40 entry daha
  • şerif mardin'in sosyolojik açıdan zorlama bir kavramsallaştırması olarak gözükebilir. ancak "mahalle"nin veçheleri de dar bir kapsam da hapsolmadı, dolayısıyla bir yandan dar anlamı görüp yok saymak, bir yandan da "demek ki korkmakta haklıymışız" gibi mal bulmuş mağribi gibi atlamak mahallenin ve karakterinin içeriksizleştirmesine yol açtı. şerif mardin'in tahlillerine önem veririz de, çeşitli çevrelerden gelen bu tür içeriksizleşmeyi görünce türkiye'nin entelektüel gelişimi hakkında bir kere daha üzüldük. burada da apaçık görülüyor: şu veya bu ad altında şerif mardin'in söylemek istediği özellikle liberal sol ve sosyalist sol cenahta [edit: güncel bir örnek vermek istersek, ahmet insel'in "burjuva demokratik dönüşüm ve sol" (birikim, ağustos-eylül 2007) isimli makalesi örnek olabilir sanırım] tartışma konusu yapılıyordu amma velâkin örneğin kendilerine "cumhuriyetçi" denilen kesim bunu bırakın tartışma konusu yapmayı, anlamaya bile uğraşmadı. dolayısıyla, piyesteki mal bulmuş mağribi rolü, düşünce ve kanaat bakımından çökmüş olduklarının bir kanıtı. halbuki, şerif mardin; ruşen çakır'a verdiği ikinci bir söyleşide (pazar vatan, 10 haziran 2007) hem "mahalle baskısı" terimi hem de genel türkiye halleri içerisinde berraklıkla konuşmuştu. görmezden gelindi... içeriksizleşmenin böyle bir yıkım tehdidinden sıtkımız sıyrılmışken zeynep gambetti'nin yazısı gibi rahatlatıcı argümanlar da gördük. e buyrun:

    "ruşen çakır, malatya cinayetinden sonraki bir yazısında (vatan, 21.05.2007), 'sorun akp değil, çözüm de akp değil' diye yazmıştı. çakır nicedir klişelere itibar etmeme gereğini vurguluyordu. ne yazık ki, şerif mardin'le yaptığı röportajların kendi gazetesi dahil olmak üzere anaakım basındaki yankısı yine klişeler üzerinden oldu. şerif mardin'in gerek ayşe arman'a, gerekse ruşen çakır'a anlatmaya çalıştığı olgular, nüanslar, ikilemler bir elin tersiyle kenara itildi ve 'bakın korkmakta haklıyız'ın kanıtına dönüşüverdi. her gelişmeyi siyah beyaz ekseninden görmeye alışmış derinlik yoksunu türkiye basınında bu defa da baskın çıkan takıntı, bu ülkenin en büyük sorununun türban olduğuydu. din değil, türban! başka hiçbir şey bu ülkede bu kadar ısrarla ve 'derinlemesine' irdelenmemiştir herhalde. irdelenseydi eğer, basın birazcık da olsa çelişkilerin ve karanlıkların üzerine cesaret ve kararlılıkla gidebilseydi, bugün zaten çok ama çok başka bir yerde olurduk.

    mardin'in siyaset bilimci chantal mouffe'tan yaptığı bir alıntı büyük ihtimalle fazla dikkat çekmemiştir: 'demokrasi diye bir şey yoktur, demokrasi uğrunda çaba vermek vardır.' mardin'in bundan çıkarsadığını aktarmakta fayda var: 'çünkü demokrasi her gün yeniden inşa edilen bir şeydir. ve insan haklarına tecavüz varsa, insanların teyakkuzda olması gerekir. kendimi yeteri derece politikaya girmemiş biri olarak görüyorum, biraz da suçluluk duyuyorum...' anlattıklarının siyaseti gerek zihnimizde, gerekse pratiklerde kurgulama şeklimizle alakalı olduğunun bundan açık ifadesi olabilir mi? orduya, devlet adı altında putlaştırılan kurumlar bütününe, cumhuriyetin ta kendisi olduğu varsayılan bir siyasi partiye sırtını dayamaksızın, 'armut piş, ağzıma düş' (veya bunun türkiye kamusal alanındaki tezahürü olan 'ordu gel, bizi kurtar') tembelliğine düşmeksizin yürütülen bir sorgulamanın tüm ağırlığını taşıyor bu cümleler. kimseden bir satır intihal etmeden, hakkıyla uluslararası nam kazanmış bir sosyal bilimcinin kendiyle olan hesaplaşması olarak okunabilecek bu dürüst itiraf, tam da sorunun kaynağına iniyor ve aslında hepimize soruyor: 'biz demokrasi uğruna ne çaba verdik?'

