• hikayelerin hayalkırıklıklarının kulbudur.

    tutmanız zaman alır, kabullenmenizde. en azından benim hikayelerimde öyle. ne hayatın ne vapurların garip hatta hüzünlü gelmedikleri zamanlardı. dünyanın en hüzünlü nesnesinin vapur olduğunu düşünmem belki o zamandan kalan bir sızıdan kaynaklanmıştı. kim bilebilir?
    94 yılının herhangi bir sabahı idi. tabi o anda sıradan gelmişti. ne kadar farklı olacağı zamanla görülecekti. sevgili ile önceki akşamdan sabah konuşup randevulaşmak üzere ayrılmıştık. cep telefonu yok. akşam vakti kızı evden aramak tekin iş değil o zamanlar. mecbur ertesi sabah beklenirdi. kızın babası işe gider öğlene doğru telefonunuz çalar, merhaba ve akabinde ki hatır faslından sonra;
    "iskelede buluşalım, ben hazırlanıp çıkıyorum" cümlesi tüm hafta beklediğiniz cümledir. kaç kere duymuşsunuzdur kimbilir ama hala heyecanınız tazedir.
    tamam "ben de hazırlanıyorum" şeklinde diyaloglardan sonra telefonlar kapanır. hayır ne bileyim o telefonlarla birlikte bir aşkın kapılarınında kapandığını.
    istanbul'u bilenler için söylüyorum ben inönü stadı'nın denize bakan kısmında o şükrü saraçoğlu'nun boğaya bakan kısmında;
    ben avrupa o anadolu yakasında;
    ben heyecanda , o telaşta ; buluşmak için hazırlıklanıyoruz.
    ve karşılıklı olarak yola düşülür.

    yalnız sorun burada başlıyor;
    daha doğrusu biz bunun sorun olduğunu daha sonra anlıyoruz. randevunun kilit noktasının “seni özledim” “sarılalım kalalım öyle” gibi özlem dağlayan cümlelerde yattığını sanardık. halbuki bazen hangi iskelede buluşacağınızı belirtmek çok daha can alıcı olabilirmiş. en azından canınızı acıtmazmış.
    ben beşiktaş'ta iskelenin önünde , o ise kadıköy'de iskelenin önünde bekliyor.
    ben bekliyorum, vapurlar geliyor gidiyor , insanlar iniyor biniyor, çaylar sürekli bitiyor. ancak beklenen bir türlü gelmiyor.
    endişeler başlıyor, "ya birşey olduysa"lar, "ne yaparım"lar . mantıklı çözüm aranıyor, sonunda düşünülüp belki evdedir diye ankesörlü telefondan evi aranıyor, tam 3. vapurdan sonra.
    "annesi izin vermemiştir" diye dudak titreterek söylenmeler arasında, "yoksa gelirdi" serzenişiyle.
    ancak evde de olmadığı öğreniliyor.
    sessizce dönülüyor saatler sonra , kızgınlıkla , endişeyle.
    tam 7 vapur bekledim ben o gün.
    karşı kıyıda belkide benden daha kırgın 5 vapur bekleyen birinin varlığından habersiz.

    1 hafta sonra sinirim geçince aradım onu , o daha sinirli açtı telefonu;
    orada anladık işin aslını.
    güldük gülüştük.
    gene barıştık
    sonra gene bitti.

    yıllar geçti telefonlarımız vardı artık.
    aynı iskelede buluştuk gene .
    gene başladı ,gene bitti.

    yıllar gene geçti. 2 sene önce düğün davetiyesi geldi elime.

    tebessüm ettim ve düşündüm yıllar öncesi aklıma geldi.
    bir sevgilinin telaşı yaklaşık 1 paket kısa camela denk geliyordu.
    istem dışı dedim ki;
    hayat ne tuhaf vapurlar filan.
  • bir martının ağzından:

    şimdi yüzüyor vapur karşıya geçiyor. yarılıyor deniz kendinden geçiyor. bakıyor gözlerim bir balık arıyor. bizim mahalle aşağısı, sonsuz ve mavi mahalle ve fakat şu çatılara çıkıyorum arada.. kiremitler arasına konduğum zaman dehşete kapılıyorum. heyyy durrr!! ulan ben allahın martısıyım. beni yazan, hey sen! hiç düşünmüyor musun ben bunları nasıl dile getiririm? nasıl yazıyorsun ulan bunları benim ağzımdan. sen deli misin? beynimin ağırlığı ne ki? ey sen, sevgisini belediye otobüslerine kazıyacak kadar zavallı adam. ulan ben seni uçuramam. oysa sen benim için neler düşündürüyorsun. bırak kanatlarım kendi bildiği gibi uçsun. oysa simit atsan bana, şu karaköy vapurunda ne güzel doyardı karnım. şimdi beni çıkmaz sokaklara dalan düşüncelerine alet ediyorsun. ben allahın martısıyım. üstelik bana en uzak tutkularını getirmişsin. cins misin nesin? yanaşacak birazdan vapur. hadi sende aklını demirle mantığa. delirtme beni. saçlarını da arkaya tara. böyle iyi olmuyor benden söylemesi.

    yahu, hayat ne tuhaf vapurlar filan..
    ne olur arkadaşım ne olur,
    hadi artık.. bırak beni gayrı uçam....
  • tuvalete giriyorsun, daha 20 saniye önce bedeninde dolanan bir şeye tiksintiyle bakıyorsun. sanki senden çıkmamış gibi.
    dokun deseler, dokunamazsın. koklamaya bile tahammülün yok.
    oysa tüm gün beraber sokaklarda dolaşmıştın onunla. büfeden beraber dürüm kapıp, köşede beraber yemiştiniz. evden çıkarken, bir önceki gece uyurken de yanında ve hatta içinde o vardı. ama şimdi...
    bok.

    tükürdüğünü yalayabilir misin mesela?
    ben yalayamam. ağzımdan çıktığı an benden yabancılaşır çünkü o.
    pisliktir. anca metafora malzeme olur, bi şerefsizin yüzüne tükürürsün sözde.
    o kadar.

    burnundayken iyi de, çıkınca niye tatak?
    barsaktayken gaz da, çıkınca niye osuruk?

    insan bu kadar mı yabancılaşır kendine? kendi ürettiği bir şeye yıldızlardan bu kadar mı uzak olur?

    insan kendiyle yüzleşmeli önce. hayat ne tuhaf vapurlar filan...
  • sırf deniz var diye mutlu olunan şehirler vardır ve burada yaşayan gönül adamları. işte onlar deniz kenarında ağlayan birini gördüklerinde elle tutulur, gözle görülür bir gerekçe olmasa bile bu cümleyi söylerler. sahi siz hiç çirkin bir vapur gördünüz mü?
  • cenk erdemin en son gosterilerinin adi...
  • bir atasözü.
  • is, güc, ugras seklinde gecen günlerin birbiri ardina gelmelerinden kelli beyni pörtlemesi yasayan ben, bu duygukar icindeyken kendimden gecip "hayat nedir ki, kaktüs nedir ki?" gibi derin mevzulara dalip* kendime geldigimde nerde oldugumu, nereye gittigimi, ne yapacagimi bile hatirlayamadigim durumdur.
  • aşık olunca ağızdan dökülen öbeklerden yalnızca biri.
hesabın var mı? giriş yap