• *spoiler* içerebilir.

    herkesin gitme zamanının geldiğini söyleyen bir kuzey rüzgârı var mıdır? "akıllı kuzey rüzgârı.."

    film, ülkeden ülkeye şehirden şehre savrulup, her yeni yerde yeni bir yaşam kuran vianne ve küçük güzel kızıyla ilgili.
    hiç o kadar olur mu? yönetmen lasse hallström bu.*

    joanne harris'in aynı adlı romanından uyarlanan, senaryosu robert nelson jacobs'a ait olan film, bir başyapıt filan değildir, fakat adı gibidir, iyi hissettirir. hikaye ilginç, karakterler tutarlı, oyunculuk muhteşemdir.

    çikolata konusunda usta olan, kilisenin yolunu bilmeyen, bekâr anne vianne'nin yolu bu kez son derece tutucu, iki yüzlü ahlakın kol gezdiği, akıllara zarar bir belediye başkanı-kontun yönettiği bir kasabaya düşer.
    "kadının cüretkârlığına bakın: kutsal perhiz zamanı çikolata dükkânı açtı. bu kadın tam bir arsız. zavallı gayrimeşru çocuğuna acıyorum"
    işte böyle sakinleri olan bir kasaba.
    neredeyse mutlu hiç kimsenin olmadığı, çocukların bile yüzünün gülmediği bu kasabaya vianne bir mutluluk perisi gibi gelir.
    aslında her birinin ayrı hikayesi, ayrı hüznü vardır. tabii bu hüzne yakışır olması için vianne'nin de uyması gereken kurallar vardır ve bunlar, çikolata dükkânı açmanın gereksizliği dahil, kendisine hemen iletilir.
    fakat vianne diğerlerine benzemez.

    filmde kadın dayanışmasını, çikolatayla başlayan ama özünde insanı sevmek olan o halden anlama, o asil el uzatma halini, kadınların gizli ya da aleni direnişini, böylece kasabayı salgın gibi etkileyen değişim ve dönüşümü izlersiniz. hatta o soğuk, nadan, tavizsiz belediye başkanının bile içinde bir insan hatta küçük bir çocuk olduğuna şahit olup, kahkahayla gülersiniz.
    aşk da vardır tabii. kahramanı vianne'dir. sevdiğini teslim almayan, hiçbir koşul dayatmayan, hiçbir talebi olmayan ve özgür bırakan bir aşk. sahici ve samimi.. bu yüzden gidemez aşk, unutmaz, vazgeçmez..

    chocolat, masal tadında bir film, sıcak, mistik.. birkaç gerilim öğesi filmin verdiği huzuru bozamıyor.

    juliette binoche'un oyunculuğu malum. üstelik çikolata kadar çekici. fakat özellikle izlenmesi gereken iki oyunculuk alfred molina ve judi dench oyunculuğu; "efsane" denen türden..
    filmin müzikleri 1982 yılından başlayarak, marvin's room'dan emma'ya, the manchurian candidate, mona lisa smile, oliver twist, the lake house , the duchess gibi pek çok filmin müziklerine imza atmış, inanılmaz bir kariyere sahip ingiliz besteci rachel portman'a ait.

    gelelim kuzey rüzgârına.. "akıllı kuzey rüzgârı" peşinizi bırakmıyorsa, siz de vianne'nin yaptığı gibi yapın; geçmişinizdeki yükten kurtulun. o zaman kuzey rüzârı diner, yerini denizden gelen melteme bırakır.
  • yobazlığa, bağnazlığa, din fanatizyanlığına getirilmiş mükemmel bir eleştiri filmi.. sağ ile sol arasında ki fark gibi.. hatta daha da derinlemesine düşünenler için ateizm ile tarikatçılık arasındaki farklar gibi. ama film o kadar kutuplaşmış bir farkı değerlendirmiyor. daha çok -ülkemizde aynı ortamda yaşayabilen- yobazlık ile hürriyet mücadelesi gibi .. tam manasıyla ders niteliğinde bir film. hem sinemasal açıdan hem de zihniyet açısından. keşke çocuklara (ortaokul, lise) böyle filmler izletilse. din adı altında kendi hırs ve egosunu tatmin eden ve insanları inançları vasıtasıyla dolaylı yoldan etki altına alıp yöneten şerefsizlere karşı çok daha dikkatli olmayı öğrenirlerdi... gelenekçi, gerici, kalıplaşmış töreci zihniyetlerin ne kadar anlamsız ve içi boş olduğunu idrak ederlerdi.

