hesabın var mı? giriş yap

  • kabus gibiydiler.

    meltem cumbul ne? oyuncu. meltem cumbul ne? sunucu. meltem cumbul ne? şarkıcı. meltem cumbul ne? kültür elçisi. meltem cumbul ne? bir on parmağında on marifet.
    ülke olarak kollektif basiretsizliğimizin ve yetenekli insan çıkarmadaki kuraklığımızın sembolüydü maşallah.

    güzel desen? tam değil. çok çirkin de diyemezsin.
    ne tam yetenekli, ne de tamamen yeteneksiz.
    ne sahnede harikalar yaratıyor, ne de tamamaen rezil oluyor.

    bir garip sıkışmışlık, tarifi zor bir anlamsızlık vardı kadında. "ülkecek modern oluyoruz abi, evropa standartlarında sanatçı çıkarıyoruz!" hezeyanlarının iç karartıcı bir yan-ürünüydü besbelli. allahtan geçti gitti bu yıllar da, rahata erdik...

    dikkat ederseniz meltem cumbul'un yerini kimse doldurmadı (dolduramadı demiyorum)
    bunun nedeni ise kuşkusuz, doldurulmasına ihtiyacımız olmayan bir boşlukta durmasıydı.

  • yakın gelecekte osmanlıcalarını da göreceğimiz çocuklar.

    kimseyi seyreylemedim ben
    zat-ı aliyenizden daha evla
    kimseye meşk eylemedim ben
    zat-ı aliyenizden müstesna

    (bkz: asdhashdha)

  • 31 aralık 2005 gecesi, evin oturma odasında 1 kız 2 erkek kalmıştır. erkeklerden atik olanı ile kız televizyonun kumandası için kavga ederken yavaş yavaş işi pişirmeye başlarlar ve içerdeki boş odalardan birine geçerler. yalnız kalan eleman sabah arkadaşı odadan çıkınca:
    - bi kumanda için insan insanı sker mi lan?

  • ben normalde de bu adamın çok bilinçli, farkındalığı yüksek bir insan olduğunu düşünüyorum ama o röportajlardaki mükemmel insan pr'i bi tık fazla kaçmış sanki.
    tamam ennn sensin kivanccim, ennn yakışıklı, en mütevazı, en aşık.. ama şu pr işlerinde sizi takip eden halkla aranızda gittikçe büyüyen sınıf farkı dolayısıyla konuşurken biraz daha mı dikkatli olsanız acaba?
    neye takıldım biliyor musunuz? eşine dünyanın en iyi annesi demiş.. tamam söylesin ama evde karına soylesen bunu da piramidin en altında kalan ezilmiş emekci kadinlarimiz bunu duymasa görmese mesela? mesela ben? kendimi bildim bileli essseklerr gibi çalışırken, giyisi dolapları toplanmak için beklerken, camlar minik parmak izleriyle doluyken ve akşama ve dahi öğlene yemek yetiştirmek, bunu yaparken yüzün üzerinde öğrenciyle bireysel olarak ilgilenmek, sınavlarını okumak ve derslerini yetistirmek zorundayken en iyi anne başak mi gerçekten? hayır biziz en iyi anne. o piramidin en altında kalıp gittikçe daha da otekilestirilen bizler.
    dünyanın en iyi eşidir de sanirim. çünkü sabah eşi hasta yavrunun tonla kusmuk dolu kiyafetini yıkamak için ayırırken gomlegimi ütüler misin dediği için skerm belasını ütünün de diye bı saat zirlamamistir diye düşünüyorum. yoksa biz de çok iyi estik yani. kusuklu çarşafların arasında bı saat agladiktan sonra bordo bereli gibi kalkıp yavruyu hiç bi şey yokmuş gibi sevgiyle uyandırıp tereyağına kadar kendi bizzat yaptığı kahvaltıyla uyandirmamistir. çünkü sizin çarşafları yardımcı ablaniz yikiyo ya o yuzden :)
    keşke sınıfsal farkimiz bu kadar olmasaydı, sizler cebinizi doldururken gittikçe fakirlesen emekcilerin nasıl bir cinnetin eşiğinde oldugunu fark etmenize gerek kalmazdı. biz de basak'in mukkkemel anneligini alkislardik.mukkkemmel hayatınıza kalpler atardık romantik romantik. çünkü yavrumuzu 20kisilik sınıfa bırakıp 12 saat çalışmaya gitmezdik. ya da emeğimizin karşılığını aldığımız bir düzende bu kadar kıskanç olmazdık hayatlarıniza karşı.. basak'a, fahriye'ye, pelin'e falan bilenmezdik bir hengame icinde olmasaydık kim bilir?
    ama şimdi biz bu kadar çalışıp yine de piramidin en altında ezilirken sizler böyle mukemmellikleri gözümüze sokmayacaksiniz. çünkü burası hollywood değil ve sizin kitleniz de american dream falan yasamiyor yani.. esine dünyanın en iyi annesi diye brad diyebilir, survivor gibi takılan halkin içinde siz degil malesef. günlük harçlığı 10 tl olan öğrencim var benim, 13 yaşında çocuğa her gün evde pişirdiği şeyleri koymak zorunda olan o anne en iyi anne, delirtmeyin insanı..

