hesabın var mı? giriş yap

  • - sayma fasulyeleri gerçek fasulyeydi.
    - fişlerle okumayı söktüler.
    - sert plastikten beslenme çantaları vardı renk renk. bir dilim ekmek, bir dilim peynir ve 5-6 zeytin fiks menü. en zengin beslenmede sarma olurdu, öğretmene bile ikram edilirdi. bir de beslenme çantalarına kumaş peçete konurdu. selpak mı vardı?
    - 1 lira harçlık alırlardı çok şanslılarsa babalarından.
    - bakkaldan un kurabiyesi alırlardı tenefüslerde.
    - basmalı kalemleri yoktu. kurşun kalem ve sivretgeç kullandılar hep.
    - arı maya'lı silgiler çıktığında ilkokulu bitirmişlerdi.
    - 23 nisan'larda ront oynamak için bir örnek ront elbiseleri diktirirlerdi. bayram gerçekten bayramdı.
    - kedi merdiveni yapmayı iyi bilirlerdi.
    - pazartesileri mendil ve tırnak kontrolü yanında bit kontrolü de olurdu.
    - ünite dergileri ilkokulu bitirmeye yakın çıktı, renkli renkli ne güzellerdi.
    - tebeşirler kare idi, yuvarlak tebeşir bile yoktu.
    - müzik dersinde flüt ve melodika çalmayı, çok iyi mandolin çalan öğretmenlerinden öğrenmişlerdi.
    - beslenmeye muz koymak ayıptı, muz herkesce ulaşılabilir bir meyve değildi çünkü.
    - karnelerini hala saklarlar.

    - şimdi korkarım ki "orta yaşta" diye anılıyorlar.

  • 50. yılını dolduran the beatlesın 11. stüdyo albümü ve şaheseri. albümün kapağı bile 50 yıldır başlı başına bir efsane haline gelmiştir. come together, here comes the sun, something gibi oldukça bilindik beatles şarkılarını bulundurmasının yanı sıra i want you (she's so heavy) ve oh! darling gibi daha gölgede kalmış ama bir o kadar kaliteli şarkıları da bünyesinde barındırır. ayrıca albüm bir bütün olarak dinlendiğinde you never give me your money şarkısından her majesty'e kadar akar gider. dağılmasalardı daha ne güzel şarkılar dinlerdik burukluğunu da yaşatır.

  • dizideki en gerçekçi karakterler alper ve karısı. bunlar kime benziyo lan derken roket takımına benzediklerini fark ettim... bildiğin jesse ve james. ahahahha. bir de ben neden paçoz dizileri bu kadar seviyorum?

  • futbolda en yalnız mevki kaleciliktir derler ya bir çift eldivenle kandırılmış sanki özgürlüğü elinden alınmış ceza sahasında geçen koca bir kariyer..takımının gol attığı durumlarda en çok belli olur kalecinin yalnızlığı. bir başına koşar, bir başına taklalar atar, direklere tırmanır, türlü sevinç gösterilerinde bulunur kaleci, arkadaşları az ilerde sevinç yumağı oluşturmuşken. bu aslında saçma bir görüntüdür, çünkü insanın sevinirken yanında sevincini paylaşabileceği ya da sarılabileceği en az bir insan daha olmalıdır bence. fakat, gel gelelim yedek kalecinin yalnızlığına. o yalnızlık ki, kaleci yalnızlığı dahil tüm yalnızlıkların toplamıdır aslında bu hayatta.

