oluşturan ve grubun 1992 yılında yazdığı “eternal soul torture” adlı parça da albümün 2000 yılında tekrar basılacak versiyonunda bonus olarak yer alıyordu. “advent” parçasını oluşturan bölümlerin bir kısmı da, yine grubun 1992’de yazdığı ve “orchid” albümünün 2000 yılında çıkacak versiyonunda yer alan “into the frost of winter” adlı parçadan alınmıştı.
    mikael akerfeldt’in, ölen dedesi için yazdığı ve sonradan anlaşılmaz bir biçimde en sevmediği opeth parçası olarak nitelendirdiği (benim hayatta en sevdiğim parçadır.) “the night and the silent water”, ortasındaki akustik bölüm ve “...am i like them? those who mourn and turn away, those who would give anything to see you again, if only for another second...” sözleriyle hayranların akıllarına kazındı.
    grubun daha sonra belirttiği üzere, judas priest müziğinden etkilenerek yazdığı “to bid you farewell” da, pek çok hayrana göz yaşı döktüren ve bu şaheser albümün bitişini oluşturan unutulmaz bir parçaydı.
    albümün kapağına bakıldığında, bu albümde de grup logosu kullanılmamıştı ve kapakta; orman kenarındaki bir göl kıyısında inşa edilmiş ilginç tasarımlı taş bir köprü bulunuyordu.
    66.06 dakikalık çalım süresiyle bu albüm, grubun adını biraz daha duyurmasına yardım etti ancak ilk albüm sonrası olduğu gibi bu albüm de az sayıda konser ve sınırlı promosyonla desteklendi.
    1997 yılında grubun üçüncü başyapıtı olan konsept albüm “my arms, your hearse” piyasaya sürüldü. grup bu albümde kadro değişikliklerine de gitmişti. bas gitarist johan’ın ayrılmasıyla, bu albümde bas gitarları mikael çalmış, mikael’in çok yakın arkadaşı olan davulcu anders nordin kız arkadaşıyla birlikte brezilya’ya taşınınca oluşan boşluğa da o zamanlar yeni kurulan, ancak sonradan ünlenecek death metal grubu amon amarth grubundan uruguaylı davulcu martin lopez katılmıştı.
    ilk iki albümün aksine, bu albüm unisound yerine, studio fredman’da kaydedilmiş ve fredrik nordström’ün yanı sıra, in flames’ten tanıdığımız anders friden da kayıtlarda gruba yardım etmişti.
    albüm, mevsimleri konu alan genel yapısıyla, kıştan başlayarak sonbaharın sonuna kadar uzanan bir tema benimsemişti. bu albümde ilk kez şarkı sözleri müzikten önce yazılmış ve sonradan yazılan müziğe adapte edilmişti.
    albüm yağan yağmur sesleriyle ve kısa bir piyano introsu olan “prologue” ile başlıyor, epik yapıdaki “april ethereal” ile devam ediyordu. tüm şarkılar hem liriksel, hem de müzikal anlamda birbirleriyle bağlantılı devam ediyor, insana sanki çok uzun süren tek bir şarkı dinliyormuş hissi veriyordu. hayranlar tarafından çok sevilen ve konserlerin vazgeçilmez parçası “demon of the fall” ile sade ve yumuşak “credence” da albümün öne çıkan diğer parçaları arasındaydı. albümün 2000 yılındaki tekrar basımında, “in memory of celtic frost” adlı tribute albüm için eski kadrosuyla kaydettiği celtic frost cover’ı “circle of tyrants” ve “mayh” kadrosuyla kaydettiği iron maiden klasiği “remember tomorrow” da yer almaktaydı. “a call to irons” adlı iron maiden tribute albümü için kaydedilen bu parça daha sonra, tribute albümünün en iyi parçası olarak gösterildi ve opeth yorumu son derece başarılı bulundu.
    grup bu albümde de logoya yer vermemiş, dönemin black metal trendi olan orman resimli kapaklarda olduğu gibi, kapağa yanlızca bir orman kesiti koymuştu.
    bu albümün ardından, grubun adı underground piyasayı aşarak, pek çok kişi tarafından duyulmuş, grubun çok kemik ve sadık, fanatik derecesinde nitelendirilenilecek hayranları türemişti. grup bu albümden sonra da az sayıda konser vermiş, az festivale katılabilmiş, hatta kimi eleştirmenlerce grubun kasıtlı olarak underground kalmaya çalıştığı iddia edilmişti.
    1999’a gelindiğinde, grubun adını en çok duyurduğu ve metal dünyasına müzikal anlamda bir dev olarak adımını attığı “still life” albümü piyasaya çıktı. grup bu albüm öncesi candlelight’tan ayrılmış ve peaceville’e geçmişti. bu geçiş ile grubun promosyonu da artmış, grup tarihinde ilk defa albüm kapağında timo ketola tarafından dizayn edilen logosu kullanılmış ve ünlü çizer/tasarımcı travis smith imzalı ve belli bir teması olan bir kapak çalışmasına yer verilmişti.
    o dönemde peaceville records çalışanları, kendilerine grup tarafından gönderilen demoyu dinlediklerinde: “kulaklarımıza inanamadık. böyle bir müziği daha önce duymamıştık ve opeth’i bünyemize kattığımız için son derece gururluyduk.” demişlerdi.
    15 nisan - 29 mayıs 1999 tarihleri arasında studio fredman’da kaydedilen “still life” albümü de, “mayh” albümü gibi konusu itibariyle konsept bir albümdü. yedi adet kusursuz parçadan oluşan bu albüm, opeth’in en büyük çıkışını yaptığı albüm olmuştu. “the moor” klasik olmuş introsu ve kaotik atmosferiyle pek çok insanı gerçekten de “the moor” ederken, progresif geçişleri ve şahane clean bölümleriyle “godhead’s lament”, sakin ve sessiz “benighted”, değişken yapısıyla “face of melinda” ve saldırgan “serenity painted death” hayranları büyülemeyi bilmişti.
    albümün içinde ilk kez grubun anlaşılır fotoğrafları yer alıyor, gruba şimdiye kadarki en büyük ticari başarısını getirecek bu albüm tüm dünyaca eleştirmenler tarafından adeta kutsanıyor, tam puanlar alıyordu.
    davulda martin lopez caz etkilenimli tekniğini konuşturuyor, vokalde mike sesini en kusursuz biçimde kullanıyor, bas gitarist olarak gruba yeni katılan diğer bir uruguaylı martin mendez güzel bas partisyonlarıyla gruba hemen uyum sağlıyordu. gitar yapıları bu albümde, önceki albümlere göre daha karmaşık, akor ve harmoni yapıları daha sıradışıydı ve opeth’i opeth yapan tüm özellikleri sergileyen eşsiz ritm, melodi ve pasajlar tüm albümü süslüyordu.
    morningrise’daki doom havası ve “mayh”’taki black havası, bu albümde birleşiyor, aynı zamanda cazımsı pasajlar ve son derece progresif ve karmaşık riff yapılarıyla, “still life” müzisyenlik açısından da tam bir zafere dönüşüyordu.
    gerçekten de albüm tam anlamıyla bir sanat eseriydi. bazı eleştirmenler albüme puan dahi vermiyor, bunun albümün değerini düşüreceğini belirtiyorlardı. hatta amerikalı bir eleştirmen albüm için: “...bu albümü puanlandırmayı anlamsız görüyorum çünkü bu; “tanrı’nın görünüşü şöyledir...” demekle aynı şey olur.” diyordu.
