• mevlana'nın aşağıdaki sözüne mevzu bahistir:

    "onun söyledikleri bizim söylediklerimiz yanında çok hafif kalır; fakat biz sır tutmasını bildik ve kurtulduk."
  • "cehennem, acı çektiğimiz yer değildir;
    acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir.."
  • hallacı mansur iran horasının yakınlarında bayza da doğan büyük düşünürüdür. islam üzerine felsefi öğreti geliştiren ve bu yolda canını veren ilk kurbandır. zamansız ve mekansızım ilahi gerçeğim diyerek islam’ın özünde varolan tanrı inancını dile getirdiğini söylemiştir. gittiği her yerde müslümanlığı anlatmış ve birçok insana islamiyet’i kendi öğretileri ile dile getirmiştir.daha çok küçük yaşlarda kuranı ezberleyip üzerine tefsirler yapan yani kuran ayetlerinin ne anlatmak istediğini irdeleyen mansur kafasındaki sorular bu yaşlarda başlamıştır.kendi yaşadığı yerin insanlarının önceki dini zerdüştlük idi ve onları da öğrenmekten çekinmedi. daha sonra ilerleyen yaşlarında merak ettiği inançları bu inançların yaşandığı yerleri gezerek araştırdı ve oralarda bir süre o inançların alimleri ile oturup tartıştı ve onların neden bu dine inandıklarını yaşadıkları coğrafyalar ve çevrelerindeki diğer inançlar ile ilişkilendirdi.

    hindistan yolculuğunda oradaki hindu rahipleri dinledi ve onların inancındaki güzellikleri de buldu. daha sonra ilmini yükseltmek için gittiği basra, bağdat ve semerkant ziyaretlerinde ve daha birçok gezisinde inançların ortaklıklarını görmeye başladı ve demek ki bizim gibi inanan başka insanlar da var ki bu insanlar başka dinlere mensup o halde din kavramı başka şekilde ele alınmalıydı

    mansur yunanlı düşünürlerin kitaplarını da okumuş, maddecileri de incelemiş, ateşe tapanları, iyilik ve kötülük tanrısına inananları düşünmüş ve islamiyet ile yoğrulan kendi hayata bakışını bir kez daha gözden geçirmesini bilmiştir.

    kendisine hocalık yapan amr,sahl ve cüneyd den çok şey öğrenmiş ancak bir süre sonra onlarla fikir ayrılığına düşmüştür. örneğin sahl ona ilahi gerçeğin insanlara çok uzak olduğunu söylediğinde bu ona inandırıcı gelmemişti ve yıllardır kafasında biriktirdiklerini öğrencilerinin yanında hocasına haykırmıştı. en el hak diye bağırdı, ilahi gerçek insanın içindedir tabii ki de insan ilahi gerçeğe ulaşabilir. yeter ki insan dışındaki maddi kabuğu kırsın ve içindeki ışığı yakalayabilsin.

    mansur, abbasi halifesinin annesini tedavi ettiğinde şarlatanlık ile suçlandı ve aslında yaptığı sadece kadının inancındaki eksiklikleri kendi mantıksal çözümlemeleri ile gidermek ve kendi doğru bildiği yolu ona göstermekti.

    zamansız ve mekansızım

    ne demek ti bu söz. mansuram ilahi gerçeğem, zamansız ve mekansızam. bunun açıklaması şu şekilde yapılabilir. mansur gerçeğin ne olduğu sorusuna cevap arayıp durdu: ve okuduğu kaynaklar ona gerçek hakkında ip uçları veriyordu elbette ama onun vardığı sonuç buydu zamansızlık ve mekansızlık.