    yedek kaleci..yaz kış demeden kenarda battaniyesinin altında maça seyredalan gözleri küçük bir umuda dalıyordur aslında bir gün as kalecinin yerine kendisinin geçebileceği. devre arasında maçlar reklama girer ama stadyumdaysan fark edersin onları denk gelirse o da veyahut dikkatini çekerse. sahaya çıkmış, kalenin önünde sağa sola atlıyor, yalandan da olsa top çıkarmaya çalışıyor ama bezginliği her halinden okunuyor. gol yerken dönüp topa bir de kendisi vuruyor, kendisine gol atıyor. sonra bazen mutluymuş gibi görünüyor, gülümsüyor fakat o en mutlu anında yandan pat diye nerden geldiği meçhul bir top suratında patlıyor. onu bir tek futbol topları anlıyor ama onlar da yanlış anlıyor. diğer yedek oyuncular gibi teknik direktöre arada sitem etme hakkı da kısıtlıdır yedek kalecinin. ancak kimi zaman as kaleci sakatlanıyor, sağlık görevlileri oyuna girerken yedek kaleci de fişek gibi sıçrıyor yerinden. ısınma hareketlerine başlıyor hemen zikzaklar, yerinde atılan deparlar, sıçramalar tam pijamasını çıkarıp oyuna girecekken "taam taam iyiyim" diyor as kaleci ve geri dönüyor yedek kaleci klubesine, battaniyesinin içine. hala sıcak, zaten fazla uzaklaşmış olamazdı..en kötüsü de, bazen kaleci kırmızı kart yer ama yedek kaleci yerinden bile kıpırdayamaz. çünkü takımın oyuncu değişiklik hakkı dolmuştur. evet dolmuştur bu hak ve o an kaleye defans, libero yahut orta saha hatta kimi zaman forvetten biri geçer. hele bir de penaltı falan kurtarırsa varlığını, dünyadaki yaşam sebebini sorgulamaya başlar o vakit yedek kaleci. son düdük çalar, maç biter, soyunma odasına gidilir.bu olayın ya da başka pozisyonların kritiği yapılır duş altında yedek kaleci ise duş bile almaz çoğu zaman aslında.

    ve dönüp bakıyorum kendime ensesi uzamış kaleci saçımla, promosyon şapkam ve kramponlarımla yedek kalecinin ağır yalnızlığını yaşıyorum bu hayatta. evli çiftlerin, sevgililerin, mutlu insanların, arkadaş gruplarının hatta yalnızların ve hatta diğer ağır yalnızların arasında kimseye farkedilmeden, dokunmadan, belki de dokunamadan yürüyorum yavaşça. bir çocuk ürkekliğiyle gökyüzüne bakıp "hocam ne zaman oyuna alıcan beni" diye küçük bir sitem ediyorum onu da uzaklara bakmaktan yakını göremez hale gelen gözlerimle yapabiliyorum en fazla. bazen de oluyor gibi, yalan yok umutlanıyorum o ara iniyorum saha kenarına büyük bir heyecanla yan yan sekerek koşturuyorum. kollarımı çeviriyorum değirmen gibi, türlü ısınma hareketleri yapıyorum bir bacak önde çökme hareketi..yerimde sıçrıyorum bir kurbağa gibi ama sonra acı bir ses geliyor kulağıma "otur otur" diyor ve dönüyorum yerime geri, giriyorum sıcak battaniyemin içine hiç kullanamadığım eldivenlerimle ve pijamamla koca bir ömrün geçmesini bekliyorum.

  • boşanmak isteyen bir ablanın bahane araması gibi geldi bana daha çok. sürekli boşayacağım diye tekrar ediyor. bakın, bu bir yardım çığlığıdır. *

  • urfa ilinde neolitik çağdan kalma taştan yapıların bulunduğu ören yeri.

    internet sanalında göbeklitepe ile ilgili o kadar çok spekülasyona denk geldim ki, işbu entrinin sebebi sadece, artık galat-ı meşhur haline gelmiş yanlışları düzeltmek olsun. tabi ki bahsettiğim düzeltmeler maddi hatalara ilişkin değil. zaten uzmanı da değilim. daha çok göbeklitepe kültürünün anlamı ve önemi üzerine yanlış çıkarımlardan bahsedeceğim.