    aynı zamanda pek çok insan bu albümle grubu tanımıştı ve bu sayede grubun önceki 3 albümüne olan talep de artmıştı. bu nedenle de önceki 3 albüm, grup logosu eklenerek ve birkaç bonus parça da eklenerek tekrardan piyasaya sürüldü.
    bu albümün ve firma değişikliğinin ardından grubun verdiği konser sayısı da artmıştı. bu sayede grup yeni hayranlar kazanmaya başlamış, adını metal dünyasının sayılı devleri arasına yazdırma yolunda önemli bir adım atmıştı.
    bu albümle birlikte, metal dünyasında artık iyice anlaşılan bir başka şey de, mikael akerfeldt’in gerçek bir dahi olduğunun ve ileride adını gelmiş geçmiş en önemli metal müzisyenleri arasına yazdıracağının belli olmasıydı. özellikle şarkı yazma ve düzenleme konusunda benzersiz bir tarzı vardı. beste yapmak konusunda tam bir dahiydi ve albümden albüme geliştirdiği kusursuz vokali ve kendine özgü gitar tekniğiyle, kimi hayranlarca artık bir tanrı konumuna getiriliyordu.
    aynı dönemlerde mikael, opeth’in kardeş grubu katatonia’nın “tonight’s decision” albümünde de vokal prodüktörü olarak yardım ediyor ve son derece başarılı olan bu albümün vokal melodilerinde, katatonia’ya yardım ediyordu. bilindiği gibi mikael aynı görevi grubun bir önceki albümü “discouraged ones”’ta da yapmış, ondan önceki “brave murder day” albümünü ise benzersiz brutal vokalleriyle süslemişti.
    opeth artık metal dünyasının en başarılı ve kendine özgü gruplarından biriydi ve yaptığı her albümle, yanına yaklaşılamayan bir kalitenin ve müzikal zaferin temellerini atıyor, kendi tarzında tam bir dominant rolü üstlenerek, binlerce insanı peşine takıyordu.
    opeth öyle bir gruptu ki, grubun “en iyi albümü” diye nitelendirilen bir albümü olmuyor, her albümü bir kesimce en iyi olarak nitelendiriliyor, bazısı için en iyi albüm “mayh” oluyor, bazısı “orchid”’i, bazısı “morningrise”’ı, bazısıysa yeni albüm “still life”’ı en çok seviyordu. şarkılarda da durum farklı değildi. opeth’in yazdığı hiç bir şarkı öylesine yazılmış bir şarkı olmuyor, hepsi farklı bir hayranın favori opeth şarkısı olabiliyordu.
    opeth studio fredman’da “still life”’ı kaydederken, aynı sırada yan stüdyoda “a predator’s portrait” adlı harika albümünü kaydeden soilwork’ün, albümle aynı adı taşıyan parçasında mikael konuk müzisyen olarak vokal yapıyor, soilwork vokalisti bjorn “speed” strid’in vahşi çığlıkları arkasına o benzersiz clean vokalini katıyor, sadece bu şekilde bile parçanın tüm havasını değiştirmeyi başarıyordu.
    takvimler 2001 yılını gösterdiğinde grup “blackwater park” albümüyle bir kez daha binlerce hayranını sevindiriyordu. 2000ağustos’u ve ekim’i arasında studio fredman’da kaydedilen albüm, porcupine tree’den tanıdığımız steven wilson’un prodüktörlüğünde ve music for nations etiketiyle piyasaya çıkıyordu. steven wilson aynı zamanda vokal, gitar ve piyano ile de albüme konuk oluyordu. albümün kapak tasarımı yine amerikalı usta çizer travis smith tarafından yapılıyor, kusursuz kayıt kalitesiyle ve tarifsiz müziğiyle albüm, yine binlerce opeth hayranına bayram yaşatıyordu.
    albüm, oldukça teknik yapıdaki “the leper affinity” ile açılıyor, “we entered winter once again...” dizesiyle başlayan parça, dinleyiciye bir saati aşkın soğuk, kaotik ve benzersiz bir müzikal yolculuğun haberciliğini yapıyordu.
    ardından gelen ve steven wilson’un benzersiz vokal yardımıyla süslenen şahane “bleak”, klip çekilen ilk opeth parçası olan sakin ve duygusal “harvest”, konserlerin değişmez parçası eşsiz “the drappery falls”, duygu seli şeklindeki introsuyla “dirge for november” albümün hayranlarca en sevilen parçaları oluyor ve opeth bu albümle de müzikal zaferlerinden birine daha imza atıyor, çıtayı tekrar yukarılara çıkarıyordu.
    metal dünyasının yeni liderlerinden mikael akerfeldt bu albümde kusursuz brutal vokaliyle, kükredikçe kükrüyor, nefret, saldırganlık ve duygu yüklü sesiyle dizelerini kulaklara ve beyinlere kazıyordu.
    grup bu albüm sonrası nevermore ile amerika ve kanada’yı turluyor, uzak doğu ve avrupa’da pek çok konser veriyordu.
    bu arada mikael, “sorskogen” adı altında, dan swanö ile birlikte “mordet i grottan” adlı isveççe bir parça kaydediyor, bu parçanın nakarat bölümü daha sonra çıkacak olan “damnation” albümündeki “to rid the disease” adlı parçada kullanılıyordu. ayrıca grup bu sıralarda, tamamı mikael tarafından yazılan ve icra edilen “still day beneath the sun” ve “patterns in the ivy ii” adlı mükemmel iki yeni slow parça kaydediyor, bu iki parçayı ve “harvest”’ın klibini “blackwater park”’ın çift cd’lik versiyonlarına koyuyordu.
    bu albüm sonrası mikael akerfeldt, saf bir death metal projesi olan ve davullarda yakın arkadaşı dan swanö ile kardeş grupları “katatonia”’dan gitarlarda anders nyström ve bas gitarda da jonas p. renske ile birlikte, “bloodbath” adı altında efsanevi bir kadroyla önce 3 parçalık “breeding death” ep’sini, ardından da “resurrection through carnage” albümünü çıkartıyordu. başta sadece bu dört kişinin sarhoş bir anına denk gelip eğlencesine kurulan bu proje, “breeding death” ep’sinin aldığı olumlu yorumlarla ciddi bir projeye dönüyordu. old-school death metal çalan grupta mike, death metal vokalleriyle adeta kin kusuyor ve albümü benzersiz kılıyordu. ancak 2004 yılında, mike gruptan ayrılacak ve yerine ünlü prodüktör, hypocrisy ve pain vokalisti tommy tagtgren geçecekti. yine de bu albüm, mike’ın en aktif olarak yer aldığı yan projesi olarak tüm opeth hayranlarınca desteklendi ve sevildi.
    “blackwater park”’ın başarısının ardından grup, şimdiye dek yapmadığı bir şey yapmaya karar veriyor ve iki albümü aynı anda, arka arkaya kaydetmek gibi zor bir işi yapıyordu.
    grup biraz da olsa ticari bir yaklaşımla, müziğinin yanlızca yumuşak bölümlerini seven ve metal müziği sert bulan ve fazla dinlemeyen dinleyiciler için, distortion ve brutal vokal kullanmadığı, tamamen slow ve clean vokallerle hazırladığı “damnation” ve sert yanını ortaya koyduğu, yumuşak bölümlerin önceki albümlere oranla daha seyrek olduğu “deliverance” albümlerinin ikisini birden, 22 temmuz ve 4 eylül 2002 tarihleri arasında studio fredman’da fredrik nordström ve steven wilson eşliğinde kaydediyor, ancak daha sonra yapacakları açıklamalarda, iki albümü aynı anda kaydetmenin zorluklarından ve yoruculuğundan bahsediyor ve bir daha asla iki albümü aynı anda kaydetmemeye yemin ediyorlardı.