    gerçek denilen şey örneğin maddeciler için gözle görülebilen şeylerdi. ama nasıl olabilir ki bir şeyin gözle görülmesi onu gerçek yapsın bu çok basit bir yaklaşım değil miydi?bugün bağdat’ta dile getirilen gerçek nasıl olurda hindistan’da başka türlü anlaşılabilirdi.ya da yüz sene evvel gerçek denilen şey zamanla gerçekliğini yitirdi ise buna nasıl gerçek diyebilirdik bu bir yanılsama olmaz mıydı? işte bu yüzden mansur zamansız ve mekansızım demiştir. yani zamandan ve mekandan muaf gerçeğim demiştir. ya da ancak zamandan ve mekandan muaf olan gerçek ilahi gerçekti ve sır burada gizliydi ve insan buna kendini geliştirerek içindeki tanrıyı bularak ulaşabilirdi. bu yüzdendir ki en el hak diye bağırmıştır. sokaklarda raks etmiştir ben tanrıyım nidaları ile görenlerden kimileri ona deli demiştir. bu arada da konuşmaları ve vaazları çok dinlenen biri olan mansur halifenin gözüne batmaya başlamıştır. annesini iyileştirmek bile halifenin gazabından mansuru kurtaramamıştır.

    mahkemede ölüm cezası ile yargılanırken kayınpederi bile ondan şikayetçi olmuştur: o tanrı ile birleşiyor demiş ve onu sapıklık ile suçlamıştır. o da şu cevabı verir “ tabii ki de öyle söyler o kızını düşünüyor, tanrı ile birleşmek iki insanın bir kadın ile bir erkeğin birleşmesi gibi değildir. erkek ve kadın birleşip ayrıldıklarında eski bedenlerine tekrar kavuşurlar. yani kadın gene kadın, erkek gene erkek olur, kadın erkekten erkek de kadından bir parça taşımaz ama tanrı ile birleşmek boş bir bardağının su ile dolması gibidir. benim ruhum boş bir su bardağı ve içime dolan suda tanrıdır. bu birleşmeden sonra bir daha ayrılma olmaz ben içimi onunla dolduruyorum. ve bardak tek başına gerçek değildir. bardağın bulunuş nedeni içine su dolmasıdır.( bu düşüncede descartes ın düşünüyorum öyleyse varım felsefesinin yüzyıllar evvel söylenmiş hali gibidir.

    hallaci mansur ve anadoludaki tasavvufçulari etkileyişi

    hallacı mansur semerkant ta kaldığı sırada burada türkler ile tanışma fırsatı buldu ve onların inancı olan manie tu inancını öğrendi. bu inanca göre iki tane tanrı vardı bunlar iyilik ve kötülük tanrısı idi. oysa masura göre tanrı kötü olamazdı. insanın kendi içine yapacağı yolculuk iyiliğe yapacağı yolculuk sayılırdı. ve daha sonraları bağdat’ta döndüğünde de bu insanlar ile yazışmaya devam etti.zaten türklerin o zaman kullandığı dili ve alfabeyi öğrenmiş onlar ile o dilde yazışmıştı ki kendisine mahkemede bu yüzden “sen bizim bilmediğimiz bir dilde mektuplar yazıyorsun, şeytanlarla yazışıyorsun diye cahilce suçlanmıştır. tahminimce buradaki türklere gönderilen bu mektuplar türklerin müslümanlaşmasında ve daha sonra horasan erenlerinin anadolu’ya gelmesi ile hallacı mansur un en el hak deyişinin anadolu’da seyyid nesimi tarafından de dile getirilmesi ve hatta yunus emre hacı bektaşi veli ve mevlana gibi tasavvuf büyüklerinin mansur ile benzeri öğretileri söylemiş olmaları da bu yüzden tesadüf değildir.

    mevlananın dediği gibi, mansur bu yolun tozlarını kirpikleri ile süpürmüştür.
  • "kainatta hiçbir varlık
    aynı an'da
    zamanı ve mekanı paylaşamıyor.
    o'nun katında sadece an varsa
    iki varlıktan söz edilebilir mi?
    hala neden ben/ neden sen?
    daima hayy!"
  • "kabe, mekke'de değil, insanın kendisinde, kalbindedir." diyen büyük şahsiyet...
  • mansur el-hallac , şöyle dedi :
    belirli ad, belirsiz ada ilişkin anlayışın içindedir. belirsizlik, ermişin işaretidir, bilgisizlik de onun yöntemi.
    gizemin dışa vuruşu, anlayışlardan uzaktır, ama onlara döner. ermiş, nasıl tanır o’nu mademki “nasıl” yok? nerede tanıdı o’nu, madem ki böyle bir “yer” yok ? nasıl ulaştı o’na ; birlik kavramı yoksa ? nasıl ayrıldı o’ndan ; ayrılık yoksa ? katıksız belirlilik, sınırlı ya da kısa ömürlü bir amaç olamaz ; onun, sürdürülmeye gereksinimi yoktur, yok edilmeye de.