    yazarlarından biri olduğum, bir sanat sitesinde altamira, lascaux, chauvet gibi mağara adamı sanatının örnekleri ile ilgili bir yazım yayınlanmıştı. ekinde 34.000 bin yıl öncesinden günümüze kalan sanat eserlerine dair fotoğraflar da vardı. şöyle bir okuyucu yorumu gördüm. "hocam 34.000 yıl falan ne anlatıyorsun ? göbeklitepe bile en fazla 12.000 yıl geriye gidiyor." insan elinden çıkmış en eski eserlerin göbeklitepe’ye izafe edildiğini, daha yaşlı yapı, sanat eseri hatta insan yapımı alet olmadığını sanıyordu sanırım. sonra farkettim ki bu arkadaş yalnız değil. meraklıların büyük kısmı göbeklitepe'nin ne ifade ettiğini hiç anlamamış. kahir ekserisi "tarihin sıfır noktası" söylemini yanlış anlamlara tevil etmiş. gerçi o tabir de (kim bulduysa) ne demek anlamış değilim. terminolojide tarihin sıfır noktası yazının icadıdır. yazının icadından sonrasına tarih çağları, öncesine pre-historia (tarih öncesi) denir. yani samuel noah kramer gibi söylersek tarih sümer'de başlar. tarihin sıfır noktasıyla kastedilen medeniyetin başlangıcı demekse, medeniyet yerleşik toplum ve şehirler ile başlar. birazdan göreceğimiz gibi göbeklitepe'yi yapanlar yerleşik öncesi avcı toplayıcı göçebelerdir.

    medeniyet sözcüğü arapça medine yani şehir kökünden gelir. medeni şehirli demektir. batı dillerindeki civilization, latince civitas yani yine şehir kökünden gelir. türkçedeki uygarlık sözcüğü ise ilk yerleşik hayata geçmiş türk toplumu olan uygurlardan türetilmiştir. şehir ve yerleşik kültür olmadan medeniyet olmaz.

    o zaman söyleyeyim insan elinden çıkmış ne teknik, ne pratik ne de sanatsal buluntuların en eskisi göbeklitepe değildir. sadece sanat eserlerinden gidelim.

    altamira bizonları, 17.000 yaşında görsel

    willendorf venüsü, 28.000 yaşında görsel

    chauvet atları, 32.000 yaşında görsel

    hohlenstein-stadel aslan adamı, 40.000 yaşında görsel

    tan tan figürini, yaklaşık 500.000 yaşında görsel

    daha eskileri de var üstelik.

    makapansgat manuportu, sıkı durun, yaklaşık 3 milyon yaşında görsel

    göbeklitepe'nin önemine gelirsek; önce şunu bilmek gerekir.

    en eski olduğu için bu kadar önemli değildir. onun ayırt edici özelliği ölçeğindedir. o büyüklükte kompleksler yapabilmek için çok sayıda insan gücü, sürekliliği sağlayacak kurumsal yapılar ve eşgüdümü sağlayacak organizasyon tecrübesi gereklidir. yani ancak yerleşik tarım toplumlarında olması beklenen kalifikasyonlar.

