102 entry daha
  • katliamlar konusunda dünyanın önde gelen uzmanlarından biri olan ve özellikle de democide kavramını ortaya atmış olmasıyla bilinen siyasetbilimci profesör rudolph joseph rummel, 1994 yılında yayınlanan death by government adlı kitabında, 1900'lü yıllarda dünyanın en ölümcül rejimlerininin (most lethal regimes) sıralamasını verir. rejimler, ülkeleri sınırları içerisinde öldürdükleri vatandaş sayısına göre sıralandıklarında, ortaya şu tablo çıkar:

    1. sovyetler birliği (1917-1987), 61.911.000 kişi
    2. komünist çin (1949-1987), 35.236.000 kişi
    3. nazi almanyası (1933-1945), 20.946.000 kişi
    4. milliyetçi çin (1928-1949), 10.075.000 kişi

    bu sıralamada, ittihatçı türkiye (1909-1918), 1.883.000 kişiyle sekizinci, mustafa kemal dönemi türkiyesi (1919-1923) ise 878.000 kişi ile 17. sıradadır.

    rummel'ın "megamurder" endeksi ise, öldürmenin sayısına değil, oranına göre bir sıralama yapar. bir iktidarın, sene başına ülke nüfusunun ortalama yüzde kaçını öldürdüğü (percent of citizens killed through democide per year of the regime) esas alınarak yapıla "en ölümcül 15 rejim" (fifteen most lethal regimes) sıralaması ise şöyledir:

    1. kamboçya (1975-1979) %8.16
    2. mustafa kemal türkiyesi (1919-1923) %2.64
    3. hırvatistan (1941-1945) %2.51
    4. polonya (1945-1948) %1.99
    5. ittihatçı türkiye (1909-1918) %0.96

    mustafa kemal türkiyesinde (1919-1923) öldürülenler, ermeni ve rumlar başta olmak üzere gayrimüslimler. ancak belirtmek gerekli ki, burada kast edilen kurtuluş savaşı'nda öldürülen işgalci askerler değil, osmanlı vatandaşı olan gayrimüslimler. bu dönemde öldürülen 878.000 kişiden 703.000'i osmanlı vatandaşı iken, vatandaş olmayanlar da dahil edildiğinde, rakam 878.000'e yükseliyor.

    adana, maraş gibi şehirlerde yapılan ermeni katliamlarına ve trabzon gibi şehirlerde yapılan rum katliamlarına dair rakamlar, tahmin edilenlerden daha az ya da daha fazla olabilir. ancak ittihatçıların başlattığı gayrimüslim sivillere yönelik ve büyük boyutlu soykırımların milli mücadele döneminde de sürmüş olması ancak resmi tarihin bunlardan hiç söz etmemesi bu noktada önemlidir.

    tema:
    (bkz: kurtuluş savaşı/@derinsular)

    ana tema:
    (bkz: tarih/@derinsular)

    diğer ilgili temalar:
    (bkz: ermeni soykırımı/@derinsular)
    (bkz: soykırım/@derinsular)
  • konu hakkında yazılmış önemli bir yazı için bkz.:

    böyle bir 19 mayıs
    murat belge
    22 mayıs 2012

    --- alıntı ---

    “yeni tip” bir 19 mayıs geçirdik. 19 mayıs’ın “yeni” olmasına karşılık, kemalist-milliyetçiler “eski” davranış biçimleriyle tepki verdiler. “saygı duruşu” yok diye sinir krizi geçirmek, bir anda, elindeki çiçek demetini kırbaç türünden bir âlet sanmak gibi davranışlarla, olay çıkarmak üzere ellerinden geleni yapmakla, bir süredir devam eden bu cinnetin yeni örneklerini verdiler. çok şaşılası bir durum değil. o kesimin yoluna böyle devam edeceği de çoktan beridir belli.