    bu albümlerden ilk olarak “deliverance”, 2002 yılında piyasaya sürülüyor ve her zaman olduğu gibi olumlu eleştiriler alıyordu. ancak kimi kesimler, albümü önceki opeth albümleri kadar şok edici bulmuyor, “albüm harika, ama opeth için sıradan” gibi nitelendirmeler getiriliyordu. albümün en çok dikkat çeken parçaları steven wilson vokaliyle renklenen kusursuz “deliverance” ile albümün brutal vokal kullanılmayan tek parçası “a fair judgement” oluyordu.
    aynı zamanda morbid angel etkilenimli “master’s apprentices” ve karmaşık yapısıyla “by the pain i see in others” da dikkat çeken diğer parçalar oluyordu.
    grup bu albümün hemen arkasından, 2003 başlarında, önceden hazır olan “damnation”’u piyasaya sürdü. deliverance gibi, bu albümde de sade ve siyah beyaz bir kapak çalışması yer alıyordu. bu albüm mikael akerfeldt’in her zaman bahsettiği camel hayranlığının bir sonucu olarak, bu yönde bir gidişat izleyen harika bir albümdü. bir metal albümü olmayan bu albüm, progresif rock olarak tanımlandı. yetmişli yılların sound’unu ve havasını hissettiren, kullanılan mellotron ile de bu havayı pekiştiren albüm, birbirinden güzel sekiz parça barındırıyordu. klip çekilen ikinci opeth parçası olan “windowpane”, ruhu okşayan “in my time of need”, sözleri steven wilson tarafından yazılan “death whispered a lullaby”, doğu ezgileriyle bezeli “closure” ve kalan diğer dört parçasıyla “damnation” opeth’in en çok satan albümü oluyor, amerikan billboard listesine girmeyi dahi başarıyordu.
    grup bu albümün ardından devasa bir turneye çıkıyor, 2003 yılının tümünü ve 2004’ün ilk çeyreğini yollarda geçiriyor, 3 amerika turnesi, avrupa’da festivaller, avustralya turnesi ve sayısız konserle popülaritesini arttırıyordu. “damnation” albümünü desteklemek için, sadece bu albümden parçaların ve diğer yumuşak parçaların çalındığı damnation turneleri düzenliyordu.
    grup 2003 yazında da türk hayranlarını sevinçten deliye döndürüyor ve “rock the nations festivali” kapsamında, kısa ama unutulmaz bir konser veriyor, kreator ve dio gibi devlerle aynı sahneyi paylaşıyordu.
    bu konser sırasında tanışıp sohbet ettiğim gitarist peter da, seyirciden çok etkilendiklerini ve mutlaka tekrar geleceklerini söyleyerek, beni çok mutlu ediyor, en sevdiğim grubu izlediğim gün bir de gitaristleriyle tanışamanın verdiği keyifle, bana ikinci bir mutluluk yaşatıyordu.
    bu arada mikael, 2003 sonlarına doğru uzun süredir tanıştığı anna sandberg ile evleniyor ve ardından grup, 2004 yılının başında “lamentations – live at shepherd’s bush empire” adlı ilk dvd’sini de piyasaya sürüyor ve hayranlarını tekrar sevindiriyordu. iki ayrı setten oluşan dvd’nin ilk bölümünde “damnation” albümü baştan sona çalınırken, ikinci sette sert parçalara yer veriliyordu. kusursuz kayıt kalitesiyle bu dvd de başarılı bir çalışmaydı.
    bu sıralarda mikael, hollandalı progresif grup ayreon’un 2004’ün mayıs sonunda piyasaya çıkacak “the human equation” albümünde, pek çok diğer vokalistle birlikte konuk vokalistlik yapıyor, bu ufak katılım bile, mikael’i taparcasına seven opeth hayranlarını heyecanlandırıyor, mikael’in imzası ve bir şekilde etkisi bulunan her şey olduğu gibi, bu albüm de pek çok opeth sever tarafından merakla bekleniyordu.
    grup 2004’ün ortalarında, davulcu martin lopez’in bazı sağlık sorunları nedeniyle bir süre sorun yaşıyor ancak lopez’in iyileşmesiyle, mayıs ayında yeni stüdyo albümleri için parça yazımına başlıyorlardı. mikael’in önceden belirttiği gibi, sıradaki albüm için parça yazım aşaması önceki albümlerden daha uzun sürecek ve bakalım önümüzdeki sene çıkması olası opeth albümü, yine ne gibi sürprizlerle bizi şaşırtacak, büyüleyecek.
    2000’lerin başlarında mikael’in bir ropörtajında belirttiği üzere, black metal’e duyduğu saygının bir ifadesi olarak, ilerde iki uzun parçadan oluşan bir black metal albümü yapma planı da belki gerçek olur. bahsettiğimiz grup opeth olduğundan, beklenmeyen pek çok şeyle karşılaşmamız, çok da sıradışı olmaz kanısındayım.
    son sözler olarak söylenebilecek şeyler; bu yazıyı yazan benim ve binlerce insanın hayatlarının en sevdiği grubu olan opeth’in gerçek anlamda metal dünyasında bambaşka bir yeri olduğu şeklinde. hep mütevaziliğini korumuş, diğer gruplarla olumsuz diyaloglara girmemiş, hayranlarına sadık, içten ve sürekli gelişen yapısıyla metal müzik tarihine geçmiş bir grup opeth.
    neredeyse her albümü hayranlarınca kült statüsüne sokulmuş, başka hiç bir grupta yaşamadıkları duyguları onlara yaşatan bir grup olarak opeth, hayran kitlesi için diğer tüm gruplardan ayrı bir yere konan, sonsuz bir saygı duyulan, kalitesiz ve sıradan bir albüm ya da şarkı yapmayacağı önceden bilinen bir grup. özellikle “morningrise” albümü ile müzik dünyasında ilk şoku ve depremi yaşatan opeth, fanatik hayranların taptığı mikael akerfeldt ve diğer elemanlarıyla, gelecekte de kendi tarzında müzikal standartları belirleyecek gibi gözüküyor.
    sonuç olarak; sınıflandırılamayan ve tamamen orijinal müziğiyle opeth, her alanda post çağların yaşandığı günümüzde, herkesten farklı ve benzersiz olmayı başarmış, çoğu hayranınca “müzikten öte” olarak görünen gerçek bir efsane halini almış ve her albümü, her şarkısıyla dinleyenlere farklı kapılar açan, heyecanlar yaratan bir grup.
    şahsen ben, opeth’in olmadığı bir metal dünyasını düşünemiyorum. tüm diğer hayranlar gibi ben de opeth’in dağılmadan, bölünmeden daha uzun yıllar sürmesini, birbirinden güzel bir çok albüme imza atmasını bekliyorum ve işin en güzel tarafı da, böyle albümler yaratıp her seferinde bizi büyüleyeceklerini biliyorum. işte işin en rahatlatıcı tarafı da bu...
    beni müzikal, ruhsal ve hayalgücü anlamında en çok etkilemiş bu gruba duyduğum büyük saygı ve sevgiden dolayı yazdığım bu yazıyı bitirirken yazılacak son şey de, her ne kadar cevabı: “kesinlikle hayır.” olsa da, eminim şu şekilde olmalıydı...
    “we walk into the night... am i to bid you farewell?”
  • yıl 98 veya 99.