  • tipik bir jarmusch işi. bol müzikli, kasvetli ve durgun. eleştiriye geçmeden önce filmin ele aldığı mesele üzerinde durmakta fayda var. yönetmenimiz, popüler kültürün kendine meze ettiği vampir genre'sı üzerine adam ve eve adlarında iki aşığı yerleştirmiş. gece yaşayan vampirler üzerinden de bir sanatçı-bilim insanı eğretilemesi kurmuş. fena bir eğretileme sayılmaz zira, gündüz uyuyup gece üreten toplumdan izole bohem sanatçı tanımı ile vampir metaforu birbirine güzelce uymuş, hatta metaforu da geçip organik bir işlerlik kazanmış. lakin rahatsız eden nokta, tarihteki tüm büyük adamların tarihsiciliğin acımasız vuruşuyla ortak bir sepetin içine atılması, sonra da yaratılan hale ile özdeşleşilmesi, ve böylece bohem varoluş sıkıntısına bir meşruluk kazandırılması.

    eve'in baktığı duvardaki isimlerden bazıları şunlardı: baudelaire, poe, tesla, kafka, bach, wild, twain, bunuel, shelley, burroughs, duchamp, wagner, keaton, mevlana.* sayısız büyük adam ve kadın. ve ortak noktaları adam'ın soylu yalnızlığına meşruluk sağlamaları öyle mi? "schubert'e x besteyi ben verdim." bu sanat eserlerini beraber yarattık fakat 21.yy insanı bu inceliklerden pek anlamıyor ve biz 21.yy bohem elitleri olarak artık şu soylu yalnızlığımızla beraber acı çekiyoruz.

    diğer bir deyişle, tüm dünyayı zombiler* istila etti ve geriye de bir avuç vampirden* başka bir şey kalmadı. bu noktada adam'in yaşadığı şehir olarak, batık ve hayalet kent detroit'in seçilmesi iyi bir tercihtir. yine eve'in şehri olarak da zamanında beat kuşağının da yolunun kesiştiği tangierin seçilmiş olması manalı, hatta otobiyografik bir tercih. ve belli ki o duvardaki resimler adam kadar jim için de bir anlam ifade ediyor.

    filmde önceki filmlere de göndermeler var. örneğin şu tesla muhabbeti coffee and cigarettes'te de geçmişti. oradaki çocuk free energy olayından bahsetmişti, adam'ın bahçesine kurduğu düzenek de buna benzer bir şey değil mi? petrol yerine su probleminin çıkacağı üzerine tartışma ise -bizzat detroit şehriyle alakalı olmakla birlikte- broken flowers'da ikinci sevgilinin evine gidildiğinde mevzu bahis edilmişti. benzer şekilde bu filmde de arabada bahsi geçiyor.