    genel kabul görmüş teori şudur. insanoğlu mağaralarda, ormanlarda, savanalarda, avcı toplayıcılığın hakim üretim tarzını temsil ettiği çağlar boyunca, küçük gruplar halinde yaşadı. üretimi ancak günübirlik ihtiyaçlarını karşılamaya yönelikti. fakat sonra avladığı bazı hayvanları öldürmek yerine sağ tutmaya, topladığı bazı bitkileri kendisi ekmeye başladığında sadece bir öğün sonrası için değil, daha uzun vadeli ihtiyaca yönelik yiyecek stoklamak mümkün oldu. yiyecek fazlası, her gün avlanmanın getirdiği iş yükünü azaltınca grup üyelerine daha çok zaman kaldı. teknik gelişti. yemek bol olunca daha büyük nüfusları beslemek mümkün oldu. popülasyon arttı. av sürülerinin peşinde göçer hayatı yaşamanın gereği kalmadı. yerleşiklik başatlaştı. yiyecek üretimini ilk kontrol edenler tarlalara, meralara sahip çıktı. mülkiyet böyle doğdu. stoğunu saklayabilmek için silolar, depolar yapmak gerekti. göçebelik yerine yerleşiklik öne çıkmaya başladığı için haneler, meskenler inşa edilmek istendi. böylece primitif mimari ve mühendislik doğdu. kalabalık gruplar halinde ve yerleşik halde yaşamak toplumda bazı ihtiyaçlar doğurdu. buna yönelik meslekler, zanaatlar, iş bölümü ve uzmanlaşma gelişti. ürün fazlasını kontrol eden gruplar zamanla politik iktidarı oluşturdu. artı ürünün kontrolü meselesinin yağmayı, hırsızlığı ve hazıra konmayı engelleyen işlevsel bir mekanizmayı da kapsaması gerekiyordu. politik iktidarın emrinde kolluk kuvvetleri ve adli müesseseler ilkel halleriyle tesis edildi. mülkiyet, sınıflaşma ve ekonomik katmanlar oluştu. güneşin, yağmurun, nehir baskınlarının zirai istihsale uygun seyretmesi için göksel üretici güçlere yakarılması, ürünün kutsanması, hasadın şenliklerle kutlanması gibi ritüeller, organize dinlerin yolunu açtı. avcı toplayıcı kabiledeki doğacı/animistik şifacının pozisyonu, tarım toplumunda ruhban sınıfına dönüştü. artı ürünün sayımı, dağıtımı, bölüştürülmesi, ticareti vs. hesap gerektiren ve kayıt tutulması gereken bir karmaşıklık düzeyine ulaştığında matematik ve yazı ortaya çıktı. (ilk yazılı eserler olan sümer tabletlerinin kahir ekserisi edebi değil ticari içeriklidir. muhasebe kayıtları, sözleşmeler ve bunun gibi)

    tüm bunların gelişimi binlerce yıl sürdü ama süreci başlatan kilit unsur tarım devrimiydi. yani önce üretim biçimlerinde ve üretim ilişkilerinde radikal bir dönüşüm yaşanmıştır. kurumlar, yapılar, dinler arkadan takip etmiştir. maddi koşulların (altyapı) kültürel strüktürü (üstyapı) belirlemesine dair yaklaşım marksist tarih teorisidir. arkeoloji ve antropoloji gibi disiplinler için kabul görmüş en tutarlı yaklaşımın sahibi de gordon childe adında marksist bir arkeologdur.

    şimdi yine teoriye göre tarım devrimine erişememiş ve yerleşik hayata geçememiş toplulukların büyük iş gücü isteyen ve karmaşık organizasyonlar gerektiren projelere girişememesi gerekirdi. göbeklitepe'yi ilginç kılan ise konut, ocak kalıntısı, çöp yığını gibi yerleşim izine rastlanmamasıdır. kazılarda, diğer iskan edilmiş alanlarda oldukça sık rastlanan kilden figürinler de çıkmamıştır. tam tersi, alanda bulunan binlerce yaban hayvanı kemiği yapı inşaatında çalışan işçilerin yiyeceklerini avlanarak ötelerden taşıdığına işaret etmektedir.

    tonlarca taşı belirli bir sıra ve düzen içinde taşımak, yerleştirmek ve şekillendirmek, uzun süreli ve çok miktarda işgücü ile bu işgücünün koordineli çalışmasını sağlayacak iş bölümü, uzmanlaşma, yöneticilik becerisi ister. bu saydığımız kalifikasyonlar geniş tarlaları birlikte işlemeleri gereken yahut sürülerle besi hayvanlarıyla uğraşmaları gereken toplumlar için mümkün olabilirdi ama teknik kapasitesi ok, yay ve mızraktan ibaret olan, işgücü değil, toplam nüfusu 150 kişiyi geçmeyen (antropologların koyduğu üst sınır) avcı toplayıcı kabileler için göbeklitepe gibi yapıların inşası mümkün olmamalıydı.

