hesabın var mı? giriş yap

  • tecavüz yaralamadan hırsızlıktan hatta cinayetten daha farklıdır. bak herkes yeri gelir nefs i müdaafadan katil olabilir; hayat bu, sen de ben de.

    ama herkes tecavüz etmez.

    tecavüz diğer tüm suçlardan farklı bir konudur.

    tecavüz dünyanın en alçakça suçudur.
    anana, bacına ya da eşine yapılmadıkça bilemezsin. bilmeyince de böyle yorumlarsın. allah o acıyı yaşatmasın da bilme insallah.

    sevgi neydi? sevgi haddini bilmekti

  • metronun ve istasyonun belirli yerlerinde büyük ekranlardan tüm gün boyunca şu video yayınlanarak.
    bu düzenin sağlanması içinde uygulamanın ilk ayları boyunca güvenlik görevlileri olmalı "gardaş videoyu görmeyon mu?!" diyip ceza kesen.bu süre sonrasında bu görevliler kaldırılabilir o süreye kadar toplum düzeni biraz oluşturulmuş olur. istenmeyen davranışı göstermeye devam eden hanzolar da o saatten sonra toplum baskısı altında yok olmaya mahkum edilir.

    edit:imla.

  • fransa'da bourdieu'cü bir ekolden mezun oldum. ilk başlarda bize dayatılan bourdieu düşüncesi canımızı sıkmakla beraber, sonralarda iyi ki de bu ekoldenim dedirtmiştir bana ve okuldaki diğer arkadaşlarıma. türkiye'de halen yeteri kadar iyi tanınmayan bir düşünür olan bourdieu'nün kavramlarını ve kuramsal altyapısını aktarmaya çalışayım. nitekim yazılarının ve kitaplarının hemen hepsini fransızca okumuş birisi olarak o'nu iyi anladığımı düşünüyorum.
    bourdieu çoğunlukla, akademi ile ilgili söylemleri, televizyon ve gazetecilik ile ilgili yorumları, ya da etnografik düşünceleri ile tanınır. fakat bunların hepsi bourdieu'nün toplumsal tabakalaşma düşünceleri üzerinden türemiştir. yani bilinmesi gereken ilk şey, bourdieu'nün yola çıkışı, toplumsal tabakalaşmayı anlamaktır. bu da aslında, ilk bakışta "toplumsal tabakalaşmayla ne alakası var bunun?" diyeceğiniz habitus-alan-sermaye trilojisiyle aktarılmıştır. yani aslında bu üçleme bourdieu'nün toplumsal tabakalaşmasının merkez noktasını oluşturur. nasıl mı?
    marx'ın dayandığı ekonomik temelli sınıf çatışmaları, ve ya daha sembolik altyapısı olan weberist düşünceden ziyade, bourdieu toplumun tabakalara ayrılmış bir yapıda olduğunu söyler. ona göre sosyal uzam, binlerce mikro-kozmozdan oluşmuş bir makro-kozmozdur. bu mikro-kozmozlar bourdieu'nün meşhur "alan" (champ) kavramsallaştırmasıdır. yani sosyal uzam denen üst evren, din alanı, akademik alan, kültürel alan gibi bir alt evrenin birleşimidir. her alt evren, kendi kuralları olan bir oyundur. her oyunun kuralları, amaçları ve organizasyonu farklı koşullar tarafından yaratıldığı için, her oyundaki dominasyon kartları da birbirlerinden farklı olacaktır. batak oyunundaki bir kartın önemiyle pokerdeki aynı kartın önemi eşit değildir sonuçta.
    insanın elindeki kozlar sermayeleridir. eğer sosyal olan (le social) karşındakine sosyal uzam anlayışını dayatma mücadelesiyse, insan bu mücadeledeki üstünlüğünü sermayelerle sağlar. bourdieu'ye göre 4 temel sermaye vardır. kültürel sermaye yani neyi ne kadar bildiğin ve sahip olduğun diplomalar, ekonomik sermaye yani ne kadar paran malın mülkün olduğu, sosyal sermaye yani içinde sosyalleştiğin çevrenin kimler tarafından oluşturulduğu ve bunlara bağlı olarak da sembolik sermaye yani şeref haysiyet gibi diğerlerinden bağımsız ama onların katkı sağladığı ve simgesel anlamda sahip olduklarını ifade eden sermaye türü.