    yine mükemmel görsel mesajlar yine mükemmel eleştiriler, sorgulayan sahneler.. lasse hallström bu işi iyi beceren bir yönetmen. üç renk üçlemesinden ve ingiliz hasta'dan tanıdığımız fransız oyuncu juliette binoche'de yine göz kamaştırıyor. ayrıca renkli yüzlere sahip bir kadro... peter stormare, carrie-anne moss, judi dench , johnny depp... kesinlikle izlenesi, izletilesi bir film. (bir kavanoz nutella eşliğinde)

    ---spoiler---
    annesinin külleri merdivenden aşağı dökülüp saçıldığında vianne*'ni şöyle demesini beklerdim:
    "its.. just a dust."
    filmin aforizmasına, eleştirisine muazzam uyardı. cuk otururdu bence.
    ---spoiler---

    kısaca, mükemmel bir "zihniyet öğretisi."
  • bu filmde huzur adına aradığım herşeyi bulduğum için objektif bir yazı yazmak benim için oldukça zor olacak. çünkü bazı filmlere karşı objektif olamıyorum ama yine de defalarca izledikten sonra bu filmi yazmam gerekiyordu. kafamdan film ile ilgili sayısız düşünce geçiyor ve nereden başlayacağımı bilemiyorum. bu filmle johnny depp aracılığı ile tanıştım. bir dönem çok sevdiğim bir aktör olan johnny depp’in bu filmde oynadığını görünce izlemeye karar vermiştim ve johnny depp filmin başrol oyuncusu olmasa dahi o gün bugündür kendimi ne zaman kötü hissetsem bu filme sarılırım. bugün 2. kez a good year filmini izledikten sonra oradaki filmden yola çıkarak bu filmi de yazmaya karar verdim. chocolat adından da anlaşılacağı gibi; çikolata, küçük bir fransız kasabası ve bu kasabada yaşayan bağnaz insanların etrafında dönen ve önyargıların ne anlama geldiğini çok güzel bir dille anlatan bir film. film birbirine zıt ögeleri çok güzel bir biçimde betimliyor. filmde anlaşılır bir dil ve anlatım sanatı kullanılıyor.

    vianne (juliette binoche) evlilik dışı kızı anouk (victoire thivisol) ile 1959 yılında fransa’nın küçük, sakin ve tutucu bir kasabasına yerleşiyor. çikolata konusunda uzman olan vianne, bu kasabada hristiyanların 40 günlük oruç dönemine denk gelen bir dönemde bir çikolata dükkanı açıyor. kendisi kasaba kadınlarının aksine renkli kıyafetler giyiyor ve bir ateist. böyle bir kasabada, böyle bir işe kalkışmak ciddi cesaret gerektiren bir olay. zaten hayatta bazı şeyleri göze alabildiğiniz ölçüde başarılı olabiliyorsunuz. zamanla kasabalıların dikkatini çekmeyi başaran vianne, insanları birer birer etrafında toplamaya başlıyor. insanlar yavaş yavaş bağnazlıktan kurtulup, kendi haklarını savunabilecek bireyler haline geliyor. bundan son derece rahatsız olan kasabanın başkanı comte de reynaud (alfred molina) vianne ile savaşmaya başlıyor. vianne, kızı ile birlikte sürekli farklı kasabaları gezen bir kadın, çünkü yapısı gereği değişime inanıyor ve çevresindekilere değişimin önemini çikolatayı kullanarak anlatıyor ve insanlara hatta kasabanın başkanına dahi ön yargılarından kurtulup istediği hayatı, kendi hayatını yaşaması için bir şans veriyor.