    şimdiye kadar kaç kere yazmışımdır; bir daha tekrar edeyim. 19 mayıs günü, türkiye’nin kurtuluş savaşı’nın başlangıç tarihi olarak kabul ediliyor ve onun için de “bayram” oluyor, kutlanıyor. yani, mustafa kemal atatürk samsun’a “ayak basıyor” ve kurtuluş savaşı başlıyor. böyle mi, olay?

    böyle değil.

    bir toplumun bir “kurtuluş savaşı”na hazırlanmasının evreleri olarak görülecek çok sayıda irili ufaklı olay ve girişim var aslında. toplum bu enerjiyi ve bu eğilimi üretemese zaten herhangi birinin herhangi bir yere “ayağını basmasıyla” bir mücadele, bir direniş başlamazdı. başlayamaz.

    bu irili ufaklı girişimlerden biri erzurum kongresi’dir. pek “ufak” da sayılmayacak bir olaydır –yani, örneğin amerika’nın 1774’teki “continental congress”i gibi olmayabilir; ama 56 delegenin (çeşitli doğu illerinden geliyorlardı) katıldığı bir toplantıydı. hazırlığında ve örgütlenmesinde mustafa kemal’in payı olmadığı için hem olmasını istemediği, hem de katılmadan edemediği bu kongrenin kurtuluş savaşı’nı başlatan ilk önemli olay olduğu açıktır. mustafa kemal’in kendi inisiyatifini vurgulamak için düzenlediği sivas kongresi’nde katılım 38 kişiyle sınırlıydı.

    daha sonra, nutuk’ta, mustafa kemal kurtuluş savaşı’nın mustafa kemal versiyonunu yazdı ve kendinden ve yanında durduğuna inandığı üç beş kişiden başka herkesin süreç içindeki rolünü, payını, katkısını küçülttü. o zamandan beri biz kurtuluş savaşı’nın bu anlatısını tek doğru anlatı olarak kabul etmiş ve benimsemiş durumdayız.

    “milliyetçi” olmak... bir mücadele verilmişse, buna ne kadar çok insan katılmışsa, bir milliyetçi o kadar sevinmez mi? işgal altında olmayan kentlerden şu kadar insanın yola düşüp memleketin kaderinin ne olacağını görüşmek üzere erzurum’a gelmesi, bir kişinin samsun’a gelmesinden daha anlamlı bir “millî olay” değil midir? şüphesiz öyledir. ama kemalist milliyetçilik, böyle bir milliyetçilik değildir.

    kemalist milliyetçilik “kişi-kültü”nden ayrılamaz. bunun başlıca nedeni de, altı okun birine rağmen, halka karşı duyduğu açık güvensizlik ve yarı gizli sevgisizliktir. “ulu önder”in ölümünden yetmiş küsur yıl sonra içinden hâlâ akp’yi çıkaran ve iktidara getiren bu halka elbette güvenemez ve böyle bir halkı elbette sevemezsiniz. böyle bir halkın kendi başına herhangi bir iş becereceğine elbette inanamazsınız.

    o zaman siz de “tek adam” diyeceksiniz. “ulu önder”in doğumunun yüzüncü yılını 12 eylül rejimi altında kutlamış, her yere “atatürk yüz yaşında” yazmıştık. bunu üstünden de 31 yıl geçti. yani 131 yıldır atatürk’ün dengi ne demek, onun yanına yakışabilecek tek bir kişi çıkaramamış bir milletin milliyetçisi olacaksınız.

    dünyaya, tarihe, hayata bu gözle bakan insanların “bayram”dan ne anladıkları, anlayacakları da bellidir. bu bayramların biçimi, içeriği, mussolini’nin italya’sında, hitler’in almanya’sında, stalin’in rusya’sında, mao’nun çin’inde ve buna benzer çeşitli yerlerde belirlenmiştir.

    böyle yerlerde, 19 mayıs’ın kendisinden 93 yıl sonra “stadyumda” gösteri yapan kızların eteklerinin kaç santim olacağının tartışılıyor olmasında da şaşılacak bir şey yoktur.

    --- alıntı sonu ---

    tema:
    (bkz: kurtuluş savaşı/@derinsular)

    ana tema:
    (bkz: tarih/@derinsular)
  • ---alıntı ---

    alalım düşmandan eski yerleri!
    15 temmuz 2018

    geçenlerde bir ahbabım yeni yayınlanan bir makalesini gönderdi. makaleyi okurken bir noktada enteresan bir anekdota denk geldim ve verilen kaynağa giderek biraz daha detaylı bilgi almak istedim. kaynak, birinci dünya savaşı yıllarındaki britanya arşivleri. bir zamanlar gizli olan görüşmeler, artık herkesin erişimine açık. savaş yıllarında ingiliz yönetimi aralarında neler tartışmış, hangi cephe için ne gibi stratejiler geliştirmiş, bu stratejilerin hangileri tercih edilmiş, hangileri uygulamaya konmuş, hepsini görmek mümkün: http://www.nationalarchives.gov.uk/…conclusions.htm

