• sultan abdülhamid zamanında bir müddet istanbul’da yaşamış, türk kadınları hakkında birkaç kitap yazmış, abdülhamid’den mükâfat olarak bir nişan almış, birinci dünya harbi senelerinde avrupa’da hemşirelik yapmış, 1922’de tekrar türkiye’ye dönerek avrupa gazetelerine istiklâl harbi hakkında ve türkiye lehinde haberler göndermiş, mustafa kemal paşa ile de defalarca görüşmüş bir ingiliz yazar. yeni türkiye’yi incelediği iki kitabından 1923’te yayınladığı an english woman in ankara (ankara’da bir ingiliz kadın) ile 1928’de çıkardığı “turkey today” (bugünkü türkiye) isimli eserlerinde o günkü yaşamı ve siyasi ahvali uzun uzun anlatmış, mustafa kemal paşa ile yaptığı mülakatı da kitabına koymuştur.
  • paşa'nın anacığının son günlerinden hemen önce görmüş, konuşmuş kişilerden biridir ve kitabından bunlardan da bahseder ki bir daha göremeyektik dediğine göre ropörtajın da ocak 1923'te yapıldığını anlayabiliriz.

    kitabın orijinalini okuma fırsatı buldum ve iki konuya yer vermek isterim;
    ilki kadınlarla ilgili reformu hakkında
    ikincisi ise paşa'nın evliliği hakkında çok bilinmeyen bir kısım.

    kesmeden aktarıyorum:

    1. kadınlar ve reform

    "gelecek yıl bu zamanlar," dedi mustafa kemal, "bir kadın özgür olmalı. yüzünü açmalı ve erkeklerle karışmalı.”

    "erkekler nasıl beğenecek?" diye sordum. (kabullenecekler mi bu durumu diye soruyor aslında)

    "neyi sevip sevmedikleri pek önemli değil. özgürlük gelmeli.”

    erkek giyiminde geleneğe sabrı kalmamıştı. “yaz gelip de kalpaklarımız çok sıcak olunca güneşten korunmak için siperlikli şapkalar takacağız. "ırk"ı ortaya çıkarmak için "kıyafet"in zamanı geçti. rahat etmek için giyinmeliyiz.”

    hamid bey ve lozan'daki diğer delegeler aynı görüşteydi. eski, geleneksel giyim tarzının "avrupa'daki türkleri aşağı bir ırkın mensubu olarak damgaladığını" söylüyorlardı.

    2. evliliği

    cesaretimi iki elime alarak, arkadaşlarının bana ifade ettiği, onun bir prensesle evlenmesinden duyduğu korkudan bahsetme cüretinde bulundum.

    "bu asla olmayacak," diye yanıtladı. “kendi halkımdan, tüm çalışmalarımda eşit ortak olacak kadar karakterli, eğitimli bir kadın seçtim zaten. kişinin yarım karakteri ve yaşamı için bir birliktelikten mutluluk olamaz. ama ben demokrasiden yanayım ve hiçbir zaman mevki beni cezbetmedi.”

    artık herkes mustafa kemal'in müstakbel eşinden bahsediyor. yüzük onun için lozan'da, bu iş için herhangi bir okul çocuğu kadar heyecanlı olan delegeler tarafından satın alındı.

    ruşen hanım, paşa'nın mudanya konferansı sırasında müstakbel kayınpederinin yanında kaldığını ve mükemmel ingilizce ve fransızca konuşup yazdığı için latife hanım'ın tüm gönderilerinde en çok yardımcı olduğunu kanıtladığını söyledi.

    an englishwoman in angora, grace ellison (1923)
  • bu hafta, daha önce görmediğim eski bir kitabı inceleme şansım oldu. yazarı (bkz: grace ellison) bir iskoç kökenli gazeteci. 1. dünya savaşı yıllarında gönüllü hemşirelik yapmaya başlıyor, haliyle yolu o dönem türkiye ile kesişiyor.