    kasaba, vianne gibi bir insana sahip olduğu için çok şanslı, çünkü biz birilerini etkilemek için sevmediğimiz, bize ait olmayan bir hayatı yaşamak zorunda kalıyoruz. kendi hayatlarını özgürce yaşayan insanlara kötü gözle bakıyoruz. çünkü biz onlar gibi olmanın nasıl bir duygu olduğunu bilmiyoruz ve onların mutluluğunu gördükçe kıskanıyoruz ve kıskandıkça nefret ediyoruz. toplum baskısını, mahalle baskısını, insanların ne düşündüğünü önemsediğiniz sürece mutsuz ve kendinize ait olmayan bir hayatı yaşayacaksınız. hayatımın her anında bu insanlardan uzak yaşamaya çalıştım ancak sayıları o kadar fazla ki her yerde karşıma çıkıyorlar. bu yüzden ben de bu durumu kendi lehime çevirdim. hayat ile ilgili motivasyonumu ne zaman kaybetsem, bu insanları izliyorum ve onlar gibi olmak istemediğimi anlatıyorum kendime. kendinizden emin olduğunuz sürece insanların sizin arkanızdan konuşması, sizi sevmemesi, sizin için birşey ifade etmiyor. dünyanın büyük bir çoğunlğu böyle insanlardan oluşuyor. bu filmi izleyen insanların büyük bir çoğunluğu aslında o kasabada yaşayan insanların ta kendisi. kendilerinde değişim cesaretini bulamayan, bu cesareti kendilerinde bulmuş insanları eleştiren, ve kötüleyen asalak yaratıklar. filmin ana teması tam olarak yukarıda yazdığım cümlelerde gizli. özgür, kendine güvenen ve kendi hayatını yaşayan insanlara kötü gözle bakarken, o insanlar tarafından nasıl göründüğünüzü ve gerçekte nasıl olduğunuzu merak ediyorsanız bu filmi mutlaka izlemelisiniz. insanların vianne karakterini sevmesinin en büyük nedeni, kendilerinde bulamadıkları gücü, bu kadında bulmaları.

    bu konuları bir kenara bırakırsak, film, konu ve işleyiş açısından da oldukça akıcı ve güzel. filmde yukarıda bahsettiğim konu dışında, aşk, sevgi ve ait olma gibi duygulara da vurgu yapılıyor. bu açıdan chocolat çok yönlü bir film. çikolata gibi bir yiyeceğin, şirin bir fransız kasabası ile birleşiminden kötü bir filmin doğacağını beklemek aptallık olur. filmin konusunu okuduğunuzda, filmin bir kitaptan esinlenilerek yapıldığını anlayacaksınız. 5 dalda oscar adaylığı kazanan film, amerikan, ingiliz ortak yapımı. bu güzel konu juliette binoche’nin muhteşem oyunculuğu ile birleşince izleyicinin ağzında çikolata tadı bırakıyor. 25 milyon dolarlık bir bütçe ile çekilen film, 152 milyon dolarlık bir gişe hasılatı yakalamış. 15 aralık 2000 tarihinde gösterime giren chocolat, sizi yaşantınızı gözden geçirmeye itecek bir film.
  • mutlaka gidin, gorun ama yaninizda cikolata bulundurun. izlerken o tencerenin icinde donen sicak cikolataya kafasini sokasi geliyor insanin
  • "ölü bir kentin
    meydanında durup
    kırmızı ayakkabıları bağlıyorum...
    bana ait değiller,
    anneminler.
    ona da annesinden kalmış.
    bir aile yadigarı gibi elden ele geçmiş
    ama yüz kızartıcı mektuplarmışçasına gizlenmişler de.
    ait oldukları evler ve sokaklar da gizlenmiş
    tıpkı
    bütün kadınlar gibi..."