    hayri plak'a moonspell kasedi doldurtmaya gittim. 1 saat sonra gel demişti hayri dayı. karanfil sokak'ta biraz dolandım. ordan karşıda fantasy land'e geçtim. amaç vakit öldürmek. aldım iki jeton. indim alt kata. silent scope oynayacağım ama sıra var. bekledim elemanı. oyunu bitti ve sıra bana geldi. attım jetonu. başladım oynamaya, 2.jetonu da attım. savaş uçağı pilotunu indirdiğim boss bölümünde elendim. saate baktım, 1 saat olmuş hemen hemen. geçtim hayri plağa, kaset hazırmış. aldım çıktım. taktım walkmanime. kulaklığı da takıp bastım play tuşuna. moonspell heyecanı var. dinlemeye başladım. bir yandan dinliyorum, bir yandan düşünüyorum, lan bu nasıl moonspell? dinledikçe çıldırıyorum, çakralarım açılıyor giderek. bir terleme bir heyecan bir çarpıntı. hayri dayı bana meğerse yanlışlıkla moonspell albümü yerine still life çekmiş de vermiş. allah rahmet eylesin. sayesinde tanıdım opeth'i. bu şekilde tanışmıştım opeth ile, mazisi derindir. canlı konserini de izledim. bende yeri ayrıdır. 20 seneyi aşmış, hala playlistimin en az %70'ini oluşturur.
  • konserinin kapıya dayandığı şu günlerde birkaç bir şey karalayayım. çok uzun zamandır da aklımdaydı aslında, konseri geldi diye değil, hatta tamamen tesadüf diyebilirim.