    aslında göbeklitepe gizeminin düğümü budur. tarım öncesi yarı göçebe bir topluluğun mega inşaatlar yapabildiğini kabul ettiğimizde, alt yapının üst yapıyı belirlediği, artık genel geçer kabul görmüş sosyoloji kuramlarına tereddütle yaklaşmak gerekecektir. yüzlerce belki de binlerce insanın işbölümü ve eşgüdüm ile çalışmasını sağlayabilen toplumsal yapının basit avcı toplayıcı kabilelerden beklenmeyecek kadar karmaşık, hiyerarşik ve çok katmanlı olması gerekir. bu durumda önce kültürel yapıda bir devrim gerçekleşmiş, tarım üretimi, şehirleşme arkadan gelmiş demektir.

    dahası arkeologlar göbeklitepe’yi öncü tapınak ya da kült alanı olarak sınıflandırdıklarında tarım toplumundan önce de organize dinlerin ve sınıfsal katmanların yerli yerinde olduğunu öğrenmiş oluruz. bu da kuram için ezber bozan diğer bir yorumdur. normalde tarım öncesi topluluklara dair ören yerlerinde kamusal yapı çıkmaz. tapınak, saray gibi yapılar sınıflı topluma yani dikey hiyerarşiye işarettir ki, böylesi sosyal strüktürler artı ürün ve mülkiyet kavramıyla ilişkilidir. avcı toplayıcı toplumların karakteristiği itibariyle ortaklaşacı, komünal ve sınıfsız olması gerekirdi.

    çatalhöyük mesela, şablona harika uyan bir ören yeridir. tarihi 9 bin yıl öncesine giden bu neolitik dönemden kalma buluntuların nerdeyse tamamı konutlardan ibaret olduğu için yerleşiklik başlamış demektir. büyük saraylar ve konaklar çıkmadığı için henüz sınıflı topluma geçmediklerini, avcı toplayıcılığın görece egaliter ve komünal yapısını kısmen muhafaza ettiklerini varsayabiliriz. alt katmanlarda kamu binalarının izine rastlanmazken üst katmanlara doğru bazı konutların çevresindekilere göre büyüklük açısından farklılaşması, bize sınıfsal tabakalaşmanın bin yıllara yayılan bir süreç içinde tedricen ortaya çıktığını gösterir. üstelik çatalhöyük’te tapınaklar yoktur, sadece kült binalar vardır. farkı ne derseniz tapınaklar başta işlevine uygun inşa edilmiş yapılardır, kült mekanlar ise başta ayin, tören, tapım gibi fonksiyonlar için inşa edilmemesine karşın sonradan kutsallaştırılmış yapılardır. bugün bir caminin ya da kilisenin planını ya da temelini bile görsek bu inşanın amacına dair fikir yürütebiliriz, en azından mesken olmadığını bir bakışta anlarız. çatalhöyük'e baktığımızda, dinsel ritüeller için kullanılmış olsa gerek diye düşündüğümüz yapıların en başta bu amaçla inşa edilmediğini, sağındaki ve solundakilerden farkı olmayan alelade bir konutun zaman içinde kült mekana dönüştüğünü yani kutsiyet kazandığını anlayabiliyoruz. ama çatalhöyük'ten yaklaşık 3 bin 500 yıl önce yaşamış, üstelik yerleşik yaşama geçmemiş göbeklitepe sakinlerinin elinden çıkma eserler kesinlikle kült yapı sınıfına girmiyor. belli ki göbeklitepe amacı her neydiyse ona uygun inşa edilmiş.

    işte yerleşik hayata ve tarım toplumuna geçmiş çatalhöyük’te bile sınıfsal hiyerarşi, organize dinler ve ruhban sınıfı teoriye uygun olarak peyderpey oluşuyorken, henüz tarım devrimini gerçekleştirmemiş avcı toplayıcı göbeklitepe sakinleri nasıl tapınak inşa etmiş olabilirler? soru budur?