    işte bu hanım:
    görsel
    görsel

    1923'te kaleme aldığı ankara'da bir ingiliz kadın keyifli bir kitap, içi fotoğraflar ve vinyetlerle süslü.

    kapak
    ata'mın grace hanım için imzaladığı fotoğrafı: madmuazel gras elison, 22/11/922 yazılı: görsel
    dedim ki ben bu güzel fotoyu biraz daha güzelleştirebilirim. buyrun

    grace hanım fethi okyar'ın aracılığıyla, paşa ile bir öğle yemeği yer, yemekte sohbet edip röportaj yaparlar, paşa gündemi değerlendirir. en önemli gündem o günlerde elbette lozan konferansı'dır. aynı zamanda yazar paşa ile ilgili gözlemlerini, çalışma odasını, ev düzenini, masasını, duvarda asılı tabloları tane tane paylaşıp çizimlerle de anlatır.

    görüşmelerinden bir bölümü siz değerli ekşi sözlük okurları için çevirdim. biraz uzun gibi ama çok da kısaltırsam bütün keyfi kaçacaktı. buyrunuz efendim, iyi okumalar...

    ***
    artık ankara'yı tanıdığıma göre, onun milliyetçi kahramanıyla da tanışmalıyım. fethi bey beni bu öğleden sonra meclis'te başkanla görüşmeye davet etti. lozan konferansı başlıyor, belki izlenimlerini bana aktarır.

    bekleme odasının penceresinden paşa'nın geldiğini gördüm, yanında yalnızca bir yaver vardı. ona güvenen ve onu seven halkının arasında lenin'den bile daha sıkı korunduğuna dair hikayelerin aslı astarı yok!

    m. kemal paşa'nın bütün başarıları şöyle dursun, bugün türkiye'nin en büyük adamı olduğunu anlamak için onu görmeye gerek yok. gerçekten de mucizeler gerçekleştirmiştir; ama böyle bir insan için asıl ölçü daha çok halkının genel tavrıdır.

    onu devlet adamı, asker ya da hatip olarak mı yüceltmeli? zira her üç yönden de gerçekten usta. şahsen savaşı önleyene, bir fatihten daha çok minnet duyarım. onunla bir devlet adamı olarak tanıştığım için öncelikle onun siyasi yönünü ele alacağım.

    büyük olaylar büyük adamlar yaratır ve bir milletin hayatında muhtemelen ancak bir kez mustafa kemal'i bulacak vahim durumlar ortaya çıkabilir.

    insan ancak burada, onların yanında, hükümetin ankara'da yapmak zorunda kaldığı her şeyi anlayabilir ve yığınların hâlâ bu tek adama cesaret ve ilham kaynağı olarak nasıl baktığını kendi gözleriyle görebilir. hedefe ulaşmaya olan inancını yitirmiş olsaydı, her şey yitirilmiş olurdu. "ya istiklal ya ölüm”, yıllarca mottosu olmuştur.

    sanıyorum, ne kadar ilan etsek de görmeyenler yeni türkiye'nin doğuşuna inanmayacaklardır. türk'ün kendi topraklarında bir hiç sayıldığı günlerde kuralları koyanlar hep yabancılar, büyükelçi prenslerdi. ama işte yeni türk geldi; yeni bir ulusun üyesi. lozan'da türkiye, kendine saygısı olan herhangi bir insandan vazgeçmesinin istenebileceği önemli bir talepte de bulunmadı.

    ve yine de büyük devletler hala “eski” türkiye ile anlaşmaya çalışıyorlar! iyi niyetli de olsa, hain azınlıklar adına işgüzar müdahalemizi artık sürdürmek zorunda değiliz; örneğin, amerika asla zenci nüfusunu muaf tutmadığı gibi, hıristiyanların askerlik hizmetinden muaf tutulması konusunda ısrar etmez.