    in flames, dark tranquillity ve dissection şeklinde el emeği göz nuru kritikler yapmıştım. şema aynıydı: gruptan kısaca bahsedip albümleri dizmeye başlamış, albümü güzel bulduğum ve favori şarkılarımla beraber analiz ederek sonunda birkaç ek laf etmiş ve işi kapatmıştım. opeth için farklı bir yöntem izleyeceğim, çünkü herifler maşallah kaz kaz bitmeyen bir maden. bir yaptıkları işin bir başka işleriyle alakası olmuyor. ayrı yıllardan bahsemiyorum, sadece bir şarkının farklı riff'leri bile çok farklı insanların çok farklı zevklerine hitap ediyor. bu anlamda onları dönem başlıklarında incelemeye ve ilk birkaç dönem için “bu riffler öldürür” şeklinde bir hizmet de sunmaya karar verdim; kendi adıma çok güzel bulduğum melodi ve kısımları şarkı adı + başlama saniyesi konseptinde sundum. insanlar eşekleri sudan getirten şarkıların içinde nereyi dinlemeye başlamak isteyeceklerini bilemeyebilirler. kolaylık olsun. [edit: youtube'dan falan dinlerken saniyeler kaymış olursa karışmam, benimkiler spotify'dan bakılmış orijinal albüm parçalarıdır.]