    bourdieu, habitus denen bir kavram yaratmıştır. habitus anlaşılması çok kolay bir kavram değildir, ama sondan başa doğru anlatayım ki daha rahat anlaşılsın. öncelikle sadece toplumsal tabakalaşmadan kaynaklanan sebeplerle değil, metodolojik olarak da weber-marx ve bourdieu aynı sosyolojik yorumlamanın içinde değillerdir. şöyle ki, yapısalcılığın durkheim'le beraber en önemli temsilcisi olan marx ve düşman taraftaki bireyselciliğin reisi weberist düşüncenin sürekli kapıştığı, yapısalcılık-bireyselcilik / objectivizm-subjectivizm tartışmalarına yeni bir boyut kazandırmıştır bourdieu ve bunu da habitusla yapmıştır. çünkü habitus, bireyin yapısal faktörler tarafından şekillenmiş, onunla iç içe geçmiş, fakat en önemlisi üretici bir olgudur. yani sosyal eylemi yani pratiklerin uygulanmasında bireyle iç içe geçmiş bu yapının inşa ettiği üretici olgu bourdieu sosyolojisini yapısalcı-inşacı yapmaktadır. birey, pratikleri sosyal uzam üzerinde habitusunun ait olduğu noktaya göre realize eder.
    kafa karışıklığı yaratmadan, daha da derine inmeden gelelim bunlar nasıl bir sosyal tabakalaşma altyapısı sunar bize?
    bourdieu'ye göre sosyal uzam, ekonomik, kültürel ve sosyal sermaye tarafından belirlenen noktalar kümesidir. her nokta, belirli bir sermaye miktarına, dağılımına ve zaman içerisindeki evrimine işaret eder. o halde, bourdieu sosyolojisinde toplumsal tabakalaşmanın temel prensibi, sermayelerin miktarı, dağılımı ve zaman içerisindeki değişimine bağlıdır. istisnalar vardır örneğin don kişot etkisi, bundan birazdan bahsedeceğim.
    birbirine yakın pozisyonlar, benzer günlük pratikleri üretirler. o halde, sosyal eylem, bireysel olduğu kadar toplumsaldır da. o halde, benzer pozisyonlar, habitusları benzer koşullar altında şekillenmiş eyleyenlerin bir araya geldikleri alanlardır. o zaman, "habitus sınıfsaldır" der bourdieu. başka bir deyişle, aslolan sınıf habitusudur. bu durum, aslında beğenilerin sadece bireysel değil, yapısal olduğu konusunda da bizi ikna eder. kendim bir örnek vereyim: siyah, modifiyeli, içinden gümbür gümbür demet akalın şarkısı gelen bir araba lastik yaka yaka el freni çekerek önünüzden geçti. hepimiz biliyoruz ki, o arabayı süren adam yani sahibi bir doçent ya da profesör değil. bir heykeltıraş ya da şair değil. peki bunu nereden biliyoruz? çünkü bir doçentin veya heykeltıraşın sahip olduğu sermaye dizilimi bu tür pratiklerin ortaya konduğu sınıf habitüsüne ters düşmektedir. yine hepimiz biliyoruz ki, hafta sonları jazz bara gidip tenis oynayan birinin kültürel sermayesi, pavyona gidip arkadaşlarıyla mangal başında rakı içen biriyle aynı değil. belki de bu iki pratiğin de gerektirdiği ekonomik sermaye aynıdır? o zaman onları ne ayırıyor? habitusları ayırıyor.
    bourdieu'nün (bkz: la distinction) kitabı yaklaşık 800 sayfa ve dolu dolu bir toplumsal tabakalaşma düşüncesi aktarıyor. ben burada o 800 sayfayı yazamam tabi. dolayısıyla ana hatlarıyla budur o'nun düşüncesi. eksik yazdığım binlerce şey var biliyorum. fakat tamamlamak istiyorsanız düşünceleri bourdieu'den tavsiye edebileceğim:
    raisons pratiques
    la distinction
    sur la télévision
    espace social et génese des classes
    social space and symbolic power
    séminaires sur le concept de champ

