hesabın var mı? giriş yap

  • film içinde film, gerceklik içinde gerceklik ve daha da gerceklik, disiplinlerarası sanat (foto-sinema-tiyato-heykel-resim) gibi artık klişeleşmiş kalıpların ilk ve mükemmel biçimde kullanıldığı yaratıldığı filmdir persona.

    senaryo değil de müzikleri, sinematografisi ve sistemiyle büyük filmdir.. animasyondan tutun yırtılıp kopan filmlere kadar ve hatta crane e binmiş yönetmeni gösterene kadar bi çok farkındalık öğesini ki bunlara liv ullman ın kameranın fotoğrafını çekmesi, filmin başındaki oğlanın kamerayı yoklması gibi oyunculuk katkılı durumları da ekleyelim- barındırmış, ama neden .. bunları yapmadan personality disorder anlatılamaz mıydı, anlatılırdı mutlaka, ama bunları yaparak en kısa haliyle en az benim kadar siz de delisiniz, demiş oluyor bergman , bergman bunun farkındalığında ve zaten derin bi azap içinde yazıyor ve tasarlıyor filmini , sinemanın o güne kadar yaratılagelmiş personasında delikler ve yırtıkla açıyor, ama bu godard ın yaptığı gibi sistematik olmuyor, tamamen "persona" filmine özgü ... senaryoda benliğin çözülmesini izlerken bunun - yani gitgide ikiye ayrılmanın- toplumsal ve siyasal koşullarını sunuyor bergman -yanan vietnamlı, savaşlar, bakakalmış gözler- , beraberinde filmi de ayırıp bütünlüyor kendi içinde , bütünlük arayışını filmin hammadesinde ve janrlar arasında dahi görüyoruz .. zizek in bu film için "gerceklikten daha gercek" deyişi aslında bu bütünlük, kapsayıcılık anlamına geliyor , yoksa gerceklikten daha gercek değil aksine elimizde hiç bir "şeyin-gercek ya da yalan" kalmaması ve zeminsiz kalmamıza ve sonsuzluğa düşmemize sebep oluyor film . belki burda hiçliği gerceklik olrak alırsak yine zizek e çıkıyoruz, pek de mühim değil aslında sokıym gercekliğe de, benim asıl demeye getirdiğim şey bu filmdeki kadrajlar evet .. şimdi bi kere zaten film bilincin dağınıklığında geciyo ya, bergmana bu durum müthiş bi rahatlık sağlıyor, güzel bir portreyi 4 farklı açıdan ışıkları değişitirerek, siluet, kontörlü, ışık-gölge aydınlatmalı falan diye gider, çekebilme özgürlüğü var bi kere, hiç bi motivasyon gereksinimi duymadan .. kendi kendine de sorgulamıyo tabi bunu zira senaryo müsait- bu yüzden senaryoya bok attım ben en başta- , yedinci mührü de gördük, adam ın bi sinema dili var yani, ama hiç bi zaman bu filmdeki kadar özgür olmamıştır knaatindeyim, hangini beğeniyosa, onu koyuyor, siluet olucak yerde flat aydınlanma olabiliyor mesela böylece süper yani, michel gondry nin sil baştan* da yaptığı gibi, tamamen kontrol altında yaratılan bi kontroldışılık.
    müzikleri de lars johan werle* yapmış, ama hakikaten daha farklı düşünülemezdi demek zorundayım soundtrack için, tin tin geriyo adamı hiç yoktan ..

    bi de filmde bibi andersonun filmin başından itibaren hastalığının farkında olması vurgulanıyor, aniden uyanmalarla "zamansızlık" hissi müthiş veriliyor, adeta psikoterapi seansına tanıklık ediyoruz bu filmde .. bergman da ideal doktor oluyor , ideal ve yumuşakbaşlı hastaları izleyerek paye çıkarıyoruz, hayatımız, kişiliğimiz ve isveçliler hakkında .. şöyle bi baktığımda bu kızı bu bölünmeye sürükleyen şeylerin, bir; kürtaj olması, iki; annesinden nefret etmesinden dolayı anne olmak istememesi ama çocuğunun olması- ölmemesi- , üç; bu çocuğun yarattığı kısıtlama , dört; gözünün dışarda olması .. e yani bu filmin pek de feminist bi film olduğu söylenemez bu durumda... tamamen kadınlığın o güne kadarki kullanımını - sembol ya da femme fatal gibi- incelemiştir yani film .. artı bişi söylemez, kadın dırdırcıdır, kadın gösteriş sever, kadın duygularını saklar -ketumdur- , kadın aldatır falan filan .. kadın sustuğu vakit mutlaka hastalıklıdır.. bergman susmuş kalmış kadını hasta olarak yansıtır ilkin.. hastadır zira erkeğini-çocuğunun babasını- de sevmez kadının o sureti, kadının bi yanı kocasına sarılırken diğer yanı arkasını döner .. 66 daki bergman klişelerden vazgecmemiştir yani senaryoyu yazarken..
    sonuçta persona efsanedir, adamın içi baya bi hoş olur bibi andersonun hikayesini dinlerken, bi bibi anderson çok güzel hatundur hakkaten yanağındaki gözeneğine kadar bu filmde tüm detayları mevcuttur kanlı canlı olarak..

  • genel olarak müşteriyi geren ve rahatsız eden mağaza çalışanıdır.

    -hoşgeldiniz.
    +merhaba.
    -ne bakmıştınız ?
    +bakıncam biraz.
    -tabi buyrun, ben yardımcı olayım.
    +yok ben bakınırım, gözüme çarpan bişey olursa...
    -beyfendi sikmiyim belanızı, düşün önüme.