    filmde kitle kültürüne dair doğrudan bir eleştiri yok, diğer bir deyişle film ötekilerin yoz hayatlarını göstererek bu sorunsalı merkezine almıyor. filmin durduğu nokta "kitle kültürü vardır, ve biz bundan rahatsızız" seviyesinde. adam, sürekli şu evinin önüne gelen rock'n roll'cu çocuklardan sitem ediyor. fakat onları derinlemesine de sorgulamıyor. sadece kendi yaşam alanına girmelerinden rahatsız. bunun yanında zaten, modernizmin içinden çıkan ve ona karşıt duruş sergileyen romantizm akımı gibi, bu bohem vampirleri de karşı kültürün neresine yerleştireceğimiz belirsiz. zira, adorno değilseniz, kitle kültürünün bir şekilde içindesinizdir. burada karşı çıkan da, destek atan da; her şey iç içe geçmiştir. neyin dışarıda, neyin içeride olduğunun net bir sınırı yoktur. yapılabilecek yegane şey, işte, bilal'in mekanında dama oynayıp nargile içenlere soğuk bakış atıp, evde partnerinle satranç oynamaktır.

    popüler ve kitlesel olana nefret ile büyüsü bozulmuş bir dünyada halen büyü yapılabileceğine duyulan inanç arasında gidip gelen, bohem sanatçının çaresiz bir filmi olla. elbette godard vari, bir geçmişe saygı duruşu, anma da yok değil. filmin finali ise filmin adına referans yapıyor. tutkuyla öpüşen iki aşık ile kan bulamazlarsa ölecek olan adam ve eve'i görüyoruz. son karede ikili aşıkların üzerine yöneliyor ve film bitiyor.
    puan: 7.9

  • köpekleri öldükten sonra hayata döndürmeyi başardığı söylenen bilim insanı.

    cornish, kaliforniya üniversitesini 18 yaşında dereceyle bitirdi. doktorasını bitirdiğinde ise sadece 22 yaşındaydı. ilk bilimsel girişimi su altında gazete okumayı sağlayan merceklerdi. tahmin edilebileceği gibi bu iş tutmadı. daha sonra ise ölüleri diriltmeyle uğraştı.

    ölüleri diriltme planı bir tahterevalli sistemine dayanıyordu. ölmüş birini çevirerek kan dolaşımının devamlılığını sağlarsa (tabi kan sulandırıcı ilaçlar da kullanarak) bu kişinin hayata tekrar döneceğini düşünüyordu. yaptığı gizli deneylerde ölmüş bir insanı bir saat boyunca bu düzenekte döndürdükten sallandırdıktan sonra yüzde ısınmalar ve titremeler olduğunu görmüştü. fakat kişi hala ölüydü.

    daha sonra çalışmalarını kusursuz hale getirmek için hayvanları kullanmaya başladı*. köpeklerine verdiği isimler lazarus ıı,ııı,vı ve v ise kutsal kitaba gönderme yapıyordu*. lazarus ıı ve ııı hayata döndürüldü fakat saatler sonra öldüler. lazarus vı ve v ise kör olmalarına ve hasarlı beyinlerine rağmen aylarca yaşadılar.

    hollywood bu gizemli öyküyü duyunca hemen 1935 yılında life returns isimli filmi çevirdi. filmin içerisinde cornish'in deneylerinden gerçek görüntüler de vardır.

    aradan geçen 12 yıl boyunca hayvan hakları savunucuları cornish'ten oldukça rahatsızdılar. bu sebeple cornish evinde gizli çalışmalar yürüttü. 1947 yılında gazetelere çıktığında, kusursuz bir yöntem bulduğunu söylüyordu. sistemine ek olarak bir akciğer makinesi geliştirmişti. yani solunumun devamlılığını da sağlayacaktı. bir idam mahkumu cornish'in kobayı olmayı kabul etti. fakat kaliforniya eyaleti bu deneye asla izin vermedi*.

    bu deney bilinen kadarıyla*hiç gerçekleşemedi ve robert cornish isimli dahi 1963 yılında kalp krizi geçirerek hayata gözlerini yumdu.*