  • ilanda gariplik görmüyorum diyenlere gelsin.

    - tüm istenilen özellikler dışında şu var:
    "yapılan çalışmaları mobile uygulayabilen, (ıos,android,windows)"

    bu üç platforma da aynı anda native uygulama geliştirebilen adamı siz türkiye'de nah bulursunuz.

    ilanı veren mal da en iyi ihtimalle istenilen özelliklerin birkaçında uzman(c#,sql,javascript vs gibi) diğerlerinde de basic seviyede bilgi sahibi adamı bulur , tabi en az 5k vermek koşulu ile.

    edit: ahahah birde seo sıkıştırmış araya.
    (bkz: salak yemin ederim gerizekalı bu çocuk ya)

  • okul yıllarında hiçbirşey beni matematik dersleri kadar sıkmayı başaramadı. bu matematikle değil, tamamen öğretmenimizin yaklaşımıyla ilgili bir durumdu. kendisi yaşamı normal hayat ve matematik hayatı olarak ikiye ayırmış olan bir kişilikti. derste kımıldamanıza bile izin vermezdi. yere düşen kaleminizi eğilip alamazdınız mesela. öyle yani.
    herneyse benim sıra altından kitap okuma, yanımdakilerle konuşma, yazışma ve hatta camdan dışarıyı izleme girişimlerimin hepsi başarısızlıkla sonuçlanmıştı. atatürkün gençliğe hitabesinde ve istiklal marşımızda kaç harf olduğunu sayalı 2 hafta kadar oluyordu. sınıfımızın zemini enine 84 boyuna 132 parça taştan oluşuyordu. ben dakikada 14 kez nefes alıyor ortalama 18 kez göz kırpıyordum. deli pösteki sayar gibi lafı benim için artık sadece pösteki sayar gibi şekline dönüşmüştü. hiç işinize yaramayacak şeyleri saymak delilik değildi, aksine akıl sağlığınızı koruyan uykunuzu kaçırıp zihninizi dinç tutan yararlı bir aktiviteydi ama sınıfta sayılabilecek şeylerin sayısı giderek azalıyordu. günlerden bir gün bir harita method yaprağında kaç kare var sorusu zihnimde bu yapraktan kaç adet kağıt gemi yapılabilir şekline dönüştü. evet işte aylardır aradığım, ihtiyacım olan şey buydu... origami.
    ilk denemeler tabi ki başarısızlıkla sonuçlandı. sevgili öğretmenim uzunluğu 5 cmyi geçen her gemiyi fark ediyor, yapım işlemi tamamlanır tamamlanmaz kaçak mal taşıyan bir gemi tespit etmiş sahil güvenlik botu gibi yanıma yanaşıyor ve el emeği göz nuru eserlerime el koyuyordu. daha küçük gemiler yapılmalıydı evet daha küçük, çok daha küçük. sene sonuna doğru kareli defterin bir karesinden gemi yapabilir hale gelmiştim. bu gemiler büyükleri kadar rahat tanımlanamıyor, öğretmenimin radarında tespit edilse bile ne oldukları çıkarılamadığından büyük bir tehlike atlatılmıyordu. sene sonunda matematikten geçmiş, akıl sağlığımı korumuş ve final sınavının soru kağıdından yapılma 286 parçalık bir filoyu matematik öğretmenime hediye etmiştim.
    öğretmenleri seviniz arkadaşlar. onlar içinizdeki yaratıcılığın aynasıdır.