    şimdi müsaadenizle naçizane kendi görüşümü ilave etmek istiyorum.

    en başta göbeklitepe tapınak mı, barınak mı, sığınak mı, meclis mi, rasathane mi, sanat galerisi mi, primitif emtianın trampa edildiği bir ticaret merkezi mi, seküler bir festival alanı mı ya da bambaşka amaçlara hizmet eden bir yapı mı bilmiyoruz. arkeolog ian morris'in naklettiği, meslektaşlar arasında yaygın bir şaka vardır. "kazıp çıkardığınız şeyin ne olduğunu çözemezsek dinsel deyip geçeriz" yapının tapınak yahut öncü tapınak olduğu kesin bulgu değil, en iyi tahminimiz. sonra tapınak ya da ayinlerin varlığı tek başına, bugünkü gibi kurumlarıyla, bütçesiyle, ruhban sınıfıyla, tastamam örgütlü bir dinin varlığını, dolayısıyla organize dinlerin var olabilme koşullarını giderecek (tarım devrimine atfedilen) karmaşık sosyal/siyasal hiyerarşinin mevcudiyetini kanıtlamaz.

    tartışmayı organize dinler var mıydı yok muydu ikileminden kurtaralım. bu çapta yapıların inşasının dinsel bir amaç taşısın taşımasın avcı toplayıcı toplulukların boyunu aşan bir pratik olması gerekirdi sorunundan gidelim. burada tahminimce yapılan hatalı yorumlar paleolitik çağların avcı toplayıcı ilkel kabilesinden tarım toplumlarına geçişte kesikli bir aşamacılık tahayyülünden kaynaklanıyor. bir anda ve kesin çizgilerle avcı toplayıcılık yerini tarıma, göçebelik ise yerleşik yaşama bırakmadı. tarım devrimi binlerce yıla sari, içinde iki ileri bir geri aşamalar barındıran tedrici ve girift bir süreçti. nasıl ki bugün sanayi toplumlarının içinde hala tarım toplumlarının unsurları devam ediyorsa, tarıma geçiş süreci de avcı toplayıcılığın birçok unsurunu bağrında yaşatmaya devam etmiş olmalı. tarım devrimini biteviye ve tekil bir süreç olarak ele aldığımızda avcı toplayıcılıkla arasına kesin bir çizgi çekmiş oluyoruz. bu durumda sosyal yapıdaki karmaşıklığa ve işbölümüne giden evrimi zaman çizelgesinde tek bir noktada görmek istiyoruz. halbuki, belirli bir bölgedeki yaban bitkileri ve hayvanlarını tükettikten sonra bufalo ya da mamut sürülerinin peşinde başka bir bölgeye göç eden, az nüfuslu göçebe ilkel kabile yaşantısı ile tarıma dayalı neolitik toplumların, siyasi erki de içeren şekliyle ilk tam gelişmiş örneği olan sümerler arasında yarı göçebelik, yarı yerleşiklik, konar göçerlik, pastoralizm, natufyen kültür gibi bir çok ara geçiş formu vardır.

    epipaleolitik çağda bile halklar bazı bitki ve hayvan türlerini evcilleştirerek yerleşimler kurmaya başlamışlardır. ki göbeklitepe'ye sanıyorum 40 km mesafede kazılan karahantepe'de bir yerleşiklik kanıtı olarak köy yaşantısına dair bulgular ortaya çıktı. yani henüz bilinen anlamıyla tarım (bitkilerin insan eliyle toprağa ekilerek hasat edilmesi) söz konusu değilken yabani tahıl türlerini devşirerek ve yaban keçisi, yaban koyunu gibi türleri evcilleştirerek kalabalık köyleri besleyecek kritik artı ürün stoğuna ulaşmış olmaları çok mümkündür. 12 bin yıl öncesi urfa ve çevresinin bitki örtüsü ve iklimini tahminleyen uzmanlar, milyonlarca av hayvanının büyük sürüler halinde otlayabildiği, natufyen kültür için çok uygun bir ortam tarif ediyor.