    (kırmızı ayakkabılar - anne sexton)

    her kadının ailesinden yadigar kırmızı ayakkabıları vardır. bunlar zaman içinde renkleri solsa dahi bir zamanlar oldukları kırmızıyı hala için için gösteren, kendiliğinden gizemli bir parıltısı olan, giyene yol göstericilik yapacak, annelerimizden anneannelerimizden aldığımız, nasihatler ve masallarla pekiştirilmiş içgüdüler, sezgiler ve yeteneklerdir. onlar hem yürüdüğümüz yolda ayaklarımızı korur, hem de yol sapaklarında doğru yöne dönmemiz için ayak tabanlarımızı gıdıklar. onlar içimizdeki sanatçıyı ortaya çıkaran malzemelerdir. onlarla dans eder, ritm tutar, yerdeki toza şekiller çizeriz. onlar seneler içinde ilmek ilmek dokunmuş bilgileri içerir, yırtılan yerleri daha sağlam malzemelerle onarılmıştır. onlar önceki kuşakların sanatını, galibiyetlerini ve mağlubiyetlerini bizlere anlatır. bizden önce o yolu yürümüş olanların ayağında yolu öğrenmiştir ve nerede çıkmaza girebileceğimizi, hangi yolun sonunda uçurum olduğunu bilebilmektedir. hayatın, kökün rengiyle boyanmıştır, kanın, doğumun ve ölümün kırmızısıdır.

    ancak sexton'un şiirinde bahsettiği gibi çoğu kadın bu mirası sandıkların dibine gömüp konunun komşunun görmemesi için dua eder. neden mi? çünkü içinde yaşadığı toplumda kadınlardan siyah ayakkabı giymesi, düzenli olarak kiliseye gitmesi, kocasından şiddet görüyor olsa dahi kutsal evlilik bağına duyduğu saygıdan ötürü onun yanında kalması ve o kocanın ölümünden sonra yasını tutan bir dul olarak iyice siyahlara gömülmesi beklenir. bu yüzden kadın ondan önceki kuşaklardan miras aldığı vahşi ve yaratıcı gücü bastırmak, onun içgüdülerin sesi olarak kendisini ifade etmesini engellemek için küçük yaştan itibaren eğitime tabii tutulur. iyi, terbiyeli, uyumlu olmalıdır. üstelik bu, sadece erkekler tarafından dikte edilmez kendisine; aksine onu en çok ikaz edenler, kırmızı ayakkabılarını yüz kızartıcı mektuplarmışçasına gizleyen daha yaşlı kadınlar olacaktır.

    - sen niye diğer anneler gibi siyah ayakkabı giymiyorsun?

    anouk'un kırmızı ayakkabılar giyen annesine sorduğu bu soru, bu çerçeveden bakıldığında filmde anlatılmak istenen vahşi kadın ve onu bastırmaya çalışan kültür paradigmasını özetleyebilir belki de. vivien, kızıyla taşındıkları "ölü kentin meydanından" kırmızı ayakkabı ve paltolarıyla ilk geçtiği anda neden burada olması gerektiğini anlamıştır. çünkü o annesinin ve onun da annesinin yaptığı işi devralmıştır. o bir şifacıdır, bir devrimcidir, kadınlara varlığından haberdar bile olmadıkları kırmızı ayakkabılarını fark ettirecektir. ve bu kadınlar (ve erkekler de) kültürün çekip aldıkları ruhlarını yeniden canlandıracak ateşi vivien'in içine biraz da kırmızı biber katılmış sıcak çikolatalarında ve onların psişesinden bakıldığında ne gördüğünü anlatan dönen taş kabartmalarında bulacaklardır. böylece şifacı tek tek bireylerde başladığı sağaltma işleminin tüm kasabanın kültürünü değiştirmesine tanık olacaktır.

    bu süreçte ata-erkin temsilcisi olarak, vivien'in antagonisti olarak karşımıza çıkan kont bile onu terk eden karısının elbiseleriyle beraber dolaba tıktığı vahşi dileklerinin yarattığı açlığa daha fazla hakim olamaz ve kıtlığın akabinde sırf hayattan zevk alabilmek adına ilk gördüğü şeye, çikolatalara, saldırır, sırf yiyebildiği için yer, bozabildiği için bozar. ilk sarhoşluk geçtikten sonra o da tekrar iletişime geçtiği vahşi ruhun ihtiyaçlarını daha dikkatli dinlemeye başlayacak ve mutluluğun çikolatalardan değil, caroline'den geçtiğini anlayacaktır.

