hesabın var mı? giriş yap

  • rahatlatır lan. kabul eder, çeker gidersin. tamam zordur üzülürsün, ağlarsın zırlarsın hatta önceleri öfkeden ne yapacağını bilemezsin. canını acıtırsın, can acıtırsın. ama kabullenmek iyidir. kalpte bıraktığı etki fenadır ama eninde sonunda en iyisidir. bir yalana sarılmaktansa, yalnızlığı göğüsleyip tek başına devam etmek en iyisidir.

  • 5 6 yaşlarındayım, kız kardeşim yeni doğmuş, hasta ve güçsüz. istanbul'un yeni yerleşim yerlerinden birinde, çamurdan sokakları olan bir semtte yaşıyoruz. daha duvarlarındaki beton kururmamış bir kooparatif dairesinde kiradayız. duvarlar yeşil ve sürekli küflü. kardeşim sürekli hasta.

    ben de muz seviyorum. 1 kere mi ne yedim ama olmaz böyle bir lezzet abicim. kokusu, kabuklarını yana doğru açarak yeme durumu falan. böyle bir şeyin ağaçta kendiliğinden yetişmesi ibretlik yani. işte hatırlarım kardeşime güç bela muz alırlardı, annem bi parça verirdi sonra da tembihlerdi beni, "oğlum kardeşin hasta diye bunları yemesi lazım, çok pahalı alamıyoruz" diye. o evde o muz dururdu da ben gidip bir tanesini yemezdim, arada sırada kese kağıdını koklardım ama yemezdim.

    kız kardeşim evlendi şimdi, geçen gün onlara gittim, bir tabakta meyve getirmiş. dilimlenmiş muzlar... onlar öyle yenmez ki.

  • köyünde pehlivandiye anılan dedem ile bir de anısı olan aşık.

    dedem, 76–80 yıllarında almanya’ da çöpçülük yapmıştı. mahzuni’ de o sıralar
    almanya’ ya gelmiş gurbetçilere, yurttaşlara konser vermeye gelmiş. mahzuni konserini verir beş kuruş da para almazmış. konser biter mahzuni’yi herkes evine davet eder fakat gitmezmiş mahzuni baba kimseyi rahatsız etmemek için. ama mahzuni aşkı bu, kalabalık dağılmaz. en sonunda baba bir gurbetçinin evine gitmeyi kabul eder ancak yatıya kalmamak şartıyla. akşam olmuş karanlık iyice çökmüş. mahzuni zar zor müsaade ister ev sahibinden. cebinde sadece yol parasıyla tren istasyonunun yolunu tutar. dedem de istasyonda çöpçülük yapmaktadır. mahzuni’nin almanya ya geleceğinden haberi yoktur, tren garında mahzuni elinde sazı bankın üzerine yatmış ellerini dizlerinin arasına almış sazını da başucuna koymuş trenin gelmesini beklemektedir. o sırada dedem bunu görür süpürgenin sapıyla mahzuni yi dürtükler. sazı görünce türk olduğunu anlar tabi,
    —ne yatıyorsun otel mi burası? der
    mahzuni doğrulur hiçbir şey söyleyemez yere bakar
    dedem;
    —eline de almış sazı kalk başka yere yat, ipini koparan almanya ya işçi olmaya geliyor der.
    mahzuni;
    —babacım bana işçi olmayı layık görmedi hak der, konsere geldim, ozanım der.
    dedem daha da sinirlenir ,
    —şimdi de başımıza mahzuni kesildi diye bağırır.
    mahzuni bu hiçbir şey demez
    ayağı kalkıp başka yere gidecekken
    dedem yüzüne bi bakar ki oda kim? koskoca mahzuni! dizlerinin bağı çözülür oracıkta ağlamaya başlar(dedem o zaman kadar hiç böyle ağlamadığını söylüyor)
    hemen yapışmış ayağına diz çökmüş “gitme baba” demiş sadece, ağlamaktan başka bir şey diyememiş. mahzuni kaldırmış dedemi o zamanlar aynı yaşlarda olan dedem hemen eline sarılmış öpmek için. öptürmemiş mahzuni “eli öpülecekler sizlersiniz” demiş.
    o gece mahzuni dedemde kalmış, bırakmamış dedem “gidersen peşinden atlar bende gelirim” demiş “işimi bırakır daha dönmem almanya ya” o gece sabaha kadar hiç uyumamışlar mahzuni gece sabaha kadar çalıp söylemiş dedem evde 3 boş kasete sadece türkülerini kayıt edebilmiş
    yine de yetmemiş. dedem mahzun inin cebinde sadece yol parası olduğunu söylüyor.