  • 8 sene once yapacagını yaptı. bala gote mucizevi sekilde kupaya katılınca guzel gazlamalar ile biz bitti demeden bitmezlerle bisey mi bekleniyordu acaba.

    kendisi en cok maas alan turnuvadaki 3. antrenor. lowden del bosqueden fazla kazanıyor. akıl var mantık var. bu adam ne basardı ki boyle paralar kazanabiliyor. 40 tane ulkeden 24 takımın katılabilecegi sampiyonaya katılmak mı basarıdır yani. joachim low almanyaya dunya kupası kazandırdıgı halde daha dusuk maas alırken, vicente del bosque hem dunya hem avrupa kupalarını kaldırdıgı halde daha az alırken ben terimin bu aldıgı parayı hazmedemiyorum.

    her seyin otesinde vatan millet sakarya edebiyatı yaparak savasa gidermiscesine milli gururdur sereftir akan sular durur gibisinden laflarla cebe 3,5 milyon euro indirmek guzel olmalı. turkiyenin ekonomisi belli, ortalama maaslar gelir belli. senin kalibren arnavutluk kadar, romanyanın yarısı polonyanın ucte biri seviyesinde. onların hocası 100bin 200bin 300bin euro alırken sen nasıl oluyorda 3,5 milyon euro alabiliyorsun. isvecin hocası bile 200bin alıyor lan. zaten 60 kusur yasına gelmissin paranın dibine vurdun vuracagın kadar, bu yastan sonra milli gorev icin bunu nasıl utanmadan alabiliyorsun gercekten merak ediyorum. helal olsun.

    http://www.kicktv.com/euro-2016-coach-salaries/

  • uykumun kaçtığı bir gece elime alıp, sabaha kadar bırakamadığım doruk ateş romanı. kitap o kadar güzel işlenmiş ki, olay örgüsü bunun yarısı derinlikte olsa yine de güzel bir kitap olurdu. (acaba anlatabildim mi demek istediğimi *)

    gerçekten bir solukta okunuyor, arkeoloji ve polisiye iki tutkum olduğu için ekstra beğendim. bu ikisini çok güzel harmanlamış. gobekli reyiz'in ülkenin en iyi polisiye yazarı olacağına dair inancım da tam.

    bir de henüz yazılmakta olan bir romanı var ki gümbür gümbür gelmekte.

    eline sağlık gobekli reyiz!

  • en son buzdolabımın arızasını giderdim.

    buzdolabım, dondurucu olmayan normal bölümündeki yani, en alttaki çekmecesinde bulunan tüm meyve sebzeleri buza çeviriyordu. sebebini bi türlü bulamadık.

    servisi aramadan önce youtube'dan bakayım dedim epey bi' izlenen bir video buldum.

    videodaki saçsız abi, dolabın en arkasını açın diyordu. motorun pervanesinin tozdan dönemez duruma gelmiş olabileceğini, bir de tahliye deliğinin tıkanmış olabileceğini söylüyordu.

    eşimle dolabı çektik fişi prizden çıkarıp arkasını açtım ve adamın dediği gibi 9 yıllık dolabımın pervanesi tozdan görünmez hale gelmişti. denemek için fişi taktık ve pervane dönmüyordu. sonra fişi tekrar çıkarıp elektrik süpürgesi ile iyice tozu çektim sonra da bezle güzelce sildim. motorun üzerine de soğuk suyla ıslatılmış bezle biraz baskı yapın falan diyordu bu yolla motoru da soğutup tahliye deliğine de baktık. orası da toz ve diğer şeylerle tıkanmıştı. çöp şiş ile ufak ufak baskı yapıp onu da açtım. çiçek gibi oldu.

    sonra fişi taktık ve bilin bakalım noldu?
    pervane ilk günkü gibi dönmeye başladı. ay arkadaş.

    dolabı 1-2 gün gözlemledik ve gerçekten de düzelmişti. resmen bir sürü masraftan kurtulduk. şu an bayağı iyi çalışıyor.

    teşekkürler youtube ve ilgili videodaki sinirli anlatım tarzı olan saçsız adam.

  • garson ezikleme sorusu. ne kadar ayıp, kaç yaşında adamsın, yakıştı mı?

    garson arkadaş, bir sonraki sefer içinde ne olduğunu bilecektir. içindekiler +1 olarak.

  • yıl 1971 .mevsimlerden kış.erzurumdan ığdıra burunlu otobüsle (kamyondan bozma otobüs) seyahat edilmekte..hava çok soğuk,camlar içerden bütünüyle buz tutmuş,dışarı görünmüyor.ön ve arka kapıların arasına ilave fitilimsi bir bir madde yerleştirilmiş,herkes palto,kaput ne bulduysa giymiş.otobüste kalorifer filan yok..yol açık , gidiyoruz ama donuyoruz.bir saat kadar sonra yolculardan biri "hele şu kaloferi yah" dedi.ben yeniden arandım kalorifer nerde diye..öyle bir şey yok...(allah allah ne kaloriferi) diyorum içimden.birden muavin büyük bir tepsi çıkardı.içi odun külü dolu...çapı bir metre.mor ispirtoyu döktü yaktı.bir sıcaklık bastı yüzümüzü.ısınır gibi olduk.böylece aralıklarla dört-beş defa " kalofer"i yaktılar.mola yok.her ısınmanın
    sonunda oksijen yokluğundan nefes alamıyoruz..dokuz saat sonra ığdır'a vardık,yarı baygın...