    gizem, öte kavramının ötesindedir ; uzamsal sınırın ötesinde, niyetin ötesinde, alışılmış yöntemlerin ötesinde ve algının ötesindedir.çünkü bunların tümü , varlıktan önce ortaya çıkmazlar ve bir yer içinde var olurlar. o, varoluştan hiç uzak-laşmamıştır ; nicelikten nedenlerden ve sonuçlardan önce vardı, ve var. öyleyse bu nicelikler o’nu nasıl içerebilir, ya da sınırlar o’nu nasıl kuşatabilir ?

    kimisi der ki : “ ben tanrı’yı, o’ndan yoksunluğumla bilirim.” o’ndan yoksun olanlar, o’nun sürekli varlığını nasıl bilebilir ?

    kimisi şöyle der : “ ben o’nu kendisine ilişkin bilgi yokluğumla biliri.” bilgi yokluğu, yalnızca bir perdedir ve tanrı bilgisi, bu perdenin ötesindedir. yoksa bir gerçekliği olmazdı.

    kimisi der ki : “ ben o’ nu adının yardımıyla bilirim. “ ad, adlandırılmış’ tan ayrılamaz ; çünkü o, yaratılmış değildir.

    kimisi şöyle der : “ o’ nu, kendisi aracılığıyla bilirim. “ bu, tanınacak iki varlık kabul etmek demektir.

    kimisi der ki “ o’ nu yaptıkları aracılığıyla bilirim.” bu, insanın yapılanlarla yetinmesi onları yapan tek’i aramamamsı anlamına gelir.

    kimisi şöyle der : “ ben o’nu, kendisini bilme konusundaki olanaksızlığımla bilirim. “ bu kişi, ayrılma gücüne sahip değildir; bağlı olan, nasıl o’ nu bilebilir ?

    kimisi der ki : “o beni bildiğinden, ben o’ nu bilirim. “ bu biçimsel bilgiden (ilm) yararlanmak ve tanrısal öz’den farklı bir bilgiye ulaşmak demektir. öz’ den ayrı olan , öz ’ü kavrayabilir mi ?

    kimisi der ki : “ ben o’ nu , kendisinin kendi hakkında verdiği bilgiyle tanıyorum.” bu, bilinmesine izin verilenle yetinmek, doğrudan bilgi yoluna başvurmamak demektir.

    kimisi şöyle der : “ ben o’ nu, karşıt sıfatlarıyla biliyorum.” oysa bilinen , ne sınırlandırılmaya uygundur, ne de bölümlenmeye.

    kimisi : “ amaçlanan (tanrı) bilir yalnızca, kendisini.” diyerek ermişlerin, kendi farklılıklarına bağımlı olduklarını ; çünkü amaçlanan’ ın, kendisini kendinde tanımayı hep sürdürdüğünü doğrulamaktadır.

    ey mucize ! insan, kendi bedeninin bir kılının nasıl karadan aka dönüştüğünü bilemezken, her şeyin yaratıcı’ sını nasıl olur da bilebilir ? özetlemeyi ya da irdelemeyi bilmeyen ; ilk’ i ve son’ u , değişmeleri, nedenleri, gerçeklikleri, hayalleri bilmeyen insan , süreklilikte var olan o’ nun hakkında bilgi edinme olanağına sahip değildir.

    hamd olsun o’ na ki onları ad’ la sınırlamayla , belirtiyle örttü. onları bir sözcük altında, bir koşul, yetkinlik altında, ve öncesiz- sonrasız var olandan gelen güzellik altında gizledi. yürek bir et parçasıdır ; bundan dolayı tanrı bilgisi , orada yer almaz, çünkü tanrısal bir şeydir.