    şimdi ikiside hakk’ a yürüdü. ne edem dünya bu.

  • israfin bir yasam tarzi oldugu okyanus otesi bir memlekette, is cikisi igne atsan yere dusmeyecek telasli kalabaliklarin arasinda yururken gozune ilisen, yolun ortasina atilmis bir parca ekmegi iliklerine islemis bin yillik bir terbiyenin etkisiyle egilip ayaklar altindan alan ve vefali bir hurmetle bir kenara koyan birisi varsa emin olun o turktur. siz de bu derin kulturun varisleri olarak, o bereketli topraklarda yasamis ve medfun ecdadinizin ervahina bir fatiha gonderir ve memleket insaninin kadrini daha bir iyi anlarsiniz bu uzak ulkelerde..

  • (bkz: based on true story)
    trafikte sıkışmış halk otobüsü

    bruce tea: abi beşiktaş'a kaç saatte gideriz.
    biletçi mavin: valla şu köprüyü bir geçsek, yol açıktır bilader.
    şoför: istanbul' a üç katlı köprü lazım. las vegasta varmış.
    muavin: ahh vegas... günahlar şehri...

  • - 7 ocak 1961 gecesi rhode island polisi, soteye yattıkları yer civarında turlar atan şüpheli bir aracı durdurur .. silahlarını çekip araca yaklaşan polisler aracın içinde siyah maske ve eldivenler takmış 3 şahıs farkeder .. araçta yapılan aramada ayrıca ruhsatsız silah da bulunur .. şahıslar silahlı soyguna teşebbüs süphesiyle gözaltına alınır, kefalet 2.000 dolar olarak belirlenir ve elemanlarda bu para olmadığı için tutukluluk halleri devam eder .. 3 gün boyunca tutuklu kaldıkları süreçte yapılan sorgulamada polisi, oyunculuk eğitimi aldıklarına ve o gece de bir oyunda rol almak üzere yola koyulmuş olduklarına, araçtaki silahın da oyun ile alakalı olduğuna ikna ederler sonunda .. şahıslardan en genç olanı 21 yaşındaki 'al pacino'dur .. görsel

    - 'the godfather' ile dünya çapında üne kavuşmuş aktördür .. romanda ve senaryoda, tamamen kurgu olan mafya ailesinin kökeni, baba 'vito corleone'nin çocukken kaçarak çıktığı ve 'new york'a vardığında da ona soyadı olarak kayıtlanan sicilya'nın ünlü kasabası 'corleone' olarak resmediliyor .. kasaba gerçek hayatta da çok ünlü mafya patronlarına ev sahipliğiyle tanınmakta .. gerçek hayatla alakalı bir diğer detay da al pacino'nun anne tarafından dedesi ve anneannesinin de (james ve kate gerardi) 'corleone' orijinli olup, oradan amerika'ya göç etmiş olması .. görsel

    - gerçek adı 'alfredo james pacino' .. çocukluğundan itibaren lakabı da 'sonny' .. 'the godfather'da hayat verdiği karakter 'michael corleone'nin erkek kardeşlerinin adları da ilginç şekilde 'sonny' ve 'fredo' .. görsel

