• herhalde birçoğumuzun kendini en yakın hissettiği roman karakteridir mösyö meursault. en azından benim öyledir.
    peki neden bazıları bu adamdan ölesiye nefret ederken biz kendimizi ona yakın hisseder ve hatta onda kendimizi görürüz?

    o, annesinin ölümü üzerine onun kaldığı huzurevine gider ve tabutun açılmasını isteyip istemediği kendisine sorulduğunda "hayır" der, biz de bunu diyebilecek kadar "ruhsuz" bir insan olabilmeyi isteriz çoğu zaman.

    biri bizi tamamen iyiniyetle yemeğe davet edip -üstelik bunu kendisine yaptığımız bir iyiliğin karşılığında teklif etmişse- içten içe sevinir, bunu hak ettiğimizi düşünür, hatta "evde yemek yapma zahmetine girmeyeceğimiz" gibi bencil bir düşünceyle mutlu olabiliriz.

    esmer severiz.

    biri bize onu sevip sevmediğimizi sorduğunda ya da "seni seviyorum" dediğinde, içimizden gelmese de "ben de seni" diye cevap verebilme yapaylığını gösterdiğimiz için kendimizden iğrenir de "hayır, bu da nerden çıktı, ne kadar anlamsız bir soru" diye sorabilme cesaretini gösteremediğimiz için hayıflanırız hayatımızda en azından bir kere bile olsa.

    kayıtsız olmaya özeniriz çokça, yalan değil. hiç ilgimiz olmayan bir konuda sırf birinin işi görülsün ya da hayatında istediği bir şey rast gitsin diye "şahit olmayı" kabul edebiliriz belki fırsatını bulsak.

    sonra birden geriye dönüp baktığımızda aklımıza kaybettiğimiz insanlar gelir ama doyuracak bir karnımız, belki ocakta kaynayan bir tenceremiz, besleyecek bir kedimiz, rüzgârdan açılan bir camımız ve içeri dolan yağmur suları dikkatimizi dağıtır da hemen aklımızdan çıkıverir daha geçen gün toprağa gömdüğümüz insanlar. bunun nesi fenadır?

    ya da sadece sabah erken kalkacağımız için onları düşünmeyi kesebiliriz, kesemesek bile kesebilenlere öykünürüz, ayıp değildir bu.

    yaşadığımız hayat kimilerine "çok tuhaf", "çok yalnız", "içine kapanık" gelebilir de bize nedense pek de öyle gelmez ve hayatımızı değiştirmeye çalışanlara karşı hayretle bakıp "ben hâlimden gayet memnunum ki" diyebilmeyi isteriz. onu değiştirmek için bir sebep görmediğimizi söylediğimizde bizleri anlamalarını isteriz, ama çok şey istemiş oluruz genellikle.

    yaptığımız şeylerin büyük bir kısmını aslında kendi istediğimiz için değil de hep başkaları -annemiz, babamız, öğretmenimiz, sevgilimiz, eşimiz, çocuğumuz, kedimiz- istediği için yaptığımızdan mıdır nedendir bilmeyiz, bir saatten sonra yaptıklarımızın bizim için çok da bir şey ifade etmemeye başladığını fark edip kayıtsızlaşırız, bu bizi belki biraz daha açık sözlü yapar ve sevmediklerimize onları sevmediğimizi söyleyebiliriz de onlardan anlayış göremediğimizde yine şaşırırız.

    gün içinde aklımızdan sonsuz kere sonsuz düşünce geçerken hayatın olağan akışı içinde bir vapura binerken gördüğümüz kadının boynundan sarkan eşarbı yıllar geçse de unutamazken bizim için çok önemli olan evimizin kapı numarasını hatırlamayı gereksiz bulabiliriz. bu bizi çok mu kayıtsız yapar ki?