    rumlara ve ermenilere diğer tüm türk devlet adamlarından çok daha müsamahakardır. anadolu'yu kasten yok etmelerini bile, daha büyük, entrikacı güçlerin kurbanları olan, yanlış yönlendirilmiş bir halkın feveranından başka bir şey olarak görmüyor. türkiye dışında yuvaları olmadığına dair insani inançtan dolayı, ticaretteki yerlerini yahudilere vermektense sadakate dönüşlerini memnuniyetle karşılayacaktır.

    kelimenin tam anlamıyla ülkesine adanmış mustafa kemal'in ev hayatı, ciddi fedakarlıklar içeriyor. bu çevre kendine hiçbir eğlence, ortam değişikliği, dünya kültürüyle ilişki kurma izni vermiyor. bu ıssız dağlar arasında bir tiyatro oyununa, konsere gidip monotonluğu kırma şansı yok; avlanamıyor veya herhangi bir sporu takip edemiyor; ve tabiatla, en azından kışın arası pek hoş değil.

    hayatı, sürekli okumak, çalışmak ve planlamak, gözlemekten ibaret.

    kimse ikinci adamı görmek istemiyor, herkes "paşa"yı görmek istiyor. belki de onun zengin kişiliğine en yakın tarihsel paralellik julius caesar'dır insan onun da bize ceaser'ın eseri "yorumlar" gibi bir eser bırakmak için zaman bulabileceğini umarım. akıl dolu ve heyecan verici konuşmalarından çok değerli bir yorum derlenebilir.

    sanatta en yüksek biçimin en basit olduğu gibi, her şeye rağmen doğu'da mükemmel demokrasiyi göreceğiz. başkan wilson'ın idealleri imkansız diye bir kenara atıldı; rusya, karl marx'ın öğretilerini uygulamada bariz bir şekilde başarısız oldu. en azından mustafa kemal paşa'nın doktrininin, umutsuz bir depresyon içindeki ülkesini yükselişe geçirdiğini söyleyebiliriz.

    "paşa" ile ilk görüşmemde alnına iyice oturmuş büyük bir astragan kalpak takmıştı ve sigara üstüne sigara içiyordu. başkanlık ofisinde bakanları ve milletvekillerini ağırlamakla meşgul olmasına rağmen, aynı zamanda tüm durumu ve tartışmaları sonlandırabilecek nihai ve kesin bir yanıtla özetlemek için doğru anı bekliyordu. bir konuyu çözme, çıkış yolunu bulma ve onu kavrama gücü, onun eşsiz otoritesinin başlıca kaynaklarından biridir.

    ancak, dostça bir fincan kahve içmeye hazırdı ve hemen ingiltere'den haberler istedi. fethi bey, bir hanımlar kulübünde akşam yemeği de dahil olmak üzere, londra'da onu tanıştırdığım hayattan birkaç sahneyi hatırlattı. çoğu kadın, paşa'nın yıpranmış teninin resmedilmeye değer tonuna hayran kalır, ancak gözlerin delici, sert bakışı size söylemeniz gerekenleri açık ve sessiz bir şekilde söyleyip gitmenizin iyi olacağını hatırlatır! çok ciddi ve enerjik olmasına rağmen, çok güzel ayarlanmış bir sesi var. seçkin bir fransızcası var, türkçede hatiptir. yani karşımızda bir fatihin yüzü ve ifadesi var, ama ses dünyanın kültürlü bir insanının sesi.

    ertesi sabah mustafa kemal arabasını (izmir halkının hediyesi) ankara'dan yaklaşık yirmi dakika uzaklıktaki çankaya'daki villasına götürmem için gönderdi. bu, şehrin en iyi yoludur; çukur ve tümseklerle ve tek tük evlerle dolu bir yol! çankaya ona halk tarafından verilmiş olmasına rağmen, bu mülkü orduya devretmiştir ve orada onların konuğu olarak yaşamaktadır - kesinlikle alışılmadık ama büyüleyici bir sevgi örneği. acaba paşa, istanbul'dan bir tarihçi ve mimarın yeniden dekore etmek için geldiği, bursa'da da kendisine hediye edildiğini gördüğüm evin aynısını yapacak mı?

