• gaziantep fitnat-nuri tekerekoglu anadolu lisesi'nin eski ismi. ben birinci sınıfa geçince ismi degi$mi$ti.
  • nihayet bircok anadolu lisesi degisimi sonrasi(ki hic biri benim uyumsuzluklarimdan diil, tayinler nedeniyle olmustur..)mezun olduum lisedir kendisi..pek sevemedim nedense..bahcesindeki tellere etraftaki mahalleli camasir falan asar, bahcede keciler, atlar ve tavuklar gormeniz mumkundur..ama sanirim artik duvar yaptirilmis..
  • eğitim vermeye ticaret lisesinin yanında sığıntı olarak başlayan 2. yılından itibaren çingene mahallesinin ortasındaki kendi yerine taşınan okul. özellikle ilk yıllarda ingilizce eğitimi almış olanlar yıllar sonra girdikleri üniversitelerde çok büyük oranda hazırlık sınavını geçme başarısını göstermişlerdir. daha sonra artan mevcutla birlikte bu başarı düştü tabii.
  • mezunu olamasam da yıllarımı verdiğim okuldur. gerçi benimki sincan'daydı. adı da sincan fatih anadolu lisesi idi başlarda. öğrencilerinin azımsanamayacak kadar büyük bir kısmı eryaman gibi görece sosyo-ekonomik seviyesi yüksek semtlerden geldiği için ismindeki sincan inanılmaz bir önyargı oluşturuyor, görece yüksek puanlı ve başarılı bir okul olmasına rağmen buralardan gelen çoğu kişi naklini başka bir yere aldırmak istiyordu. (ben de bu kervana katıldım ama sonrasında paşa paşa geri döndüm tabii..) nitekim aynı sene okul yönetimi resmi isimden sincan ibaresini attırmak için epey uğraştı. sfal olarak girdiğim okul bir anda daha fazla öğrenci kaybetmemek adına fal'a dönüştü. :)

    benim açımdansa birkaç güzel dostluk ve sayısız anı kaldı. her şeyi anımsamıyorum haliyle, her şey de yad etmeye değer değil. felsefeci serpil'i hatırlıyorum ilkin. onu hayatım boyunca hiç unutamam zaten. ondan seçmeli olarak aldığım "uluslararası ilişkiler" dersi üniversite tercihimi dahi etkiledi; liseye mimar olma hayalleriyle başlayan usengecotu tercih listesine yalnızca uluslararası ilişkiler yazdı.. inanılmaz ufuk açıcı bir insandı kendisi. şu an nerede, ne yapıyor zerre fikrim yok. o da benim gibi aslında o ortama ait olmayan ama mecburiyetten orada bulunmaya devam eden biri olduğu için bu kadar çok sevmiştim belki de. zaten düşünüyorum da, hep öylelerini tutmuşum aklımda. ee insanız nihayetinde, kendi dilimizden anlayanı daha çok tutuyoruz. hocam olmasaydı şu sıralar arkadaşım olmasını çok isterdim mesela. öyle kafa biriydi.

    sonra ebru vardı mesela. manyaktı o da. yani kazara okur bu başlığı falan, asla bir hocama saygısızlık etmek istemem.. ama manyaktın yani şimdi hocam, en sevdiklerin bile korkardı senden. vizyonuna, duruşuna hayrandım öbür taraftan. beni ben yapanlar arasında senin payını da yadırgayamam. kavga dövüş sincan'ın ortasındaki bir okula yirmi küsur piyano aldırıp hepimize nota öğretmeye ant içmiştin. ezan okunurken piyano çalmaya devam ettiğin için sana diklenen sözde dindar ve muhafazakar öğrenciyi "senin allah'ın sana ilk olarak okumayı, ilim öğretmeyi emrediyor. ibadet dediğin şey illa camiye gidip iki rekat namaz kılmakla olmuyor; ben de burada ilim öğretiyorum ve böylece ibadet ediyoruz." diye haklamanı asla unutmayacağım. hayatımın derslerinden biriydi. geri kalan yaşantımda da bu andan daha manalı, daha mantıklı çok az şey yaşadım.

    okul tüm gün olduğu ve ben de ergenlik depresyonunun, boşvermişliğin tam ortasında bulunduğum için zamanın çoğunda ya uyur ya da sırama bir şeyler yazardım. öyle ki artık her köşesi farklı yazı tipleriyle stilize edilmiş bir dünya sözle dolmuştu. bir gün türkçe dersinde "iyi ki allah değilim, ben olsam kibre asla tahammül edemezdim" gibi bir şey karalarken dersin hocası yerinden kalkıp ağır adımlarla yanıma gelmişti. o bana yaklaştıkça benim canımdan can gidiyordu yazdığımı okuyacak diye. kapalı olduğu için bu tarz bir cümleye tepki gösterir, belki beni disipline bile yollar diye düşünmüştüm. zaten sıralara herhangi bir şey yazmak başlı başına suçtu. eğildi sırama, kitabımı yazının üstünden çekti, yüksek sesle tüm sınıfa okudu. sonra bana baktı, güldü. haklısın valla, ben de hiç sevmem; ama allah o kadar yüce ki biz kibirli kullarının hatalarını bile affedebiliyor deyip tekrar masasına doğru yönelmişti. şu an adını hatırlamıyorum ama bu da benim için güzel derslerden biriydi. orada pekala yetkisini kullanıp beni cezalandırabilir ya da dönem sonuna kadar tavır alabilirdi; ama yapmadı..