    vivien büyük-büyük annelerinin sözlerini artık iyice özümsemiş, hem anne hem genç kız, hem kocakarı kadınsa; anouk da onu tamamlayan safdil bakire ve çocuk kadındır. doğru soruları dillendiren ve umudu taşıyan anouk'dur. annesinin ona vermek istediği kırmızı ayakkabı ve paltonun onun özgürce dolaşmasını, dans etmesini sağlayacak kalkanlar olduğunu bilir ancak annesinin göremediği bir tehlikenin de farkındadır ve bundan haklı bir şekilde ölesiye korkmaktadır. vivien için kırmızı ayakkabıları, bir masalda anlatıldığı gibi giyen genç kızı açlıktan ve yorgunluktan ölene kadar dans ettiren şeytani sihirli kırmızı ayakkabılara dönüşmeye başlamıştır. vivien asıl istediğinin ne olduğunu, kendisine ve kızına neyin iyi geleceğini sorgulamaksızın, kendini "kitleler için uçan şaman rolünde" bulmuştur ve ayakkabılar onu nereye sürüklerse oraya doğru uçmaya devam etmektedir.

    nasıl ki kasaba halkının vahşi benlikleriyle tekrar iletişime geçip yaratıcı ruhlarının üzerindeki tozu atmaya ihtiyaçları varsa, diğer taraftan vivien ve anouk'un da kendilerini anlayan ve aynı dilde şarkılar söyleyerek yaratıcı süreçlerine kollektiflik katacak bir topluma ihtiyaçları vardır. anouk "bir sonraki sefer her şey daha iyi olacak, değil mi anne?" diye sorarken bundan önceki tüm şehirlerde yaşadıkları yenilgilerin ipuçlarını verir. tüm o yerlerden sırf kuzey rüzgarı artık gitme vaktinin geldiğini fısıldadığı için mi ayrılmışlardır, yoksa onları besleyecek aileyi, topluluğu bulamadıkları için mi? kırmızı ayakkabıları bu sefer gitmek değil de durmak için vivien'in ayaklarını gıdıkladığında (yani annesinin külleri dramatik bir şekilde evin merdivenlerine saçılıp "burada kal" diye haykırdığında) vivien, başkaları kadar kendisinin de değişme vaktinin geldiğini, yerleşme vaktinin geldiğini anlar ve kabullenir.

    artık meydanlar ölü, evler, kadınlar ve kırmızı ayakkabıları gizli değildir.

    not: clarissa p. estes'in "kurtlarla koşan kadınlar" kitabındaki "kırmızı ayakkabılar" hikayesini okurken bir anda bu film aklıma geldi ve sonrasında bu yazı ortaya çıktı. vahşi kadın arketipine ilgi duyduysanız kitabı okumanızı öneririm.
  • insana umut veren bir film en başta, keşke cesaret ve inat her zaman bu filmdekine benzer şekilde sonuçlansa, hayat bayram olsa filan.

    --- spoiler ---

    çikolata yapımında ve zevklere hitap etme konusunda uzmanlaşan ablamız cesaretiyle olsun, azmiyle olsun takdirimi kazandı. her ne kadar böyle ablalar az bulunsa da hayatta, umudumu yeşertti, moralimi düzeltti sağolsun.

    johnny depp ablaya göre daha silik sanki filmde, kötü oynamasa da çekinik bir karakter gibi duruyor, yine de çok yardımcı oldu herkese allah var. solucan yeme sahnesinde pek bir şirindi.

    o asabi yaşlı teyze ise, hastalığa, tutuculuğa karşı direnişiyle ne güzel bir karakter olmuş.

    aslında bir yere ait olamayanların ve tutunamayanların hikayesi gibi bitecek, ablamız red kit gibi batan güneşle gidecek sandım fakat izin vermediler.

    çikolata gibi bir film yani, herkes sevmeyebilir ama kötü de değil.