    çankaya'da ankara'nın mükemmel bir kuşbakışı görüntüsü vardır; gün ortasında veya günbatımında, serpiştirilmiş veya karla kaplı, her zaman pitoresk. yılın oldukça geç saatlerine kadar her sabah birkaç saat güneş ışığı alıyor; güzel beyaz minareleri karşılamaya yetecek kadar, müezzinin inananları günde beş kez namaza çağırdığı her doğu sahnesinde olan bir özellik. paşa'nın özel muhafızının bir laz üniforması giydiğini görüyoruz, bence hanımlarımız bu kadife veya satenden giysiyi kopyalamaktan mutluluk duyacaklardır. ancak bu giysi sadece trabzonlu askerler gibi uzun boylu, zayıf ve sağlam yapılı olanlara yakışır.

    kapıda, güzel bir kahverengi av köpeğinin gürültülü selamını memnuniyetle kabul ettim. ardından şefinin konuklarını her zaman neşeli bir gülümsemeyle karşılayan yaver mahmut bey geldi ve doğruca eve buyur etti.

    köşk büyük ve iyi inşa edilmiş. salon ve antre birleşiminde beyaz mermerden bir şadırvan sürekli şırıldamakta. ankara'daki iki piyanodan biri bir köşede duruyor; ne yazık ki bunların ikisi de kullanışlı olmaktan çok süs, tahmin edilebileceği gibi çok eski! büyük bir masa, bazı güzel bitkiler ve her zamanki türk ya da iran halıları mobilyayı tamamlıyor. bir kapı paşa'nın annesinin dairesine, diğeri ise kendi oturma odasına açılıyor.

    ev sahibim beni batı tarzı kırmızı deri kanepesinden selamlamak için ayağa kalktığında, bir yasa koyucuyla konuştuğuma inanamadım. kalpaksız, güzel taranmış sarı saçları, kısa kesilmiş bıyığı, kırışıksız, özenle dikilmiş giysileri, londra'da bir misafir odasında bir beyefendi gibi tabii ingiliz ya da bir kuzeyli olmadığı kesin. yine, onun keskin mizah anlayışı türkler arasında pek yaygın değildir ve keyifli hikayelerinin kışkırttığı kahkahalara ne kadar yürekten katıldığını görmek de bir zevkti.

    duvarda osmanlı'nın kurucusu osman bey'in portresi asılı. yazı masası üzerinde bazı napolyon yayınları fark ettiğimde, "muhteşem bir zafer için yalnızca tebriklerimi sunmak yerine, bu 'küçük korsikalı' hakkında bir kitap getirmeyi düşünmediğime" pişman oldum.

    "lütfen sakın böyle bir şey düşünmeyin' diye yanıtladı. büyük bir general olarak beni ilgilendiriyor, ama-"

    "ilginizin neredeyse saygıya vardığını anladım, ya da öyle söyleniyor."

    "ne garip bir söylenti! doğal olarak bütün büyük stratejistleri inceliyorum ama sakarya'yı austerlitz ile karşılaştırmak kesinlikle büyük bir iltifat değil."

    bu vurgulu açıklamanın beni oldukça şaşırttığını itiraf etsem de, bu bana savaştan birkaç yıl önce yaptığım bir konuşmada mösyö clemenceau'nun böbürlenmesini hatırlattı.

    m. kemal, bu fransızın böbürlenmesine gülümseyip övüneni onurlandırsa da, kendi eleştirisini daha sakin bir şekilde dile getirdi:

    napolyon hırsı ön planda tuttu. kendisi için savaştı, "dava" için değil - yenilgi kaçınılmazdı".

    odun ateşinde donmuş ayak parmaklarımı ve ellerimi eritmek için yaptığı zarif davetten yararlanarak mustafa kemal'i dinlerken, merak ediyorum, başkaları benim yerimde olmak için neleri vermezdi? kırk yaşından büyük olmayan, dünyanın en büyük generallerinden birinin özel konuşmasını dinliyordum.