    <ikiyüzlüler ama...>
    bu noktada gözden kaçan en önemli tartışma, mardin'in 'mahalli örgütlenme' olarak açmaya çalıştığıdır kanımca. arman'la röportajında türkiye'de siyasetin kör noktası olagelen bu örgütlenme şeklinin kısa ve şematik bir tarihçesi aktarılıyor. bu anlatı hem bir tespit hem de eleştiri işlevi görüyor. tespit edilen olgu, muhafazakârların yöntemleri iken, eleştirilenin laik-demokrat kesim olduğu belli değil mi?

    halkta zihinsel bir dönüşüm yaratma arzusuyla, yeni birtakım değerleri yukarıdan empoze etmeye çalışan bir cumhuriyetin başvurduğu zorlayıcı yöntemlerin gerekliliği ve yeterliliği tartışılmadı, merkeziyetçilikten ödün verilmedi. tüm bunlar elbet biliniyordu ama altları yeterince doldurulmuyordu. zira merkez/taşra uçurumunu kapatmaya yeltenen muhafazakârlar (dp'den başlamak üzere) her defasında fırsatçılıkla suçlanıyordu. muhafazakârların ikiyüzlülüğünden veya takiye yaptığından başka bir şey konuşulmuyordu. ikiyüzlüydüler gerçekten, ama sonsuz bir enerjiyle kapı kapı, mahalle mahalle örgütlenmede başarılı oldukları da bir gerçekti. yerelin sorunlarını görüyor, ama öyle, ama böyle çözüm üretiyorlardı. laik-demokrat kesim ise yereldeki somut sorunlardan ya bihaberdi ya da bunların makro politikalarla ('gelişme', 'modernleşme' gibi) aşılabileceği konusunda kendini kandırıyordu. daha da kötüsü, okullar ve milli törenler aracılığıyla ezberletilen içi boş sembollerin gerçek bir dönüşüm yaratmaya yeterli olacağını sanıyor, enerjisini bu sembolleri daha da yüksek sesle haykırmaya harcıyordu. muhafazakârların örgütlenme biçimine bakıp kendine ders çıkarmak yerine, daha da merkeziyetçi ve zorlayıcı olmak gibi bir refleks edindi yıllarca.

    bu bağlamda, mardin'in 'risk alabilme' vurgusu, 'korkmakta haklıymışız' diye düşünenlerin ısrarla atladığı bir önerme olsa gerek. demokrasinin gayet uzun ve çetrefilli bir mücadele olduğu gibi bildik bir tespitin içini doldurmadığımız da bu sayede bir kez daha gözler önüne serildi. riskin var olmadığı bir dünya, farklılığın da var olmadığı bir dünyadır. böylesi bir dünya tahayyülünün birlik, beraberlik ve bütünlük ülküsüyle ne denli örtüştüğü açıktır. hakim cumhuriyetçi zihniyetin dün de, bugün de esas korktuğu, kendinden farklı olanla etkileşim içine girmektir. kendi doğrularının sorgulanması karşısında tartışarak ikna etme deneyiminden geçmemiş, hele de farklılıkla yüzleşmenin kendini de sorgulamak anlamına geldiğini hiç aklına getirmemiş, yerel mücadele geleneği olmayan bir seçkinler kesiminin, taban siyasetine ve demokratik örgütlenmeye itibar etmesi düşünülemezdi zaten. 84 yıldır değil bunu denemek, başlamayı bile avrupa ülkelerinin geçmiş oldukları zaman zarfına, yani yüzyıllar sonrasına havale etmek sorunun çözümü değil, kaynağıdır oysa.

    <birlikte eylem>
    solun bu ülkede darbe öncesinde yapmaya çalıştığı, ama gerek fazlaca sekter, gerekse fazlaca ezberci olması yüzünden başaramadığı dönüşüm, yerel pratiklerin evrilmesiydi. işçi sınıfı, işyeri veya sendika örgütlenmesi içinde kendi çıkarlarının farkındalığına kavuşacak, gerçek kurtuluşun nerede olduğunun ayırdına varacaktı. bu anlayışın kökeninde, pratikler ile düşünce arasında diyalektik bir ilişki olduğunu gören marx vardır elbet. ama bugün bunu islamî kesim yapıyor ve başarılı oluyorsa, kitlelerin veya kameraların önünde demeç vermekten başka siyaset türleri olduğuna, solcu olsak veya olmasak da kanaat getirmemiz gerekir.