    birileriyle konuşurken sırf lâf olsun ya da sohbet açma sırası size geldiğinde sıranızı savmak istediğiniz için "köpeği hakkında aslında cevabını sizin de bildiğiniz sorular sorma" yolunu seçebilirsiniz. birini dinliyormuş gibi yapmak sohbet açmaktan daha kolay geldiğindendir ki çoğu zaman sıklıkla başımızı sallar ve aslında başka şeyler düşünerek vaktimizi ziyan olmaktan kurtarırız. "yarım yamalak dinlediğimiz bir adamı başımızdan savmak istediğimizde ona hak veriyormuş" gibi yapmak bizi yalancı yaparsa, bundan çekinmeyiz. çünkü biliriz ki bu bizi yalancı yapmaz, sizi sıkıcı yapar.

    biz de kendimizi bomboş hissedebiliriz genellikle. beyaz ten üstünde siyah kıl görmekten iğrenebiliriz ve aklımıza yıllar önce bir vapura binerken gördüğümüz kadının boynundaki eşarbın kırmızısı gelebilir. bir süre önce çok saçma bulduğumuz bir konuyu -evlilik gibi- aradan kısa bir zaman geçtikten sonra ciddi şekilde düşünebilme özgürlüğümüz bizi tutarsız mı yapar, biz bilemeyiz. ama siz daha çok bilemezsiniz.

    birilerine bir şeyleri açıklamak zorunda kalmak çoğu zaman sıkıcı gelir bize, o yüzden yalnızlığı tercih ederiz, çünkü açıklama yapmamız gereken biri varsa bunun bir başkası olması istediğimiz son şeydir. bir tek kendimize açıklama yaparken sıkılmayız çünkü çoğu zaman böyle bir açıklama gerekmediği için kendimizle yaşamayı tercih ederiz, bu çok mu bencil yapar ki bizi?

    hiç olmadık bir yerde ve zamanda sevişme isteği duymamız bizim suçumuz mudur yoksa varoluşumuzdan dolayı içten gelen bir arzunun dışavurumu mudur? "kumdan, beyazlaşmış bir midye kabuğundan ya da bir cam kırığından kılıç gibi bir ışık hüzmesinin her çıkışında çene kemiklerimizin kasılması" çok mu olağandışıdır? bir tek bize olan bir şey, sırf bir tek bize oluyor diye sıradanlığını yitirir mi? bunu kendimize yapılmış bir haksızlık olarak görürüz.

    sevdiklerimizin ölümünü az çok arzu etmişizdir, bu bizi câni mi yapar? daha az insan mı yapar yoksa sadece insan mı?

    konuşma işini, söyleyecek fazla sözü olan insanlara bırakmak bizi neden suskun yapar? şaşarız. söyleyecek şeyimiz yoksa susmayı erdem biliriz, severiz.

    "bizi kuru bir ağacın gövdesine hapsetseler de başımızın üstündeki gök parçasına bakmaktan başka yapacak işimiz olmasa da yavaş yavaş ona alışırız. kuşların geçişlerini, bulutların birbirlerine rastlayışlarını bekleriz, nitekim belki kaderimizin çizildiği bir mahkeme salonunda avukatımızın taktığı acayip renkteki kravatlara takılabilir gözümüz" ya da o kravatın kırmızısını yıllar önce bir vapura binerken gördüğümüz kadının boynundaki eşarbın kırmızısına benzetebiliriz. dışardan baktığınızda gözlerimiz dalmış gibi görünebiliriz size ve fakat o sırada beynimizden geçen düşünceler bir yana kendimizden bahsedildiğini işitmemizle dağılan ilgimizle yorulmaktayızdır.

    "kaderimiz, çoğu zaman bize fikir sorulmadan belirlenmektedir" bize göre ve bunun için kılımızı kıpırdatmayı gereksiz bulabiliriz, buysa bizi kayıtsızlaştıran, kayıtsız olabiliriz. "herkes bilir ki hayat, yaşanmak zahmetine değmeyen bir şeydir. aslında otuz ya da yetmiş yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değilizdir, çünkü her iki durumda da gayet doğal olarak başka erkekler ve başka kadınlar yine yaşayacaklar ve bu binlerce yıl devam edecektir."

    ama yaşamımıza son vermeyiz, size inat yaşarız, çünkü filmin sonunu biz de sizin gibi merak ederiz.