    “hiç başarıdan şüphe duydunuz mu?" diye sordum.

    "hayır, asla" diye cevap verdi. "baştan itibaren tüm plan (cephanemiz yokken bile) olduğu gibi yürüdü. kan dökülmesini ve yıkımı önlemek için savaşı erteledik. fethi bey londra'ya gitti. son bir çıkış yolu olarak, çünkü bir antlaşma istiyorduk - kanla değil, mürekkeple".

    barış için bu son çaba, belki de bu büyük adamın savaşla boğuşan bir nesle yaptığı en güzel jest değil mi? fetih gücünün kesinliği içinde kendisi için kazanabileceği zaferi bildiği halde, büyük güçleri, yunanlılar'ı barışçıl bir şekilde ayrılmaya ikna etmek için üç ayrı girişimde bulundu. hazırlık gevşemez, hiçbir ayrıntı unutulmadı; köylü orduları anadolu'da hazır, barış devam ettiğine göre büyük şef'in neden savaşmadığını merak ediyorlardı!

    generallerinden biri daha sonra bana şöyle dedi: "ordusuna komuta ettiğini görmeden 'paşa'yı yargılayamazsınız. onlara önderlik ettiğinde askerler her şeyin yolunda olduğunu bilirler, "onun yıldızı iyi" derler ve yıldızların kendileri için kötü tahminde bulunduğu bilinen doğu'daki generallere ihtiyaçları yoktur. kararları netleştirmek için hızla çalışır, her şeyden önce asla aklını kaçırmaz ve muhakemesi sağlamdır.”

    hem subaylardan hem de erlerden gelen bu genel, sınırsız sevgi ve saygı olmasaydı, mustafa kemal asla meclis'i kuramaz ve yeni bir türkiye yaratamazdı. sürgün, isyan ve utançla geçen yıllar boyunca onu asla terk etmeyen ateşli gençliğinin vizyonunu böylece gerçekleştirdiğinde; artık her an kendini diktatör ilan edebilecekken, sorumluluğu halkın temsilcilerinden çalmayacaktır. “meclis” diyor, “tek adam değil; ben sadece meclis başkanıyım.”

    “kemalist” kelimesini duymaktan hoşlanmıyor. “ölsem de devam edecek olan bir hareketin ruhunu taşımıyor.”

    kendisine kendi işinden bahsedildiğinde ya “görevimi yaptım” diye cevap veriyor ya da tüm şerefi meclis'e havale ediyor.

    avrupa'nın birçok büyük devlet adamıyla görüştüm ama ondan daha alçakgönüllü birini tanımadım. yine de, içlerinde hangisi büyük zorluklardan böylesine bir zafer inşa etti?

    bu küçük odanın mobilyaları elbette "yerli". yemek takımı kütahya'dan, halı ve kilimler anadolu'dan. duvarlarda, müslüman hükümdarların hepsinin kabul ettiği fatihe hürmetle gönderilmiş mücevherli kılıçlar ve diğer ganimetler veya hediyelik eşyalar asılı. kendini silmeye, sadeliğiyle övünmeye ve gerçek bir demokrasi kurmaya çalışabilir; ama şahsiyetinin damgası bütün islam aleminin üzerinde; elinde islam'ın anahtarlarını tutmaktadır.

    mısır'da "kutsal angora"dan söz edilir ve gelecekteki meclisler nerede toplanırsa bulunsun, o her zaman kutsal olacaktır. mısırlı bir prensesin gazi paşa'dan "o" veya "ona" diye söz ederken büyük harf kullandığını fark ettim. keşke lozan'daki delegeler, ankara'nın perde arkasını görmeyi başarabilseydi!