    peki, ingiliz kabine üyelerinin kendi aralarındaki diyalogları, türk resmi söyleminin "yedi düvel" ve spesifik olarak ingilizler hakkında söylediklerini teyid ediyor mu? elbette hayır. peki bilgiye erişimin bu denli kolaylaştığı bir devirde neden hala aynı masallara inanabiliyor ve bazı kötücül aktörlerin sürekli türkler aleyhine planlar yapmakta olduklarına inanabiliyoruz? birbiri ile bağlantılı birkaç şey sayılabilir: (1) ingilizce (bile) bilmemek. (2) merak yoksunluğu. (3) okumamak. (4) epey kötü bir eğitim sistemi; çalıntı veya uyduruk tezler yazan insanlara doktora dereceleri dağıtan üniversiteler; kariyeri boyunca bir kez bile muteber bir dergide yayın yapamayacak olan profesörlerin üniversiteleri doldurması. (5) "eğitimli" insanların önemli bir kısmının okuduğunu sağlıklı bir şekilde anlayıp değerlendirebilmekten dahi mahrum olması.

    asıl nedenler illa ki bunlardır diyemem; ama bu sorunların kronikleşmediği bir ortamda bu gibi çocukça yaklaşımların en azından eğitimli kesim içinde kolay kolay itibar görmeyeceğini söyleyebilirim.

    * * *

    peki 1914 ve sonrasında neler yaşanmış? bir savaşa girmişsin. hatta savaş çıkar çıkmaz saldırgan tarafa neredeyse yalvarmış ve neticede onunla müttefik olmayı "başarmışsın". ummuşsun ki, bu adamların peşine takılırsan, yeniden güçlenirsin. çünkü artık tek başına savaş kazanamıyorsun, ama bu ittifak bazı şeyleri değiştirebilir! tabii türk zihninde güçlenmek eşittir toprak kazanmak. (bugün bile maalesef böyle.) düşmandan eski yerleri alacaksın, bir zamanlar kulun olan insanlara yeniden diz çöktüreceksin. ve yitirdiğin imparatorluğun ihya olacak!

    saldırgan taraf ile müttefik olmak, onun savaş açtığı devletleri doğrudan karşına almak anlamına geliyor. sen bunu (ve bir dizi başka saçma sapan işi) yaptıktan sonra gün gelmiş o devletlerden biri çanakkale'ye dayanmış... ve sen çok öfkelenmişsin! halbuki bunda şaşırtıcı bir şey yok. rusya'ya karadeniz üzerinden destek götürmek istiyor ki, almanya zayıflasın. neticede, savaşı kazanmak gibi bir hedefi var ve belli bölgeleri ve rotaları kontrolü altına alırsa başarılı olma ihtimali artacak. yani konu aslında tam olarak sen bile değilsin. ama belli ki bir şekilde önemli olmaya ihtiyacın var, ve ne yaparsan yap hep sen haklısın!

    * * *

    peki ingiliz kabine arşivleri ne söylüyor? pek de beklenmedik bir şey söylemiyor. büyük bir savaş içine düşmüş bulunan bir ülkenin kabinesi neler konuşursa, onlar da onu konuşmuşlar. "hangi cephede ne yaparsak elimizi güçlendiririz?" konuşmaların çerçevesinin en kısa özeti bu... bu cephelerden bazılarının osmanlı'yı doğrudan ilgilendirdiği doğru. ama anadolu ve mezopotamya'nın savaşın merkezinde olmadığı (ve hatta epey kenarında kaldığı) da doğru. ancak türkler böyle görmüyorlar ve görmek istemiyorlar. görmüyorlar; çünkü birinci dünya savaşı'nın sadece kendilerine bakan yönleriyle ilgililer. ve görmek istemiyorlar; çünkü türklerin aslında savaşın epey kenarında olduğu gerçeği ile yüzleşmekten kaçıyorlar. çünkü bu gerçek, hem "yedi düvel üzerimize geldi, bizi yok etmek istedi" masalını tehlikeye atıyor, hem de türklerin "önemli ülke olma" ve "ciddiye alınma" eksenindeki psikolojik ihtiyaçları ile çelişiyor.