    demokratik taban örgütlenmesinin bir boyutu yereldeki sorunlara gerçek çözümler üretmek ise, diğer bir boyutu birlikte eyleme pratiğinin önünün açılmasıdır. taşranın cahil ve yönetime muhtaç olduğu fikri son derece sorunludur, çünkü varsaydığı yaratığı kendisi üretir. çözümler birlikte üretilmedikçe, doğrular farklılıklara rağmen birlikte tespit edilmedikçe, şu anki şizofrenik halimizin devam etmemesi tahayyül edilemez. birilerinin etken olarak özneleştiği, diğerlerinin (çoğunluğun) edilgen tüketiciler olarak nesneleştirildiği bir toplumda demokrasinin okulda öğrenilmesine imkan yoktur. cumhuriyetçi gelenek, çok partili sisteme geçtikten sonra bile demokrasiyi salt merkezî bir 'yönetim tarzı' olarak görmekten ileri gidememiş, demokrasinin (bisiklete binmek gibi) yapılarak benimsenen bir 'etkileşim tarzı' olabileceğini hiç akla getirmedi, hiç pratiğe geçirmedi. eğer bu ülkede, ilk millî kongre sayılan sivas'tan önce, anadolu'nun farklı yerlerindeki tabandan gelen bir ivmeyle toplanan yerel kongrelerin varlığı resmî tarihten ve toplumsal hafızadan tamamen silinmiş ise; eğer kadın hareketinin osmanlı'nın son dönemlerinden cumhuriyet'in başına uzanan mücadelesi, 1934'te kadınlara oy hakkının 'verilmiş' olması anlatısı ile örtülmüş ise; eğer her tür halk örgütlenmesi 'isyancı' olarak nitelendirilip kanla bastırılmış ise; kendilerini kamusal alanda var etmeye çalışan farklı etnik ve dini kimlikler, sürekli olarak şüpheli damgası yemeye devam ediyorsa; artık kutsallaşmış olan laik sembolleri farklı tanımlayan herkes aforoz ediliyorsa; o ülkede istediğiniz kadar anayasa yapın, demokrasi benimsenmez.

    mardin'in ortaya attığı diğer bir kavram olan 'mahalle baskısı' da kanımca bu noktada devreye giriyor. epeyce konuşulduğu halde tam da anlaşılamadığını düşündüğüm bu kavramın da, biraz daha irdelendiğinde, ne denli derinlikli ve kapsayıcı olduğu, sadece dini kesimleri anlatmadığı açık: milliyetçilik de bir mahalle baskısı yaratabilir, kemalizm de. apartmanlara bayrak asma furyasının da gösterdiği gibi, birtakım davranış şekilleri ağır bastığında, üstelik bunlara çok yüklü sembolik anlamlar atfedildiğinde, farklı davrananların damgalanması ve dışlanması kaçınılmazdır. toplumsal baskıya dayanabilme haddinin hiç de yüksek olmadığı bu ülkede, 'çoğunluğun tiranisi' sadece akp'nin iktidara gelişiyle ortaya çıkan bir olgu değil. gayrimüslimlerin kamusal alanda adlarının türkçe versiyonlarını kullanmalarından tutun aleviliğin gizlenmesine kadar, mahalle baskısının türlü bin hal ve biçimler aldığı daima görüldü. islamcı kesimin mahalle baskısından korktuğumuz kadar, bir refleks haline getirdiğimiz cumhuriyetçi ve milliyetçi mahalle baskılarından da korkmamız gerekmez mi o halde?

    ve son olarak: demokratik bir açılıma bir gün kavuşsak bile, piyasa güçlerinin ve büyük holdinglerin egemenliğinde olan bir ekonomi karşısında edilgen nesneler olarak kalmaya devam ediyor ve neoliberalizmi hiç sorgulamadan, akp'sinden tsk'sına kadar cümleten kabul ediyorsak, geçim güvencesi olmayan kitlelerin aynen avrupa ve abd'de olduğu gibi ırkçılık, şovenizm, köktendincilik veya şiddete başvurarak kendilerini avutmayacaklarının garantisi nedir?"

    kaynak: zeynep gambetti, "mahalle baskısı", radikal iki, 23 eylül 2007
    http://www.radikal.com.tr/…r.php?ek=r2&haberno=7481

    bkz:
    - "bir parti var, karşıtlığı iyice tırmandırıyor", pazar vatan, 10 haziran 2007
    http://www.rusencakir.com/…am-etmek-dogru-olmaz/758
    - "türkiye ne malezya olur diyebilirim ne de olmaz", hürriyet, 16 eylül 2007
    http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/…7297050&yazarid=12
197 entry daha
hesabın var mı? giriş yap