    bunlardır bizi kendimize yabancı yapan.
  • camusun yabancısı tam olarak bir 20. yüzyıl ötekisidir.
    tanrının öldürülmesi ve ahiret inancının ortadan kalkmasıyla bu dünyaya dair anlamların yıkıldığını düşünenler için bir aynadır yabancı.
    mersault, herhangi metafizik bir inanç olmadan da erdemli olunabileceğini göstermektedir. ve erdem toplumsal ahlakın, geleneksel kanıların aksine son derece bireysel bir kavramdır. tam da bu nokta da mersaultun kendine özgü kural ve ahlakı, onun bir baba katili ile aynı kefeye koyulmasına yol açacaktır.
    nitekim baba simgesel olarak geleneğin temsilcisi sayılabilir.
    yabancı geleneğin düşmanı olduğundan idama mahkumdur. ve gelenek, kendi varlığını sürdürebilmek için ihtiyaç duyduğu nice yabancıları mahkum etmiştir.
  • anam ölmüş bugün. belki de dün, bilemiyorum. ihtiyarlar yurdundan bir telgraf aldım: "anneniz vefat etti. yarın kaldırılacak. saygılar." bundan bir şey anlaşılmıyor. bekli de dün öldü.
  • “akşam, marie beni görmeye geldi, kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu. ‘bence bir, ama istersen evleniriz’ dedim. o zaman, kendisini sevip sevmediğimi öğrenmek istedi. bir başka sefer de söylediğim gibi: ‘bunun bir anlamı yok ama, her halde sevmiyorumdur’ diye cevap verdim. bunun hiçbir önemi olmadığını, isterse evlenebileceğimizi söyledim. zaten isteyen kendisiydi, ben sadece evet demekle yetiniyordum. o zaman, marie ‘evlilik ciddi bir şeydir’ dedi. ben de ‘değildir’ diye cevap verdim. bir an sustu, bana sessiz sessiz baktı. sonra yine konuştu: ‘aynı şekilde bağlı olduğun bir başka kadın sana aynı teklifi yapsa kabul eder miydin, onu öğrenmek istiyordum’ dedi. ‘elbette ederdim’ dedim. o zaman ‘ben seni seviyor muyum acaba’ diye sordu. ben de ‘bu hususta hiçbir fikrim yok’ diye cevap verdim. yine sustuktan sonra, ne kadar tuhaf bir adam olduğumu, beni muhakkak ki bunun için sevdiğini, ama belki günün birinde yine aynı sebeplerden benden nefret edebileceğini mırıldandı. bunlara ekleyeceğim bir sözüm olmadığı için susuyordum. gülümseyerek kolumu tuttu, ‘seninle evlenmek istiyorum’ dedi. ben de ‘ne zaman istersen evleniriz’ diye cevap verdim”

    (bkz: meursault)
  • yabanciligin toplumsal bir yaratim oldugunun altini cizer camus.. insanlar tam anlamiyla aslinda 'sekil yapan' varliklardir.. hicbirimiz dogal, yaratilmis halimizle yasamayiz, tirnaklarimizi keser, saclarimizi tarariz kendimize bir anlamda sekil veririz..

    isin asil aci tarafi ise sadece gorunus olarak degil davranis olarak da insanoglu kendi ozunun disinda davranir.. bu noktada id-ego-superego iliskisi gibi bir durumdan degil, normal sartlarda da hayata verdigimiz o sekilden bahsediyorum.. tum bunlarin bizi kendi ozumuzden her seferinde biraz daha uzaklastirmasina ragmen kendimizi buyuk bir hizla toplumun bize her firsatta gosterdigi hayattaki 'cool' olan taraflara dogru cekmeye calisiyoruz..

    meursault bunlari bize carpici bir sekilde adeta bir ayna gibi gosterir.. ilk bakildiginda gercek bi yabancidir, kimsenin beklemedigi cevaplari ve tepkileri verir.. olaylar ve durumlar karsisindaki bakis acisini gozlemlerken sasirirsiniz.. daha da iyisi meursault bunlari bizim bugun gunluk hayatta gordugumuz bazi dallamalar gibi ilgi cekmek icin yapmaz.. gercekten dusundugunu soyler ama, garip ve anlamsizdir bizim icin tum bunlar en basta..