    --- spoiler ---
  • izledikten sonra beni hat safada sicak cikolata krizine sokmayi basarabilmis seker,cici bici,agucuk gugucuk bi film
  • bu filmi niye her seferinde sıkılmadan seyrediyorum, dahası niye tekrar tekrar seyrediyorum... sonunda niye hep gülümserken buluyorum kendimi... yetişkinlik masalımı buldum onda çünkü. masallar ne anlatır bize? kaç tanesi derin düşüncelere gark eder bizi? kaç tanesi hayata bakışımızı değiştirir? açık açık ders veren fabl’lar dışında kaç tanesi ahlaki değerler öğretir bize? rapunzel bize ne anlatır? parmak çocuk ne demektedir? bir dudağı yerde, bir dudağı gökte devler neyi simgeler? elbette bunlar hiçbir referansı olmayan, öylesine anlatılan şeyler değil. araya serpiştirilmiş öğretiler var tabii. var ama bunlar ne kadar ön planda ve çocuk aklım bunlardan ne kadarını alır? temelde iyiler ödüllendirilir, kötüler cezalandırılır. işte hepsi bu. alınabilecek ders varsa genelde budur ki bu da tartışılır.

    “hepsi masal” deriz... bunda aslında bir küçümseme vardır. “bana masal anlatma”. uydurma yani... oysa ki uydurmak, bir anlamda da hayal etmek ve yaratmak... demem o ki, masallar iyidir. bazen kitap aşkı masal okumakla başlar. hiçbir işe yaramasa bile çocuğun hayal gücünü zenginleştirir ki bu da az buz şey değildir. büyüyünce masallara ihtiyacımız kalmaz mı? benim gibilerin var sanırım. bu filmi sevenlerin var... film ne anlatıyor lan diyenlere, vallahi önemli bir şey değil, masal işte deyip geçiyoruz.

    bir de bana ayşecikli, sezercikli filmleri hatırlatıyor bu film. eski türk filmlerinde bulduğum samimiyeti buluyorum. konu, senaryo, akış ne kadar sorunlu olursa olsun... alın işte, filmin başında kötü olanlar sonunda iyi oluyor (ki gerçek anlamda “kötü” de değiller), filmin aksi yaşlı kadını kalbini az da olsa açıyor, korkaklar cesaret buluyor, herkes mutlu oluyor. ayşecik-juliette tüm kasabayı değiştiriyor. tabii ki gerçekçi değil. oskarlık da değil, yüzyılın filmleri arasında değil, başyapıt değil ama çok iyi hissettiriyor, mutlu ediyor.

    çikolata mevzusuna ise hiç girmiyorum, fena oluyorum...
  • ayrica bu isimde, yonetmenligini claire denis'in yaptigi fransa-almanya-kamerun ortak yapimi 1988 tarihli bir film de var. ba$rollerde isaach de bankolé ve giulia boschi oynuyorlar.
  • bitmesin diye bekledim ama bitiverdi. izlediğim en güzel ama en güzel filmlerden birisiydi. her karesinde ilginizi çekecek bişey muhakkak var.
    müzikleri insanın içini kıpırdatacak cinsten. hastası olunası, acayip bişiy.
    filmin atmosferi ve çikolata cuk oturmuş. zaten filmin her anı kıpır kıpır. üstüne bir de çikolatayı görüp yemiş kadar olmanın verdiği mutluluk eklenince film tadından yenmez oluyor. her taraf çikolata her taraf pasta, haliyle insan seratonin denizinde deniz kabuğundan çikolata sanıyor kendini, favori çikolatası sayıyor.

    gönül isterdi ki her sahnede bi yerlerden bi şekilde johny deep pörtlesin, bayram edelim, ohş diyelim. lakin öyle değil tabi.johny amcam döktürmüş "hem taşım hem de oynarım" demiş, dediğini de yapmış eşeğimin sıpası. ah be johny be, yıktın perdeyi eyledin viran be, az daha yakından az daha yakından derken karanlikta monitore musallat olan sinek ettin hepimizi be.
hesabın var mı? giriş yap