• ''...sessizlerin, anlatmayı bilmeyenlerin, kendini dinletemeyenlerin, önemli gözükmeyenlerin, dilsizlerin, o iyi cevabı hep olaydan sonra evde düşünenlerin insanların hikayelerini merak etmediği o kişilerin yüzleri diğerlerinden daha dolu değil mi? ... ''
  • pamuk hazretlerinin mezkur kitabının içinden bir kitap çıkabilecek derinlikteki bölümünün adı. şimdiye kadar defalarca rastladığım ama adını bir türlü koyamadığım halin/durumun/olayın tam karşılığı. kendisinin yeni hayat'ta da -yeni hayat bence pamuk kitaplarının şahikasıdır- buna benzer pek çok teşhisi var. işin kötü yani varoluşa mahkum edilmiş insan evladının gözden kaçan ruh hali yansımalarını bu kadar güzel fark edip aynı güzellikte tasvir eden bir yazarın uyduruk siyasi tartışmalara kurban edilmesi. bir de intihal geyikleri var ki kara kitap okunursa eğer bunlara cevabın bizzat yazar tarafından verildiği görülecektir.
  • kara kitap'ın en güzel bölümü...
  • hikaye anlatamayanların hikayeleri de vardır, pek de çoktur üstelik…
    ne sandınız??? öyle susmuşlar, şöyle durmuşlar, böyle bulmuşların da çok hikâyeleri hikâyecikleri var. anlatanlardan da güzel, anlata anlata anlayanları çatlatanlardan da yaşanası. ama anlatılmamış çünkü anlatılamamış. anlattırılmamış belki.

    hani yolda yürürken öyle karşıdan gelen insanlar var ya. bak bakalım yüzlerine şöyle ne demek istediklerini anlamak istercesine. işte o zaman binlerce ses duyacaksın, binlerce hayat binlerce evlat acısı, binlerce gönül sancısı…

    her kırışık, kaç tecrübeye borçlu kendini. boyalarla gizlenmiş her ak tel "kaç vazgeçilmişliğin" eseri bilen var mı? yok… neden? anlatmadılar da ondan. dinlemedik de ondan…

    ah o camlardan bakarken düşünülmüş hikâyeler, sadeliğini sahibinin hayatından almış.

    hep kötü “dün”ler, güzel “yarın”dan çalmış. yaşanmışların bıraktığı kekremsi, boğaz boğumlatan yutkunma zorlukları, yeni başlangıçlara hep korkulan yabancı gözü ile baktırmıştır.

    camdan uzaklara bakarken ya trafiğin uğultusu, ya dumanların bacalardan çıkar çıkmaz çatılardan özensiz savruluşu ya da bulutların bu kadar hızlı yer değiştirdiğinin şaşkınlığı bir şekilde kendine daldırır insanı. hep mi böyleydi de ben mi görmedim dedirtir insana. gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmak gibi bir şey.

    "insanın bilip bulabileceği en derin deniz ta kendisidir dalsa da dalmasa da". dalıp gördüğü güzellikler ile karanlıkları tarif edebilenlere de ne mutlu…
  • orhan pamuk'u neden bu kadar seviyorsun sorusuna verilebilecek en güzel cevap.
    tam metni şu şekildedir:

    --- spoiler ---

    "evet! (dedi keyiflenen okuyucu) işte bu zekice, işte bu deha; işte bunu anlıyor ve hayran oluyorum buna. tam ayın şeyi ben de yüzlerce kere düşünmüştüm.'' başka deyişle, bu adam bana kendi zekâmı hatırlattı ve bu yüzden ona hayranlık duyuyorum." coleridge