    kitabin ortalarina dogru bu kritik soruyu sormaya baslarsiniz.. asil yabanci meursault mu yoksa kendine yabancilasmis toplumun parcasi olan bizler miyiz? meursault'nun tum davranislarina anlam vermeye calisirken "bi saniye yaa" diyip sonra kendi davranislarimizi sorgulamaya baslariz.. asil yabanci kim.. meursault mu yoksa kendi ozune yabancilasmis toplumun insanlari mi?
  • neyi istediğini bilmeyen fakat neyi istemediğini bilenlerin kitabı.
  • aslında o "toplumu bir kenara atmış yalnız adam" klişesini yaratan karakter değildir yabancı. boşvermişlikten çok anlaşamama durumu vardır. her şeyi boşverip düşünmeden yaşayıp giden bir insan değildir, aksine en ufak hareketinin arkasında bile bir muhakeme vardır. ancak genelde cevabı "farketmez" olan bu muhakeme, meursault'nun soğuk ve korkunç nesnelliği ile yapılmaktadır. bu yüzden toplumla iyi geçinmesi zordur, ancak bunu isteyen meursault değildir. mahalleli, meursault'nun mahallenin sevmediği bir adamla arkadaş olmasını engelleyemez; çünkü yabancı için onların kararı değersizdir, güvenilmezdir; o ancak kendi nesnelliği ile hareket eder. bu da değersizlik duygusundan kaynaklanır: şöyle ki aslında bütün yaşamlar o kadar da değerli değildir, yaşarız ve ölürüz, abartacak bir şey yoktur. böyle bakınca şu adam kötüymüş, bu adam katilmiş, şu kadın şöyle yapmış, beriki böyle yapmış hepsi önemini kaybetmektedir. öyle olsalar da olur, olmasalar da olur. hepsi birdir. ancak toplumun bu adamı kabullenmesi çok zordur. bir arap'ı öldürmüş olabilir, bu o kadar da önemli değildir çünkü böyle sokak kavgalarında ölecek olan insanlar zaten bellidir, böyle serserilerin ölmesi toplum için büyük bir kayıp değildir. ama annesi öldüğünde üzülmeyen dinsiz bir adam için aynı şey söylenemez. bu adam istenmez. toplum onun değerli olup olmadığına annesinin öldüğü zaman sütlü kahve içip içmediğine bakarak karar verirken, o "ne tartışıyorlar bunlar" duygusuna bile kapılmaz çünkü hiç bir şeyin önemi yoktur. o anca buz gibi nesnelliği ile babasını öldüren adam için gelen, gelmişken kendisini de haber yapan gazetecilere teşekkür eder. bu kadar duygudan yoksundur; nefret, aşk, yalan, korku, öfke gibi en öznel, en kuvvetli, insanı insan yapan duygular meursault'nun değersizlik inancı ile yok olmuştur onun için. alıştıktan sonra duygulara gerek yoktur belki de. her şeye alışabildikten sonra tutkuya niye ihtiyacı olsun ki insanın? alışkanlıkların toplamı, hatta kendisi de bir alışkanlık olan yaşam değersizdir. ölüm bile değersizdir, ha şimdi gelmiş, ha yirmi yıl sonra, onun için birdir.