    ne var ki, gerçekler başka, psikolojik eziklikler başka... ve gerçekler, ingilizlerin (elbette) osmanlı'yı öldürmeye ya da yaşatmaya değil, savaşı kazanmaya odaklandıklarına işaret ediyor. yani ingilizlerin osmanlı'ya yönelik politikaları, olsa olsa savaşa ve sonrasına yönelik stratejilerinin bir parçası olabilir, doğrudan osmanlı'ya yönelik dostluk ya da düşmanlığın değil. bu gayet basit bir gerçek. ama dünya üzerindeki devletleri rasyonel aktörler olarak görmek yerine, türkleri ortadan kaldırmak üzere sürekli perde arkasında planlar yapan kötücül odaklar olarak algılamak, bu basit gerçeği görmeyi zorlaştırıyor. (genel manada dünya hayatını müslümanlar ile kafirler arasında kıyamete kadar sürecek bir mücadele çerçevesinde algılamak ise, her şeyi hepten içinden çıkılmaz hale getiriyor.)

    yazının başında bahsettiğim anekdot, bu nedenle enteresan. zira, dönemin başbakanı lloyd george, mezopotamya ve (bakü dahil) kafkasya'yı osmanlı devleti'ne vermek suretiyle türkleri savaştan çekilmeye ikna etmeyi bile düşünmüş! (war cabinet minutes, 435(6), cab, 23/6, 24 june 1918.)

    yani demiş ki, verelim türklere kafkasya'yı ve bakü'yü... araplara bağımsızlık sözü verdik gerçi ama bırakalım onlar da otonomi ile yetinsinler... türkler bu topraklara kavuşma karşılığında savaşı terk etmeyi kabul ederlerse, biz de almanya'yı daha kolay alt ederiz...

    masadaki opsiyonlardan biri de buymuş... ama bunlar bizim baş edebileceğimiz türden gerçekler değil, çünkü bu gibi gerçekler dünyaya dair bütün tasavvurumuzu yerle bir edebilir. bizim gerçeklere değil, kendimizi iyi hissetmemize yardımcı olacak kurgulara ihtiyacımız var.

    ______________________

    bir not:
    - osmanlı devleti çok önce son bulabilirdi. ancak rusların akdeniz'e inmesini istemeyen ingilizler, yüzyıllarca osmanlı'nın toprak bütünlüğünü temin eden bir politika izlediler. hemen her kaynakta rastlanabilecek, sıradan bir bilgidir. ama türkiye'de çok bilinmez, çünkü resmi kurguyu yıkabilir.

    en önemli not:
    - daha önce, türkiye'de kurtuluş savaşı'na dair anlatının tamamen kurgusal olduğunu ve gerçeklerle örtüşmediğini izah eden bir dizi yazı yazmıştım. ama bu yazıları zorla 80 milyona okutsak ve tartışma götürmez kaynakları herkesin önüne sersek dahi çok bir şey değişmeyebilir. çünkü, osmanlı, çanakkale savaşı, kurtuluş savaşı, yedi düvel ve daha bir sürü kurgunun varlık sebebi sadece cehalet değil. cehaleti elbette azımsamamak gerekli. ama bu basit kurguların bu denli güçlü ve yaygın olmasını, sadece devletin milletine bir masal anlatmasıyla açıklamak zor. milletine masal anlatan bir devlet gerçekten de var. ama bu masallara ve içerdikleri efsanelere inanmak isteyen bir millet de var. kaldı ki, masal anlatan devlet ile masal dinleyen millet arasındaki ayrım da aslında çok gerçekçi değil. (bugün masal anlatanların çoğu, kısa bir süre önce masal dinliyorlardı.) özetle, konu sadece bilgisizlik değil. sorunun psikolojik yönü de çok güçlü.

    bir insanın inancını sarsmak kolaydır. bazı gerçekleri göstermek yeterli olur. ama bir insanı inanmak istediği şeyden vazgeçirebilmek zordur. çünkü istemek daha çok psikolojik temellere sahip.

    ---alıntı sonu ---

    alt tema:
    (bkz: kurtuluş savaşı /@derinsular)

    tema:
    (bkz: tarih /@derinsular)
125 entry daha
hesabın var mı? giriş yap