  • esasen tam adı "how i lost 24 desperate prison heroes in smallville: family guy chronicles theory" olan, lakin karakter sınırlaması sebebiyle kısaltılan dizi projesi. hapishaneden kaçıp ıssız bir adaya düşen süper güçlere sahip 24 dahinin, gelecekten gelen bir cyborg ile aralarında geçen aşk ve ihtiras içerikli hikayesini anlatan bu dizi esprili anlatım tarzıyla sizleri ekran başına kilitleyecek. hangi karakterin dünya dışı bir gezegenden geldiğini çözmeye çalışırken heyecanlanacak, dünyayı ele geçirmeye çalışan ev hanımının başarısız denemelerini izlerken gülümseyecek, kadın erkek dinlemeden adadaki herkesi ayartmaya çalışan kazanovayı gördükçe kahkahalarınıza hakim olamayacaksınız. aynı zamanda bütün karakterlerin özel güçlerini keşfetmeleri sırasında başlarından geçenler hikayeye ayrı bir derinlik kazandıracak. inanıyorum bu dizi tutacak ben de emmy ödülümü yalnız ve güzel ülkem adına alacağım. merak etmeyin kırmızı halıda "i love ekşi sözlük" falan diye birşeyler sıkıştırırım araya.

  • stephen hawking, yuri milner ve mark zuckerberg'ün yönetiminde başlatılan yıldızlararası seyahat projesi. hedef, güneş sistemine en yakın olan ve 4.37 ışık-yılı uzaktaki alpha centauri yıldız sistemine robotlar göndermek. projenin hayata geçirilmesi ve robotların alpha centauri'ye doğru yola çıkması için yaklaşık 20 yıl sürecek bir çalışma gerekecek, robotların alpha centauri'ye varması da bir 20 yıl sürecek ve iphone büyüklüğündeki bu yüzlerce robotun veri toplayıp bizlere fotoğraf yollaması da yaklaşık 4* yıl sürecek. yani toplamda 44-45 yıl sonra sonuç elde edilecek bir proje starshot. projenin sunumunu hawking ile gerçekleştiren yuri milner 54 yaşında ve projenin sonuçlarını görebilmek için modern tıbba güvenmesi gerekecek. 54 yaşında, sonuçlarını ancak 100 yaşındayken görebileceği böyle bir projeye girişmesi de o insan için düşündürücü ilginç bir his olsa gerek.

    alpha centauri böyle bir görev için uygun bir seçenek zira bize en yakın yıldız sistemi. alpha centauri'de toplam üç yıldız bulunuyor: birbirinin çevresinde dönen güneş benzeri alpha centauri a ve alpha centauri b ve muhtemelen bu iki yıldızın çevresinde dönen proxima centauri. ayrıca son yıllarda elde edilen veriler alpha centauri b'nin etrafında dünya boyutlarında bir gezegenin dolanıyor olabileceğini gösteriyor.

    alpha centauri'ye doğru yola çıkacak probe'ların ışık hızının beşte biri bir hızla ilerleyeceği öngörülüyor ki bu şimdiye dek hiçbir insan yapımı nesnenin göremediği müthiş yüksek bir hız. bu hızın ne kadar yüksek olduğunu şu örnekle de anlayabiliriz: şu an dünyadan en uzak insan yapımı nesne yolculuğuna 5 eylül 1977'de çıkan voyager 1 ve mevcut hızı ile voyager 1'in alpha centauri'nin bulunduğu mesafe kadar yol kat etmesi için 70 bin yıl geçmesi gerekiyor. bu projede gönderilmesi düşünülen robotlar ise bu mesafeyi toplamda 20 yılda alacak; yani 20 yılda katedilmesi gereken yaklaşık 41 trilyon kilometre demektir bu. yüzlerce küçük robot göndermenin amacı ise maliyeti düşürmek ve başarı oranını yükseltmek. bir tane büyük bir robot yerine yüzlerce küçük robot gönderirseniz bu robotların kimilerinin başına kötü bir şey gelse bile geriye kalanlarla hala görev başarıya ulaştırılabilir. üstelik bugünkü teknolojik olanaklar, kamerasıyla, bilgisayarıyla ve elektrik güç sistemiyle toplamda bir gram ağırlığında bir probe yapabilmeyi mümkün kılabiliyor.