    bu arada belirtmeden geçemeyeceğim, güzel şarkıları şunlar falan diye yazıyorum da, bu tek güzel olanlar onlar anlamına gelmiyor; her geçen gün ayrı bir eserinde ayrı bir tat buluyorum bu grubun, burada amacım başlıca şarkılarımı yazmak ve tavsiye etmek.

    orchid ve morningrise
    - progresif death/black; brutal ağırlık -

    orchid'e genelde pek hakettiği verilmez. orada burada görebileceğiniz tanım “opeth'in ilk albümü, black/death tonları taşıyor, pek clean vokal yok.”tan ibarettir. öyleyse şöyle düşünelim, 1990'ların ortası, mekan isveç. herkes deli sikmiş gibi death metal yapıyor, en popüler müzik melodik, progresif olmayan brutal metal. whoracle*, gallery*, sloughter of the soul*, - edit: storm of the light's bane*'i de sayalım -,yurtdışından symbolic*, roots* gibi öldürücü albümler havada uçuşuyor. sen de bu tarza gönül vermiş yeni bir grup olarak bir albüm yayımlıyorsun;

    - bolca akustik gitar mevcut
    - albüm daha önce metalde pek görülmemiş şekilde progresif ve şarkılar uzun
    - albümün, kapağı bir çiçek ve teması parlak pembe

    işte bu tam anlamıyla cesaret, tarz sahibi olmak ve müzikal yetenektir.

    the twilight is my robe ise tüm opeth diskografisinde benim için ikinci olan şarkı. klavyeme ne övgüler geliyor ama, sadece, böyle bir şarkıyı yapabilmiş bir insan topluluğunun karşısında saygıyla eğilirim diyorum. bu kadar basit.

    morningrise ise bu dönemin daha güçlü olan albümü. tüm diskografinin en dehşet verici albümlerinden biri de bu. 5 şarkının tamamı şaheser, çöpe atılacak bir tane riff yok. zaten genelde blackwater park ile beraber en bilinen albümüdür bu opeth'in. bir de şimdi aklıma gelince bi ürperdim, bebeklikten çıkma çocukluğumdan beri müzik dinleyen bir insan olarak, dünyada en sevdiğim parça olan the night and the silent water da burada.

    dinlenesi: apostle in triumph, forest of october, nectar, advent

    elmas: the night and the silent water, the twilight is my robe, black rose immortal, to bid you farewell

    bu riffler öldürür:

    black rose immortal 13:38
    the night and the silent water 5:55
    twilight is my robe 9:23
    nectar 2:12, 3:05

    my arms your hearse, still life ve blakcwater park
    - progresif death, brutal/clean -

    prologue gibi şarkı olmayan güzel bir introyla girdiğimiz my arms, your hearse'nin benim için başlıca anlamı, bas gitara anlam katma konusunda en iyi bildiğim isimlerden olan martin mendez'in çok doğru bir iş yaparak opeth'e gelmiş olması. ayağının tozuyla işleri hemen yoluna koyamadığından baslar burada eski bir basçı olan akerfeldt tarafından yazılmıştır o ayrı.

    still life da üç aşağı beş yukarı my arms, your hears'a paralel olarak gidiyor müzik olarak. bu dönemde tarz açısından, ilk dönemden tatlar taşımaya devam ediyoruz, sözgelimi brutal çığlıklar ve death gitar riffleri hız kesmeden sürüyor ama tarzımızı daha da ortaya koyar biçimde akustik gitar ve clean vokalleri daha sık kullanmaya başladık. bu albümlerde 2 dakika içinde 3 kere brutal/clean değişimlerine, triton ve pes bir distortion akorundan tatlı bir akustik arpejine geçişlere şahit olabilirsiniz.

    my arms ve still life eşit güçte, güzellikte iki kardeş. blackwater park ise, her ne kadar tarz açısından göze çarpar bir değişiklik pek yoksa da, bunların ağabeyi ve bu dönemin en iyi, opeth diskografisininse en merkezinde düşünülebilecek albümü. eleştirmenlerin de en beğendiği albüm bu. ayrıca, opeth sözkonusu olduğunda, tarzları elvermediğinden pek hit parçadan bahsetmek yerinde olmasa da, en hit parçaları olan harvest de burada. konserde buna eşlik edenleri bol bol görebilirsiniz. cevherlerimizi sunalım:

    güzel: when, epilogue, karma, april ethereal, the drapery falls, blackwater park, dirge for november, face of melinda, harvest

    elmas: bleak, godhead's lament

    bu riffler öldürür:

    karma 0:57
    april ethereal 3:37
    godhead's lament 4:50
    the drapery falls 3:55

    bu arada birkaç noktayı aydınlatalım, bunu okuyunca artık “face of melinda'daki melinda mikael'in kızının ismiymiş ağbi” diyen kardeşlerimize şu bilgiçliği taslayabilirsiniz: hayır, tamam doğru ama mikael, ateist bir gencin köyünden kovulduktan yıllar sonra gelip aşık olduğu kız olan melinda'yı bulması şeklindeki albüm konsepti öyküsünü yazarken aklında ailevi duygular felan yoktu, yıllar sonra doğmuştur kızı ve koymuştur kızına melinda ismini.