    hayır, biz farkına bile varmadan bütün hayatımızın içine gömüldüğü esrarı deşifre eden en önemli yazım şam, kahire ve istanbul haritaları arasındaki inanılmaz benzerlikleri ortaya koyduğum on altı yıl dört ay önceki incelemem değildir. (isteyenler darb-el müstakim, bizim kapalıçarşı ve halili hanının şehrin içinde birer mim gibi duruşu ve bu mimlerin hangi yüzü hatırlattığını o yazımdan öğrenebilirler.) hayır, bir zamanlar gene aynı cinsten bir heyecanla kaleme sarılarak anlattığım, zavallı şeyh mahmut'un, tarikatının sırlarını bir frenk casusuna ölümsüzlük karşılığında satıp, sonra pişman olmasının iki yüz yirmi yıllık hikâyesi de değildir en 'en anlamlı' hikâyem. (şeyhin, kendi yerine geçerek, kendi ölümsüzlüğünü yüklenecek bir fedai bulabilmek için, savaş meydanlarında kanlar içinde can çekişen cengâverleri nasıl kandırmaya çalıştığını öğrenmek isteyenler, o yazımdan okuyabilirler.)

    bir zamanlar sözünü ettiğim beyoğlu haydutlarının, hafızasını kaybeden şairlerin, sihirbazların, çift kimlikli şarkıcı kadınların, iflah olmaz âşıkların hikâyelerini hatırladıkça, bugün en önemli gördüğüm konuyu hep atladığımı, ıska geçtiğimi ya da tuhaf bir tutuklukla konunun çevresinde dolaştığımı anlıyorum. ama yalnız ben değilim ki bunu yapan! otuz yıldır yazıyorum, yazdığım kadar olmasa bile, ona yakın zamanı okumaya verdim; ne doğu'dan ne batı'dan bir yazarın şimdi anlatacağım gerçeğe dikkat çektiğini gördüm hiç. şimdi, şu yazacaklarımı okudukça, anlattığım yüzleri bir bir gözünüzün önüne getirin lütfen. (zaten okumak yazarın harflerle anlattığı şeyleri aklın sessiz sinemasında bir bir resimlendirmekten başka nedir ki?)

    aklınızın beyaz perdesinde doğu anadolu şehirlerinin birinde bir attar dükkânı canlandırın. havanın erkenden karardığı soğuk kış öğleden sonrasında, çarşıda pek bir hareket olmadığı için, dükkânını çırağa bırakan karşı berber, emekli bir ihtiyar, berberin küçük kardeşi ve oraya alışverişten çok, ahbaplık için gelen mahalleden bir müşteri, attarın dükkânında sobanın çevresinde toplanmışlar, gevezelik ediyorlar. askerlik anılarını anlatıyorlar, gazeteler karıştırılıyor, dedikodu ediliyor, arada bir gülüşülüyor da; ama en az anlattığı, kendini en az dinletebildiği için, huzursuz olan biri var aralarında: berberin kardeşi. onun da ötekiler gibi anlatacak hikâyeleri, şakaları var aklında; ama o kadar istemesine rağmen, anlatmayı, hikâye etmeyi, parlak olabilmeyi bilmiyor. bütün öğleden sonra, bir kere olsun bir hikâye anlatmaya kalktığında öbürleri, farkına bile varmadan, onun sözünü kesiyorlar. şimdi, sözü kesildiği, hikâyesi yarıda kaldığı zaman berberin kardeşinin yüzünün aldığı ifadeyi gözünüzün önüne getirin lütfen.

    batılılaşmış, ama pek de öyle zenginleşememiş istanbullu bir doktor ailesinin evinde yapılan bir nişan törenini düşünün lütfen: evi bütünüyle işgal eden konuklardan bir kısmı, nişanlanan kızın odasında, üzerine paltolar yığılmış yatağın çevresinde bir ara, gelişigüzel toplanıyorlar. güzel ve sevimli bir genç kızla ona ilgi duyan iki erkek de var aralarında: biri öyle pek yakışıklı ya da fazla akıllı da değil, ama girgin ve geveze. bu yüzden, odadaki amcalarla birlikte güzel kız da onun hikâyelerini dinliyor, ona dikkat ediyor. geveze delikanlıdan daha akıllı ve duyarlı, ama kendisini dinletebilmeyi bilmeyen öteki delikanlının yüzünü düşünün şimdi lütfen.