    projenin maliyetinin 5 ila 10 milyar dolar arasında olacağı öngörülüyor ve başlangıç olarak milner 100 milyon dolar yatırım yapmış durumda; geri kalanın uluslararası destek ve sponsorluklarla ihtiyaç oldukça 20 yıl içinde denkleştirileceği düşünülüyor. işin en maliyetli ve zorlu kısmının lazer sisteminin olacağı düşünülüyor. probe'lara itiş gücü, sahip oldukları kanatçıklara gönderilen lazerlerle verilecek ve bu lazer ışınları müthiş yoğunluklu çok yüksek güçlü olmak zorunda. bu kelebek probe'ları* ışık hızının beşte biri kadar bir hıza çıkarabilmek için lazerlerin ilk 2 dakika boyunca 100 gigawatt kadar enerji üretmesi gerekecek. bu, bir uzay aracının kalkışta ihtiyaç duyduğu güç civarında ve tipik bir nükleer santralin güç çıktısının yüz katı kadar bir güç demek oluyor. şu an dünyanın en güçlü lazeri japonya'da university of osaka'da bulunuyor ve geçen yıl yapılan testlerde 2 katrilyon watt civarında bir güç üretti fakat sadece saniyenin trilyonda biri kadar bir süre boyunca ve bu bir starshot probe'unun kanatçıklarının ihtiyaç duyacağının küçük bir kısmına tekabül ediyor ne yazık ki. kısacası, başta belirtildiği gibi bu projenin en zorlu kısmı muhtemelen ihtiyaç duyulan lazerleri üretmek olacak.

    bir diğer zorlayıcı faktör de probe'ların kanatçık ya da yelkenlerinin tasarım gereksinimiyle alakalı. belirtildiği gibi bu yelkenlere çok yüksek güçte lazer ışınları gönderilecek ve böylece bir probe çok yüksek hızlara çıkabilecek. bu kadar yüksek enerjili lazer ışınlarının yelkenlere zarar vermemesi gerekiyor ve bunun için de bu çok ince yelkenlerin lazer ışınını hiçbir şekilde emmemesi gerekiyor, yani gelen lazer ışınını yüzde yüze yakın bir oranla yansıtması gerekiyor. örneklemek gerekirse, eğer lazer ışının sahip olduğu enerjinin 100 binde biri kadar bir enerji miktarını bile absorbe ederse bir yelken, o yelken buharlaşır ve işe yaramamış olur. bu noktada iş büyük oranda malzeme bilimine* düşecek gibi ve lazer ışınını yüzde yüze yakın bir oranda yansıtacak bir yelken tasarlanması gerekecek.

    45 yıl sonra kimler hala yaşıyor olacak ya da proje gerçekleşecek mi şimdilik bilmiyoruz ama bu kadar uzun soluklu bir proje insanı yine de heyecanlandırıyor ve evet, ister istemez ölümü ve zaman karşısındaki çaresizliğimizi hatırlatıyor bana.

  • bulgarlara neden kızıldığını anlayamıyorum. ucuz bulmuş alıyor. biz de zamanında hopa'da aynısını yapardık. kızılması gerekenler bulgarlar değil..

  • öyle bir durum yok ama seçime kadar olursa hepimiz anlayacağız ki ibb'de çöreklenmiş aktroll ekibinin organize sabotajıdır.