    deliverance ve damnation
    - progresif death, progresif rock-

    blackwater park'ın yayımlanmasından sonra mikael'in aklını kurcalayan bir durum oldu: biçok şarkı yazmıştı ve bazıları yumuşak, sakin tonları zengin şarkılarken diğerleri extreme sertlikte riff ve melodiler içeriyordu. şu an hatırlayamadığım bir arkadaşı (araştırdım, katatonia'dan jonas renkse imiş) bunları iki albüm şeklinde sürmesi tavsiyesinde bulundu. işte d-d kardeşlerden sert olanı deliverance, yumuşak olanı damnation'dır.

    damnation'ın kendi hayran kitlesini oluşturduğunu söylemek mümkün. çok falza sert metal sevmeyen kimi hayranların (sevgilim de dahil) en sevdiği opeth albümü damnation oluyor. ben kendi adıma orchid-morningrise-blackwater park tarzcısıysam da benim için de ayrı yeri vardır bunun, özellikle iki elmas içermesi bakımından.

    deliverance'ın orchid gibi yine epey sert olan albümlerden farkı, rifflerin biraz daha hızlanmış olması. twin ve solo bolluğu gibi geleneksel death'de sıkça gördüğümüz tatlar da bolca mevcut. bir de bu dönem yine epey progresif olsa da, önceki albümlerden bir tık daha az progresif.

    güzel: a fair judgement, windowpane, death whispered a lullaby, closure, ending credits, master's apprentices

    elmas: hope leaves, in my time of need

    bu riffler öldürür: in my time of need tüm chorusları

    ghost reveries ve watershed
    - çok da death olmayan progresif metal, clean/brutal -

    bu dönem biraz “ilerde ne yapsak ki” dönemi. son iki albüm çıkmadan önce bunu söyleyemezdim, ama şimdiki zamandan bakınca, atonement gibi, ghost of perdition 1:35 gibi, işleri progresif rocka taşıma ve death metalden sıkılma belirtileri gösterdiği bariz opeth'in. porcupine tree ya da camel gibi grupların yaptığı işi yapmaya başlamak istediklerinin alarmları. ha brutal ve death metal yine var tabii. kötü albümler olduğunu söyleyemem ama opeth'in en az sevdiğim albümü ghost reveries sanırım. yalnız isolation years yerine göre dinlendiğinde acayip triplere sokuyor. neyse lafın kısası bir köprü bu yapıtlar.

    güzel: ghost of perdition, atonement, beneath the mire, the lotus eater, heir apparent, hex omega, the grand conjuration,

    elmas: den standiga resan, isolation years, burden, hours of health

    burden'ın outrosunu ayrıca dinleyin (6:40). akustik gitarın akordunu yavaş yavaş bozarak en son saçma sapan bir hale gelince bir gülüş koyveriyor mikael ve o da saat sesi gibi bir şeye dönüşüyor. sürrealizm midir nedir. hoşuma gidiyor burası.

    heritage ve pale communion
    - progresif rock, progresif blues rock, clean -

    gelelim dramatik bir değişime. 2010'lu yıllara gelindiğinde mikael'in devamlı söylediği laf “artık metal yapmak istemiyorum”du. bu son iki albüm benim opeth'in blues albümleri dediğim albümler. ama bu değişim bir in flames değişimi klişesi gibi kötüye gidiş olarak algılanmamalı. bir death zamanları opethçisi olarak hiç de üzülmediğim, takdir ettiğim bir dönüşüm bu. adamlar kaliteli işi zevklerine ve zamanlarına (tarih gibi demeyeyim de keyiflerinin zamanlarına göre) göre nasıl yapacaklarını biliyorlar.

    bu iki albüm, biraz camel, epey pink floyd, azıcık porcupine tree, bayağı 1970'ler kokan, progresif blues-rock ya da progresif early metal diye adlandırabileceğim yapımlar. şunu da söyleyeyim, ülkemizde bu tarza en yakın müzik yapan adam barış manço'ydu.

    pale communion heritage'dan daha çok hoşuma gidiyor, hatta tüm diskografide ilk 10'uma girmeyi başarmış tek “son dönem opeth” parçası da burada: cusp of eternity denen güzellik. açıkçası heritage'ı çok da fazla dinlemedim, daha doğrusu şarkı şarkı ezberimde değil. güzel ve elmas bölümünü bu albüm için atlayacağım mecbur. pale communion:

    güzel: goblin, eternal rains will come

    elmas: faith in others, cusp of eternity

    ***

    son birkaç laf salatası. opeth'e ısınamamış birçok metal dinleyicisi var. onların ne aradığını anlayabiliyorum. gaza getirecekse gaza getiren, hüzünlendirecekse hüzünlendiren, yani bir anda birden çok şeyi pek fazla anlatmayan bir müzik istemeleri birinci sebep. ikincisi de sanırım opeth'ın başka hiçbir grupta görmediğim, yani black metalcilerin de, gotiklerin de yapmadığı, başka tarzların zaten hiç yapmadığı değişik tarzda bir melodiyi karanlıklaştırma işlemi var ki herkes için hemen sindirilebilecek bir şey olmadığını anlayabiliyorum. devamlı yarım seslerde gezerek sert riffler yazma gibi işler bunlar. onlara şunu söyleyeceğim: içilen ilk içki de acı gelir.