    anlayış, iki mantıksal ölçüye sahiptir ; uzunluk ve genişlik. dinsel yaşamın iki kuralı vardır : sözlü kurallar ve yazılı kurallar. yaratılmışların tümü, göklerde ve yerdedir.

    ama tanrısal giz, ne uzunluğa, ne de genişliğe sahiptir ; ne göklerde ne de yerde bulunur ; dışsal biçimlerin içinde değildir, ayrıca sözlü ve yazılı kurallarla ulaşılan içsel hedeflerde de değildir.

    “ben o’ nu, kendi gerçekliğiyle biliyorum” diyen bir kişi, kendi varlığını, amaçlanan’ ın varlığından üstün kılar; çünkü bir şeyi , asıl gerçekliğiyle tanıyan kişi, ondan daha güçlü olur.

    ey insan! yaratılmışların içinde, zerre’ den daha küçüğü yok ve sen onu algılayamıyorsun. zerreyi bile tanıyamayan insan, bu zerreden daha algılanamaz olan o’ nu tanıyabilir mi ?

    dışarıda bırakılan şey, ölümlüler tarafına gider ; içeride bırakılan da, öz bilgisinin tarafında kalır. gizem, kendi özünü gizlemiştir. düşüncelerden, saptırıcı amaçlardan ve unutkanlıktan kopuk ve uzak kalır.

    gizeme erişmek isteyen, onlardan korkar ve onlardan korkan, kendini onlardan kurtarır ve uzaklaşır. gizemin doğu’ su batı, batı’ sı doğu’ dur. yeri ise, en yüksek dünyanın yukarısında değildir ; en aşağı dünyanın aşağısında da değildir.

    gizem, var olan şeylerden uzaklaşır ; hep tanrısal süreklilikle birliktedir. patikaları dardır ve hiçbir yol ona ulaşmaz. anlamları belirgindir ama ona götüren bir kılavuz yoktur. duyular onu hissetmez ve insanların tamamlamaları ona erişemez.

    ona sahip olan, yalnız kalır ; onunla karışan kuralların dışına çıkar ; ondan soyunan , kör olur ve kendini ona bağlayan yıkıma uğrar. onun parlaması, kesintisiz akan su gibidir, kaynayan bir pınardır ; esintisi boldur ; oku delicidir ve fırlatıldığında gücü kesilir. ondan korkan, dünya işlerinden el çeker ve dikkatsiz seyirci olur. onun çadır ipleri, ermişler ve tırmanma araçlarıdır.

    gizemin kendinden başka benzeri yoktur. tanrı’ nın, kendinden başka benzeri yoktur ; ve o, gizeme benzer. o, gizemi ve kendini andırır ; gizemin, kendini andırması gibi. tanrı, yalnız kendine benzer ve gizem, yalnız kendine benzer.

    gizemin binaları, kendisinin destekleridir ; destekleri de kendisinin binaları. ona sahip olanlar, ona sahip olanlardır ve onun yapıları kendisinindir, kendisindedir ve kendisinin ürünüdür.

    o, tanrı değildir ; tanrı da o değil. ama ondan başka tanrı yok ; ve tanrıdan başka o (gizem) yok. tanrıdan başka tanrı yok.

    gizemci, “gören kişi”’ dir ve gizem, “ kalıcı olan” ‘da kalır. gizemci, kendi tanıma eylemiyle durur ; çünkü kendisi, kendi hakkındaki bilgisidir ve bu bilgisi de kendisidir ; gizem, onun ötesindedir ve amaçlanan, onun daha da ötesindedir.