    paşa dürüst değilse başka hiçbir şey değildir. blöf yapacak vakti yok, ama gururu eski başbakanımızın "bu insanlarla silahlı konuşmalısın" şeklindeki boş böbürlenmesiyle incindi.

    mustafa kemal'in camerad areloff'tan etkilendiğini söylemekten daha gülünç ya da gerçek dışı hiçbir suçlama olamaz. bolşevizm ve milliyetçilik ayrı kutuplardır. yine de paşa, rusya gibi bir ülkeden itibar edilen herhangi bir temsilciyle görüşme davetini güçlükle reddedebilirdi; yine de hiçbiri m. kemal'in kendi muhakemesini kullanma ve kendi kararını verme şeklindeki değişmez alışkanlığını değiştiremez.

    nadiren pratik bir amacı olmadan konuşsa da, neredeyse eski bir okul arkadaşının yakınlığına yaklaşan bir samimiyetle konuşunca onur duydum. bununla birlikte, muhtemelen milliyetimi hatırlamasından kaynaklanmayan ama oldukça şaşırtıcı bir ihtiyatlılıkta, neredeyse soğuk bir nezakette takındı. sadece kime değil, ne zaman güveneceğini de biliyor ve sanırım farkında olmadan tehlikeli bir konu açmıştım.

    şu anda sadece ona güvenen ve onu takip etmek için her şeyden vazgeçenler tarafından hayranlık duyulmuyor, aynı zamanda son zamanlarda padişahın hizmetinde olan ve doğrunun ve gerçeğin galip gelmesi gerektiğine inanma cesareti gösteremeyen kişiler tarafından da saygı ve hayranlık duyuluyor.

    kişiliğinin ankara'daki meclis'e her zaman hakim olabileceğine inanıyorum ve kazım karabekir ile aralarında rekabet olması için hiçbir neden yok. birbirlerine bariz bir şekilde sadık olan en iyi arkadaşlardır ve karabekir de liderinden onun yerini istemeyecek kadar gururludur.

    tavrından kimse şüphelenemeyecek olsa da, ankaralı ev sahibimin, evine bir ingiliz kadını alma ihtimali karşısında ciddi şekilde paniğe kapıldığını öğrendim. bununla birlikte, ilk izlenimleri beklenmedik bir şekilde benim lehimeydi. hanımlar da aynı fikirdeydiler: "aynı bizim paşamız gibisiniz - sarı saçlar ve mavi gözler. onun kız kardeşi bile olabilirsin.” mümkün olan en yüksek iltifat, mümkün olan en iyi pasaporttu benim için.

    mustafa kemal, zamanı daha az misafirperver bulmadı ve bana sık sık saz eşliğinde anadolu şarkılarından oluşan bir konser verdi. en leziz türk yemeklerinden olan çerkez tavuğunu da ilk kez onun evinde tattım. sık sık teklif edildi ama maalesef türklerin her şeyi gibi, hatta "hafif" hamur işleri börekleri gibi, iştah açıcı olduğu kadar şişmanlatıcı.

    bir öğleden sonra "paşa" köşkü çevresindeki evleri ziyaret etmek için bize katıldı. garip bir grup oluşturduk: gazi paşa ve yaveri, ingiliz kadın ve iri beyaz bir koç! anadolu'nun muhteşem keçileri, evcil bir köpeğe cömertçe gösterdiğimiz gibi, birbirini takip eder ve okşamalar hoşuna gider. ermeniler ipeksi tüylerinden güzel şallar örerler. ankara aynı zamanda kedileri ve tavşanlarıyla da ünlüdür.