    her ne kadar ilke olarak yerleşik toplumu tarım devriminin bir fonksiyonu olarak kabul etsek de uygun çevresel avantajlarla zirai üretim tarzı başat duruma gelmeden yerleşik yaşama geçildiğini kabul etmek akla yatkındır. bu bakış açısı fikri takip bize şu çıkarımları verir. ilk yerleşimlerin tarihlenmesi tahmin ettiğimizden daha geriye çekilebilir. yerleşik yaşam için tarımsal üretim tarzının varlığı koşul olmaktan çıkarılabilir. avcı toplayıcılarda hiyerarşi ve sosyal örgütlenme meselesi yeniden gözden geçirilebilir. bunlar da az şey değildir. tarihe ve antropolojiye bakışımızda bazı parametreleri revize etmemizi gerektirir.

    ama altyapının üstyapıyı belirlediği savına dayanan oldukça kapsamlı ve tutarlı teoriyi hepten çöpe atmayı teklif eden yaklaşımlara katılamıyorum. "dinsel düşüncenin insanlık tarihinde maddi koşullar doğrultusunda biçimlenen bir görüngü değil, tersine bir motor güç işlevi gördüğü, yani devrimin önce insanın simgesel dünyasında yaşanmış, bu, gerçek dünyayı biçimlendirmiştir" şeklinde özetlenebilecek görüş dinin maddi dünyayı öncelediği fikrine dayandığı için neo-sağ çevrenin çok hoşuna gidiyor. farkındayım.

    insanın (tarih öncesi de dahil) zamansal derinlik içindeki yolculuğunu bugüne kadar en iyi açıklayan kuramın marksist tarih tezi olması bir kısım çevreler için oldukça rahatsız ediciydi. bana öyle geliyor ki göbeklitepe'den elde edilen bulguların klasik teoriyi çöpe attığını iddia etmekte bu kadar aceleci davranılmasının sebebi bu yargı yanlılığına dayanıyor.

    edit: tan tan figürini ve makapansgat çakılı için şöyle bir itiraz geldi. doğal süreçle oluşmuş insanların sembolik olarak kullanımına geçmişlerdir diye. aslında doğrudur. arkeologların buluntuların arasından kazıp çıkarabildikleri objelerin bazıları insan yapımı oldukları için değil, insan kullanımında oldukları için oradadır. ağırlıklı görüş de bu yöndeymiş zaten. gerçi anlatılmak istenen ana fikre zararı yok. arkeologların kesin olarak insan yapımı olduğunu bildikleri objelerin içinde 3.3 milyon yaşında lomekwi taş keskileri, 1.4 milyon yıllık olduvai baltası ya da 420 bin yıl öncesinden kalma clacton mızrağı gibi aparatlar vardır. son iki taşı listeden çıkarıp bu saydıklarımdan eklesem sanırım metnin mesajına bir zarar gelmez, sanat eserlerinden örnekleyerek gitmiş olmamızın bozulan insicamı dışında.

    bir de küçük bir not. göbeklitepe ile ilgili bulguları yorumları 20 yıla yakın zamandır dinlerken, kafamda bir fikir oluşuyordu ama uzman olmadığım için fikirlerim makul mü, saçma mı emin değildim. internet ortamında, gençlik yıllarımdan beri hayranı olduğum antropolog sibel özbudun'un, göbeklitepe hakkında bildiklerim ve düşündüklerime çok yakın görüşlerine denk gelmem görüşümü netleştirdi.

  • “bir politikacı ‘evet’ diyorsa, aslında ‘belki’ demek istiyordur. eğer ‘belki’ diyorsa, ‘hayır' demek istiyordur. ‘hayır’ diyorsa da, gerçek bir politikacı değildir. bir hanımefendi ‘hayır’ diyorsa, ‘belki’ demek istiyordur. eğer ‘belki’ diyorsa, aslında ‘evet’ demek istiyordur. bir hanımefendi ‘evet’ diyorsa, o gerçek bir hanımefendi değildir."

    sebastián pinera *