    sonraaa, kantincilerimizi hatırlıyorum enteresan bir şekilde.. okulda yapmayı en sevdiğim şeylerden biri sıkıcı derslerden çıkıp kantine koşarak bir an önce zıkkımlanmak olduğu içindir belki de. kantinci bir ablanın dillere destan olan bir repliği vardı: "ketçap ister misin meleğim? :)))" üç yıl o okulda okudum; bir gün bile bu kadının bu büyülü cümleyi gülümseyerek kurup satış yapmadığını görmedim. hepimiz onun meleğiydik ve hayatı boyunca ekmek aralarının vazgeçilmezi olan bir malzemeyi bizlere sorabileceği en güzel şekilde sormaya yemin etmiş gibiydi.. hayatımda bir daha asla burada yediğim kadar güzel bir köfte ekmek yemedim. ketçaplı tabii..

    ben bu okulda protest oldum, bu okulda aykırılaştım, bu okulda yontuldum, bu okulda şekillendim.. şu an hayatımda az önce saydığım insanların ve edindiğim dostlukların hiçbiri yok neredeyse. ama ben hepsinden birer iz taşıyorum. gece gece bir nostalji yapasım geldi. aslında yıllarca yazmak istedim bu başlığa da, anonimliğim bozulur diye entry girmeye çekindim. :)) şu an ister çatlak serpil okusun, ister manyak ebru. hepinizi çok sevdim zamanında. bana çok şey öğrettiniz. tek tek teşekkür ediyorum hepinize. hadi ben kaçtım artık..

    edit piaf: offff, bu muhteşem karakteri nasıl es geçtim bilemiyorum. bir de biyolojici özlem vardı. kocadan zengin özlem. bırak biyoloji okumayı, herhangi bir lisans diplomasına sahip olduğundan bile şüphe duyduğumuz özlem.. bu kadın dersimize girdiği yılın ilk dönemini paso kayınbabasıgilin ayvalık'taki yazlığının bahçesindeki zeytinlerine nasıl ağaç kurdu dadandığını anlatarak geçirmişti. biyolojiye dair duyup duyabileceğimiz yegane şey bu olmuştu. zeytin ağacının kökünü kazmışlar, haftalarca ilaç döküp kurt ayıklamışlar falan. tabii ki de özlem izlemiş sadece saçmalayın, elini sürmesi mevzubahis bile olamaz.. ikinci dönem ne yaptık peki, sıkı durun. sömestr'da bu mercedes'iyle kaza yapmış. evet özlem'in o dönem 2014, yani son model bir mercedes'i vardı. köpeğe çarpmış, arabanın kaputundaki mercedes yıldızı düşmüş. yurtdışından parça (yıldız) istemişler ama aylar sonrasına randevu vermişler. özlem'le birlikte biz de aylarca o yıldızın gelmesini bekledik. zira tek gündemimiz buydu. yat kalk arabayla köpeğe nasıl çarptığını anlattı bize. peygamber sabrı varmış doğrusu bizde, sabrımıza sağlıkmış valla ne diyeyim.

    kimyacı aysun vardı bir de. vibe olarak aile arasında'ki gülümser'le tamamen aynı enerjiyi veriyordu bu kadın; gözünüzde öyle canlandırabilirsiniz. ayda yılda bir kimyacı olduğunu hatırlarsa bizi laboratuvara götürür, orada beşinci sınıf öğrencilerinin bile artık heyecanla karşılaşmadığı bir iki deney yapar sonra yine haftalarca sınıfta 0.00001 desibelle konuşarak anlattığı dersleri dinlemeye çalışırdık. bu kadının en çok bağırdığı zamanki ses seviyesi kesinlikle ağzına kadar insan dolu bir ortamda yere bıraktığınız iğnenin düşünce çıkardığı sesten daha fazlası değildi.. olsun, yine de kendi çapında iyi bir kadındın sen aysun. ama kimya öğretmeni olmak yerine yogi olup insanlara enerji düzenleme seansları yapsaydın sanki kendini daha çok geliştirebilirdin gibi hissediyorum. umarım bir gün doğru yolu bulursun, buluruz..
hesabın var mı? giriş yap