    öykü anlatmak, öykücülerin işidir ; gizem ise seçkinlerin ilgi alanı ; gösterişli davranışlar, kişilerin işidir ; konuşma ise, yalancıların , ilgi alanı ; derin düşünme, umutsuz insanların yaptığı şeydir ; ilgisizlik ise, yaban insanlara özgüdür.

    tanrı tanrıdır. evren de evren.
    çirkin ve kötü yok.

    kaynak:
    "tavasin enel hak"
    kitabi görmek ve edinmek isteyenler icin:
    http://www.kitapyurdu.com/…16814512930032004&logid=
  • “tevekkül, bir şehirde yemek yemeye senden daha müstahak olan birisinin bulunduğunu bildiğin zaman, yemek yememendir” demiş alimdir.
  • idam kararında idamı için oy verenlerden birisi de seyyid'ül tahife cenâb-ı pîr cüneyd el-bağdadî de vardır diye döyleniyor. lakin onun bu kararı vermesinin sebebi bu gerçeği estağfirullah bilmemesi değil hz. mansur'un söylememesi gereken şeyleri halka söylediği içindir. hatta hz. cüneyd şöyle buyuruyor imiş "ben bildiklerimi söyleseydim mansur beni asardı."
  • .....

    zor durumda olanların desteklenmesinde inanç olayını aşan hallac, bu bağlamda putperestler, hristiyanlar, museviler, özetle tüm insanların yardımına koşulmasının gereği vurgulanmaktadır. o dualarında sadece dostlarına değil düşmanlarına da allah’ın yardımcı olmasını dilerdi. hallac, isa gibi kendini feda etmek istemiştir. kendinin aleyhinde olan bir basra’lı bir gün ona gelir ve ölmek üzere olan kardeşini iyileştirmesini ister. hallac bunu bir şartla yaparım der: “sen benim aleyhimde olmaya devam edeceksin.”

    .....

    ölüme hallac aşk ile gitmiştir. ölümünün bir an önce gerçekleşmesi uğruna aleyhinde olanları daha da kızdırmıştır. “kanım helâldir” tarzında, gerek ağaca bağlandığında, gerek daha önce söylediği sözler, isa gibi onun da insanları esenliğe götürmek için kendini kurban, şehit ettirme çabasının ifadesidir. darağacının önüne toplanan halk için allah’a şöyle yakarmıştır: “bunlar sana olan coşkuları için buraya toplanmışlar. arzuları sana hoş görünmektir. affet onları…”

    .....

    (hallac-ı mansur, yaşamı - felsefesi - etkileri, prof. dr. niyazi öktem, horasan yayınları, 2006.)
  • çok büyük bir mutasavvıftır. 10. yüzyılda yaşamıştır. kişiliğiyle pek çok müslümanın deneyimlerini, ülkü ve özlemlerini dile getirdiği için kimilerinde hayranlık ve kimilerinde de öfke uyandırmıştır.

    hallac, pamuk satıcısı anlamına gelir, fakat bunun sebebi kendisinin babasının bir hallac olmasıdır.

    büyükbabası zerdüşt dinine bağlıdır ve sahabilerden ebu eyüb’ün soyundan gelmektedir.

    mutasavvıfların büyük baskı altında olduğunu da göz önünde bulundurursak, hallac-ı mansur’un da ne kadar kötü bir şekilde öldürülmüş olabileceğini tahmin edebiliriz. onun ölümü, ekonomik, din ve siyasi alanlarda sorunlar yaratmıştır. onun bedeni gitmişti fakat öğretileri kalmıştı. bu da insanlara yetiyordu ve devlet adamlarına korku salmaya yetiyor da artıyordu bile.

    hallac’ın yolculuk tutkusu, onun “kendinden önce çevreni tanı, sonra kendini tanırsın” fikrinin büyük bir simgesidir.

    tanrı ruhunun insana girmesi, hallac’ın felsefesinde çok yaygındır.

    hallac’a göre insan, özü bakımından tanrısal bir varlıktır. tanrı insanı kendibiçiminde yaratmış ve melekleri ona göre secde ettirmiştir.

    hallac’ın öğretisini benimseyenlerin bir bölümü, onun öldürüldüğüne inanmamışlar ve bir benzerinin öldürüldüğünü düşünmüşlerdir, aynı hz. isa gibi...
hesabın var mı? giriş yap