    "'hiç mi umudunuz yok, ölüp bütün bütün yok olacağınız düşüncesiyle mi yaşıyorsunuz?' diye sorduğu zaman sesi de titremedi. bu sorusuna 'evet,' diye karşılık verdim. bunun üzerine başını önüne eğdi ve yine oturdu. 'size acıyorum,' dedi. ona göre, bu, bir insan için dayanılması olanaksız bir şeydi. bense yalnız canımı sıkmaya başladığını hissettim."
  • fransız albert camus'un yabancı isimli kitabı..

    bir olayı anlamayıp, yabancı kaldığımızda, “kusura bakmayın ben konuya fransız kaldım”diyoruz ya, işte yazarın fransız olmasından sebep..

    bu bilgiyi ne ilber hoca verir ne tarihin arka odasındaki murat bardakçı.. pelin verebilir itirazım yok.. azıcık kıymet bilin olum..

    bu bilgiye itirazı olan da yazsın.. yalansa yalan, diyin.. otisabi'den, immanuel tolstoyevski'ye kadar tüm sözlük fenomenleriyle ve bilgi içerikli yazan yazarlarla tartışmaya açığım..

    yıllarca kuru bilgi verdiniz insanlara.. oysa hiç aklınıza gelmedi ki, bilgi isteyene verilir.. bilgiye ihtiyaç duyan, ona emek verir ve bir şekilde ulaşır.. istemeyene bilgiler vererek, sadece kendinizi tatmin ediyordunuz..

    zamanında da yazmıştım, o yüzden, paket hayatlar yaşadınız, anlam arayışı yüzünden nepal'e çıktınız, fularsız entellik gibi podcastlere sığındınız.. çünkü amaç bilgi vermek değildi, tatmin olmaktı.. bu da tatmin etmedi di mi..

    eğer çıkıp böyle komik bilgiler verseydiniz, biz anlardık ki, bu adamlar bi şeyler biliyo ve anlatmak istiyor.. o zaman size sorardık, bize o kitabın asıl mevzusunu söyle, neyini beğendini anlat, en sevdiğin alıntı ne derdik.. bilginizi değil sizi tanımaya çalışırdık..

    siz de yalnız olmadığınızı anlar, sizi birilerinin gördüğünü bilir, tatmin olurdunuz..

    istemeyenlerin o kuru bilgilere emeksizce ulaşmasını sağladığınız sürece, kaosunuz devam edecek..

    bilgi vermeyin demiyorum.. bilgiyi ulu orta saçmak hoş değil.. üstü örtülü bir şekilde sahip olduğunuzu hissettirseydiniz de, buna sadece merakı olanlar size yazıp, asıl bilgiye ulaşsaydı.. o zaman belki bilginin de emeğin de kıymeti daha iyi bilinirdi, her şey bu kadar anlamsızlaşmazdı..

    işte oğuz atay gibi yazarlar bilgi vermezdi aslında.. bilginin mizahını yapardı.. isterdi ki, o mizahın altındaki adamı tanıyalım ve gerçek fikirlerini, bilgileri soralım..

    tutunamayanlar'da selim ışık diyor ya; ben sizi görmeye gelirdim turgut, siz ise mobilyaları gösterirdiniz.. mobilyadan kastı bilgi..

    işte tıpkı bu durum gibi, mobilya yerine bilgilerini gösteriyor insanlar.. oysa biz sadece insanları tanımak istemiştik.. bilgilerini değil.. o işin süsü..

    bilgilerinizden arınıp, kendinizi açmaya başladığınızda tekrar konuşalım.. şems'ten siddartha'ya kadar, bilgelikten, psikoloji terapilerine kadar hep bu konu işleniyor aslında..

    çıplak olmaktan utanmayın.. ki zaten merak etmeyin, bizim sizi soyasımız varsa, psikolojik olarak zaten çırılçıplak hissedersiniz.. bedenen de kendiniz soyunursunuz.. insan çıplak doğdu, çıplak ölüyor.. bu kadar psikolojik örtüler serpiştirmenize, kendinizi gizlemenize gerek yok sayın insanlar..

    tuğçe anısına yazıldı..
  • --- spoiler ---
    mersault'un fellahı öldürmeden evvel sıcaktan bunalmasını ve güneşten gözlerinin kamaşmasını anlatan kısım insanın gerçekten gözlerini kamaştıracak kadar kusursuz betimlenmiştir...
    --- spoiler ---
  • anlatiminin yer yer gercekciligin tepe noktalarinda gezindigi romandir. o kavurucu sicak sizi de bogacak gibi olur, adamin degil sizin beyniniz piser.
hesabın var mı? giriş yap