    şimdi de, ikişer yıl arayla, üçü de evlenmiş ve en küçüklerinin evliliğinden iki ay sonra, annelerinin evinde toplanmış üç kız-kardeş düşünün lütfen. içinde kocaman bir duvar saatinin tiktaklarının işitildiği ve kafesinde sabırsız bir kanaryanın tıkırdadığı orta halli bir tüccar ailesinin evinde, kış öğleden sonrasının kurşuni ışığında çay içerlerken, her zaman neşeli her zaman konuşkan en küçük kızkardeş, iki aylık evlilik deneyimini öyle bir anlatıyor, kimi durumları, gülünç olayları öyle bir hikâye ediyor ki, bu durumları yıllardır yaşamasına rağmen, en büyük ve en güzel abla, belki kendi hayatında, belki kendi kocasında bir eksiklik olduğunu düşünüyor hüzünle.

    şimdi de, bu hüzünlü yüzü gözlerinizin önüne getirin lütfen! düşündünüz mü? hepsi tuhaf bir şekilde birbirlerine benzemiyor mu bu yüzlerin? bu kişileri tıpkı derinden derine birbirlerine bağlayan o görünmez bağ gibi, yüzlerini de birbirine benzeten bir şey yok mu sizce? sessizlerin, anlatmayı bilmeyenlerin, kendini dinletemeyenlerin, önemli gözükmeyenlerin, dilsizlerin, o iyi cevabı hep olaydan sonra evde düşünenlerin, insanların hikâyelerini merak etmediği o kişilerin yüzleri diğerlerinden daha anlamlı, daha dolu değil mi? sanki anlatamadıkları hikâyelerin harfleriyle kaynaşıyor bu yüzler, sanki sessizliğin, ezikliğin, hatta yenilginin işaretleri var onlarda. kendi yüzünüzü de düşünmüştünüz değil mi bu yüzlerin içinde?

    ne kadar kalabalığız hepimiz, ne kadar acıklıyız hepimiz; ne kadar çaresiziz çoğumuz! ama sizleri gene kandırmak istemem: ben sizlerden biri değilim. eline kâğıt kalem alıp bir şeyler döktürebilen, bu döktürdüklerini de başkalarına iyi kötü okutabilen kişi, biraz olsun kurtulmuş sayılır bu hastalıktan. işte bunun için, belki de bu en önemli insanlık durumundan hakkıyla söz edebilen bir yazara rast gelmedim hiç. artık elime kalemi her alışımda yalnızca bir tek konu olduğunu anlıyorum: yüzlerimizin gizli şiirine, bakışlarımızın korkunç esrarına girmeye çalışacağım artık, hazırlanın.

    --- spoiler ---
  • - dünyayı sevgiye boğmuşlar, gökten üç elma düşmüş, birini sen yemişsin. (gülüşmeler)
    + bitti mi, başka da anlat.
    - seviyor musun?
    + deli misin?
    - bugünlük bu kadar yeter.
    + hiç bıkmadan ne kadar anlatabilirsin bana bu hikayelerden?
    - sen elimi bırakana kadar anlatabilirim.
    + ölene kadar?
    - öyle mi diyorsun?
    + deli misin?
    - öyle diyorlar.

    ....

    böyle bir diyalogtan yaklaşık bir sene sonra tüm hikayeler biter. ama hikaye anlatamayanların hikayesi ölene kadar devam eder. duvara anlatırsın, kağıda, kaleme dert yanarsın, suya fısıldarsın terli rüyaların ardından... evrile evrile, kendi kendine anlatmaya kadar gider sanırım. ben terli rüya evresindeyim.