  • gün be gün inancımı yitirdiğim ber şey. belki ben yozlaşıyorum. hani derler ya özünde iyi bir insan ama çevresi kötü. belki de öyle bir şey ama bolan inancımın yittiğini gün be gün hissediyorum. öyle bir şey galiba benim için gerçek aşk. yaşanılanlar, bir erkeğin bittiği anlardan birisini yaşamak...

    vapura biniyorum. kendine yakınlaşabildiğin muazzam bir yer vapur. ama yalnız bineceksin, açığa çıkacaksın, denizi izleyeceksin. kendini göreceksin suda, kendini dinleyeceksin. öyle bir yer. kapılar açılınca hücüm ediyorum ben de, üstte iyi ber yer kapmak için. ama önümde iki çift var, tin tin tin yürüyorlar, yerde vermiyorlar.

    "hadi yürüsenize, kapcaklar kenarları" diye düşünüyorum, sinirleniyorum. zaten ben olur olmaz hemen sinirlenirim. ama bunlar halen tin tin tin yürüyorlar, yer de vermiyorlar. en sonunda yandan ufak bir aralıktan solluyorum onları, sinirimi de belli etmek için elimi yana doğru açıyorum, görsünler diye. görüyorlar belki de ama tepki vermiyorlar. hemen geçiyorum kapıdan dış kısma ve vapurun gidiş istikametinde bir kenar buluyorum ve oturuyorum. güneş gözlüklerimi takıyorum. güzel güzel manzaranın keyfini çıkarıyorum.

    az önce önümde tin tin tin yürüyen çift de geliyor karşıma oturuyor. "tersine oturdular, zevki çıkmaz ki öyle vapurun" diye düşünüyorum. yan yana oturuylar, bir birlerine iyice yanaşıyorlar.

    garson arsızı geliyor "çay, kola, fanta, gazoz" diye bağırıyor. kız susamış belli "bir tane su alsana" diyor çocuğa. çocuk hemen garsona dönmeden "bir su" diye bağırıyor. eliyle de koltuğa vurarak. anlam veremiyorum yaptığına. sonra su geliyor.

    çocukla kız elele tutuşuyorlar. ben onları izliyorum, ama gözümde güneş gözlüğü var, nasıl olsa görmezler diye düşünüyorum. kız sürekli yere bakıyor, gözleri de sürekli bir oraya bir buraya gidiyor. çocuk da sürekli çok yakından kıza bakmaya çalışıyor. bir şeyler söylüyor. onun da gözleri kıpır kıpır, bir oraya bir buraya gidiyor.

    sonra kucağındaki çantaya bakıyorum. gesf yazıyor. gesf. görme engelliler spor federasyonu. görmüyorlarmış birbirlerini. manzarayı da görmüyorlarmış. benim onları izlediğimi de zaten gözlük takmasam bile görmeyeceklermiş meğersem. gesf.

    kız bir mutlu bir mutlu. çocuk sürekli bir şeyler söylüyor kız sürekli gülüyor, sonra kız bir şeyler söylüyor, ikisi de çocuk gibi gülüyorlar. o kadar mutlular ki. birbirlerinin ellerinden tutuyorlar sıkı sıkı. çocuk kızın saçlarını okşuyor, bilmiyor belki de hangi renk olduğunu ama o kadar seviyor ki onu.

    kız o kadar mutlu ki, gülüşü beni bile ısıtıyor. bu sevgi diyorum kendi kendime, aşk bu. birbirlerini görmeden seven iki insan. birbirlerine bağlanmış iki insan.

    bir birlerinin gözünün içine bakamıyorlar. gözlerim doluyor azicik ama eminin ki birbirlerini herkesten daha iyi görüyorlar. ruhlarıyla görüyorlar birbirlerini. sevginin bir şey ifade etmediği, aşkın basit bir et parçasına dönüştüğü, kötülüklerle çepeçevre bir dünyada birbirlerinin içindeki o güzelliği görebilip aşık oluyorlar birbirlerine. ne yüce bir şey. gerçek aşk bu işte.

    farkettim de ben o çocuk kadar içten gülmemişim şimdiye kadar, kahkaha atmışım bol bol ama sevgiyle gülmemişim. ama gerçek aşk o kadar uzakta ki...