    dünyada en sevdiğim ve ciddi anlamda hayranı olduğum üç grup var ve opeth ikincisi. fakat, duygusal nedenlerle en sevdiğim grup dark tranquillity ve zevksel nedenlerle yolda bayırda felan en çok dinlediğim grup in flames olsa da; opeth, objektif baktığımda, bu üçü arasında'yı geçtim tüm metal müzik dünyasının en iyi işleri yapan grubu sanırım. çünkü sanat en çok, bir şeyler anlatmak için vardır ve opeth, blues, jazz gibi en iyi tarzları da, progresif gibi en iyi şemaları da, akustik gitar gibi en iyi duygu enstrümanlarından birini de kullanarak, death metalin aşırı uçluğu ve güçlülüğünü yaşatan dünyada tek grup ve bu anlamda en çok ve en anlamlı şeyleri anlatmayı başarabilmiş bir topluluk. müthiş.
  • aslinda butun muzik gruplari icin gecerli olan bir sey var. iyi muzisyen surekli dener, evrilir. mikael gibi muzigin her turunu yalamis yutmus bir insan icin ozellikle gecerli bir sey bu.

    opeth surekli my arms, your hearse tadinda album yapsin istiyor olabilirsiniz ama bu onlari daha iyi bir grup yapmazdi. surekli denedikleri icin bugun heritage dinledigimizde de morningrise dinledigimizde de ayri yukseliyoruz.

    tanim: baba gruptur
  • grup ismini nerden almis? nedir bu opeth? derseniz, (ki bende dedim merak ediyordum bayaa)..
    grup ismini wilbur smith 'in bi romanindan almis.. romanin ismi opeth degil, ama opeth bu romanda gecen ve ayin ustunde konuslanmis bir kayip sehir.. kitabin ismi the sunbird. bu ismide eski vokalistleri dave teklif etmis ve kabul etmisler..
  • iki kere canlı izleyip ikisinde de beni dumura uğratan grup. ilk kez 2015’te ankara’ya geldiklerinde izlemiştim. çok fazla sevdiğim bir grup olmasa da arkadaşlarla bir etkinlik olsun diye gittiğim konserlerinin çıkışında o zamana kadar izlediğim en iyi canlı performans bu olabilir demiştim. hatta öyle bir coşkuluydum ki grubun mekanı terk etmesine kadar bekleyip mikael akerfeldt ile tanışma şansı bulup kısa da olsa bir sohbet etme şansı bulmuştum kendisiyle.

    ikinci seferinde ise 3 ay önce yaşadığım şehre mastodon ile gelmeleri sonucu izledim. açıkçası bu konsere gitme sebebim tamamen mastodon’du, ancak yanında opeth de var işte mis gibi diyerek aldım bilet. fakat yine bu abiler öyle bir canlı performans sergilediler ki en sevdiğim grupların başında gelen mastodon’dan daha çok hayran kaldım. albüm temizliğinde bir performans, muhteşem vokaller, muhteşem ışık ve ekran kullanımı falan derken yine hayatımda izlediğim en iyi konserlerden birini izletti opeth bana. benim için hiçbir zaman en sevdiğim gruplar listesine tepelerden giremediler belki, ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki izlediğim pek çok yabancı rock/metal grubu içerisinde en iyi canlı performans grubu kesinlikle opeth’tir.
  • ilk kez ankara'da saklıkent konserinde izlemiştim, yıl 2006'ydı. heyecanımı anlatamam. ardından izmir'de ağırladık efsaneyi, 2009'du. bu konsere ait görüntü çok iyi olmasa da kayıtlarım vardı, onları buldum ve kurguda düzenleyerek 16 dk'lık mini bir konser klibi haline getirdim. özellikle orada bulunanlar varsa iyi bir nostalji olacaktır. buyrun!
  • millet bunlara da metallica'ya yaklaştığı gibi yaklaşıyor. biraz değişik bir şeyler yaptılar mı öö görçök öpöth bö döğöl. eski opeth'ten bir şey yok. eski opeth dinlemek istiyorsan aç eski albümleri dinle. adamlar senin sikinin taşşağının keyfine mi müzik icra ediyor. yeri geliyor farklı şeyler denemek istiyorlar. bunu yapınca ne amaca hizmet saldırıyorsun adamlara. metalike hep tıraş olsun demeyeceksin. hep tıraş istiyorsan indir zibil gibi underground thrash metal gruplarını dinle. onun yeri ayrıdır metallica'nın yaptığı ayrıdır. bu entry pale communion ve heritage üzerinden sikko yorumlar yapanlaradır. yıl 2014 olmuş, messhugah gibi beyinler artık bu türden bir şey çıkmaz denilen bir zamanda yeni bir şeyler üretmişler sen hala grubun eski hali şöyleydi şimdiki hali böyleydi tırt pırt.
  • akustik gitari hayvani bir sekilde kullanan grup..
    ayrica super riffler cikartabilen grup..
    ayrica brutal'den clean'e hic zorlanmadan gecen, ve ikisinide super sekilde yapan bir vokale sahip bir grup..
    sarki sureleri cok uzun olmasina ragmen, baymiyan, bayamiyan grup..
    bass'i oldukca iyi kullanan grup..
    ove ove bitirilmiyecek bi grup..
    dinlenilesi grup..
hesabın var mı? giriş yap