    haber ederim sana.
  • kara kitap'ın en can alıcı bölümü.
    başlığı görür görmez müthiş bir bölüm okuyacağımı anlamıştım zaten. duygularıma tercüman olacağı da belliydi. (bir epigrafı ilk defa bu kadar anlamlı buldum.) beni bana öyle bir anlatmış ki, hem tebessüm ettim hem üzüldüm.
    bu konuya değinen bir yazar görmemiştim ama ''herhalde ben bulamıyorum.'' diyip geçmiştim. meğer orhan pamuk da bulamamış. demek ki yok.
    not: başlığı görür görmez bölümün kaç sayfa olduğuna baktım. üç sayfa olduğunu görünce üzüldüm ama üç sayfaya her şeyi sığdırmış. kendisine can-ı gönülden teşekkür ediyorum.
  • az önce aklıma geldi de, hakkında şu bakınızı vermeyi uygun gördüm.
    (bkz: l'esprit de l'escalier)
  • kara kitapın hem "yüz" sevdalısı özüne uygun hem de tutunamayanlar daki selim ışık kaybolmuşluğunu hatırlattığından, en berrak, en çarpıcı bölümlerinden biri...
  • orta yaşlarda kişilerden mütevellit bir grup, büyükçe bir terasta özenle hazırlanmış masanın çevresinde oturmuş, birbirinden güzel yiyecekleri yemişler, çay eşliğinde sohbet ediyorlardı. aralarında bir tanesi sessizce dinlemekle yetiniyor, lafa pek az karışıyor, yorumda fazlalığa kaçmaktan özellikle imtina ediyordu.

    herkes hikayesinden anlatıyordu bir parça. geçmişe dalıp gittiler. anılar, hikayeler, yaşanmışlıklar, dönülen o zamanların şimdi'ye taşınan hararet ve heyecanı..

    o sessiz kişi, anlatılanların geçmiş formunu, gerçek akış ve etkilerini iyi bilen, istese de unutamayan biriydi. gayet negatif etkilerini hissettiği olaylar güzel şeylermiş gibi anlatılınca yalnızlığının koyulaştığını, bakış açısının ne menem şey olduğunu düşündü. onun iç dünyasına, dünya görüşüne göre mantık dışı, haksız, huzur bozucu olan şeyler; konuşan ve olayların tarafı olan başkalarınca "iyi ki.." etiketiyle anıldıkça; kimsenin kendisine bakmadığından emin, hemen başının üzerinde camsız, çıplak duran gökyüzüne dikti gözlerini. kimse görmedi ama o gülümsüyordu. alay yoktu gülümsemesinde. herkesi anlıyordu. lanet gibi bir şeydi bu ona göre. kızmıyordu o hikayenin berbat olmasında epey payı olan ve güzel bir şey yapmış gibi anlatabilen kişiye. "onun yaşadığı hayat, içinde şekillendiği aile, önüne konulan çok sınırlı seçenekler, ona da yapılan haksızlıklar algısını bu kadarla sınırlamış olmalı. dokunma ve bozma yapay huzurunu. bırak, iyi(imiş) gibi hissetmeyi sürdürsün. belki elinde başka bir şey yoktur" diyordu içinden.

    susmayı sürdürdü.

    biliyordu; insanlar "haklı çıkmayı" önemserdi. bunun uğruna yaşlarını, mesleklerini, medeni durumlarını, ebeveynliklerini, ilişkilerini kullanmaktan çekinmezlerdi.

    oysa akla, mantığa uyanın, hakça olanın ne olduğunu bulmak; zorluğunun yanında daha isabetli, daha huzur vericiydi. "doğru" sana, bana, ona göre esnetilmemeliydi. zorluğu ise doğrunun bulunamaz yerlerde saklanıyor oluşundan kaynaklanmıyordu. hep açıkça ortadaydı o. sherlock holmes maceralarında geçen o meşhur sözü doğrular gibi; ortadaydı ve görülmüyordu.

    zor olan kısım egoyu, insanın hamlığından gelen o ilkel savaşma dürtüsünü yenebilmesiydi. "ben"i kayırmamak, kendi dahil herkese eşit mesafede durabilmekti.

    kafasında tüm bu sohbet dönerken susuyordu. suç yoktu yine. suçlu da yoktu ve herkes memnun görünüyordu.

    insanları bırakıp yıldızlara baktı bir köşede. daha güzeldiler.
hesabın var mı? giriş yap