    doğal olarak, başı bağlı ahali paşalarına fazla bir şey söyleyemeyecek kadar büyük bir hayranlık besliyorlardı, bu yüzden önce en sevilen köpeğin yeni ailesini incelemek için yürüdük, sonra kazlar, tavuklar ve atlardan oluşan başka bir mutlu aileyi ziyaret ettik! pek çok doğulu gibi, m. kemal de yetersiz egzersizden şişmanlamaya ve tembelleşmeye yatkın olan hayvanlarına karşı aşırı merhametlidir.

    mustafa kemal her zaman herkesin gelip onu görmeye hakkı olduğunu söylüyor. köylülerle konuşmaktan hoşlanıyor ve cömertlik gösteriyor. ancak türkiye'de, doğuştan gelen gizemli bir incelik, alt kültürüdekini, aralarındaki dostluk eli ne kadar kardeşçe olursa olsun, amirini rahatsız etmeye yönelik garip girişimlerden alıkoyar. bununla birlikte, iki ülkeyi karşılaştırmak neredeyse imkansızdır, çünkü müslümanların her türlü otoriteye saygı duymasına rağmen, rütbe ve aile onlarda bizimki gibi değildir ve feodal alışkanlıklar hiçbir şekilde dikkate alınmaz.

    "paşa"nın yarattığı yeni türkiye'yi açıkladığını, tüm fikirlerini, umutlarını, korkularını ve endişelerini dile getirdiğini duymak benim için bir ayrıcalık oldu. yine de bu adamın karakterini ve siyasi başarısını analiz etme veya tanımlama girişimi karşısında, zihninin tüm inceliklerini ve gücünü iletebilme konusunda tereddüt ediyorum. doğu'nun karmaşıklıkları ve çelişkileri batı'yı her zaman şaşırtmıştır; oysa, kibirden çok daha üstün olmasına rağmen, paşa kendi değerini bilir ve karakterinin incelenmesinde başkalarını cesaretlendirmek veya onlara yardım etmek için alçak gönüllü davranır.

    yoktan var olan yeni türkiye karşısında doğal olarak heyecanlıyız. bu insanlar bunu devam ettirecek kapasitede mi acaba? bazıları soruyor “bu adam da aklını yitirir mi? diye, cevap veriyoruz: “bunu en yapabileceği zamanda yapmadı. neden korkalım ki? kendini diktatör yapmadı; zenginliği ve şerefi reddetti; bütün madalyaları, nişanları kaldırıp attı!”

    yeniden yapılanma işi gerçekten ciddi bir şekilde başladığında, doğal kaynaklar bakımından bu kadar zengin ve verimli bir toprağa sahip olan ülke barış içinde en iyi şekilde geliştirildiğinde; o zaman ben -ki artık onu tanıyorum- "paşa"nın, anavatanlarını kurtardığı gibi inşa etmede de halkını birleştirebileceğini bize kanıtlayacağına inanıyorum.

    milliyetçiler, ittihat ve terakki'nin yaptığı hatalardan, makul olarak öngörülebilecek tek gerçek tehlikeye, halka yürümeyi öğrenmeden önce koşmayı öğretmek tehlikesine karşı uyarılarını aldılar.

    yerleşik, güçlü ve iyi yönetilen yeni bir türkiye vizyonunun gerçekleştiğini görmek isteyenlere sadece şunu söylüyorum: “paşanıza sahip çıkın, çünkü o yakuttan değerlidir”.

    ***

    kitap türkçeye çevrilmiş, gördüğüm kadarıyla baskısı yok. piyasada bulunur mu bilmiyorum.

    türkiye'de hemşire ve gazeteci olarak geçirdiği yıllar içinde yazdığı diğer kitaplar:
    türk hareminde bir ingiliz kadın (1915),
    bugünün türkiye'si(1928),
    mustafa kemal atatürk'ün biyografisi(1930).

    değerli yardımından ötürü tirendaz 17'ye teşekkürler.
hesabın var mı? giriş yap