    - serinin ilk filmindeki rolleri için akademi, 'al pacino'yu 'en iyi yardımcı erkek oyuncu' ve 'marlon brando'yu da 'en iyi erkek oyuncu' dallarında oscar'a aday gösteriyor .. al pacino bu duruma içerliyor ve törene, akademiyi protesto ederek katılmıyor, gerekçesini de filmde marlon brando'dan çok daha fazla sahnesi olmasından mütevellit, adaylığının 'en iyi erkek oyuncu' dalı olması gerektiği şeklinde açıklıyor .. marlon brando oscar ödülüne layık görülüyor ama al pacino ödülü kazanamıyor .. bu arada aynı törene marlon brando'nun da farklı gerekçelerle katılmadığını hatırlatmakta fayda var .. görsel

    - serinin ikinci filminde de (the godfather 2) 'oscar' detayı mevcut .. baba vito'nun gençlik zamanlarını canlandıran 'robert de niro' 3 saat 22 dakika süren filmin yalnızca 46 dakikasında görünür .. 'robert de niro', 'en iyi yardımcı oyuncu' dalında aday gösterildiği oscar ödülünü kazanırken 'al pacino' bu sefer 'en iyi erkek oyuncu' dalında aday gösterilir ama yine ödül nasip olmaz .. geçmiş-gelecek örüntüsünün resmedilmesinden mütevellit filmde paylaştıkları hiç sahne yok, çekimlerde bir araya gelmemişler .. öte yandan ikili, gençlik yıllarından (60'lardan) bu yana çok yakın arkadaşlar .. görsel

    - 80'lerin sonuna kadar günde 4 paket sigara tüketiyor .. 90'larda günde 2 pakete iniyor ve nihayet 1994'te doktorların 'devam edersen sesini kaybedersin' uyarısıyla tütünü bırakıyor ama zaman zaman bitki özlü sigaralar içtiği biliniyor .. sigaraya 9 yaşında başladığını not edelim .. görsel

    - 1973 yılı yapımı 'serpico' filminde bir gerçek hayat karakteri olan polis memuru 'frank serpico'yu takdir edilesi bir inandırıcılıkla canlandırıyor .. şimdi yazacağım anekdotu kesin teyid eden bir kaynak yok ama dilden dile dolaşan efsaneye göre kendini role öyle kaptırıyor ki karakteri çalışmak amacıyla şehrin kimi tehlikeli semtlerinde gerçek bir polismiş gibi dolanırken bir kamyon şoförünü durdurup araçtan indiriyor ve eksoz muayenesinin eksik olduğu bahanesiyle adamı tutuklamakla tehdit ediyor .. görsel

    - 13 yaşında tanıştığı alkolü 1977 yılında bırakıyor .. bir röportajında, '70'leri pek hatırlamıyorum' diyor, alkolizmin pençesinde geçirdiği yılları kastederek ..

    - 'scent of a woman' (kadın kokusu) filmindeki rolüyle ilk ve tek oscar ödülünü kazanıyor .. filmin unutulmaz tango sahnesinde rol arkadaşı olan 'gabrielle anwar' ile 2 hafta boyunca dans provaları yapıyorlar .. bir kaç dakikalık sahnenin çekimleri 3 gün sürüyor .. scent of a woman tango sahnesi

    kaynak : soberinfo, quora, imdb, en.wikipedia, mirror.co.uk, newyorker, messynessy, godfather.famdom.. kaynaklar teyid amaçlı kullanılmıştır .. görseller için herhangi bir telif problemi göremedim ama eğer hak ihlali söz konusu ise lütfen uyarın, kaldırırım .. kastı aşan amacım yoktur ..

  • ispanyollar takimlarini 18 yasindaki ricky rubio'ya, sirplar 19 yasindaki milos teodosic'e emanet edince bokunu cikarmiyor da bizim cedi 19 yasinda gucsuz bir kadroyla geldigimiz bir turnuvada 10 dakika sure alinca biz bokunu cikariyoruz, he. sonra niye biz oyuncu yetistiremiyoruz. sporu yoneten adamlar da buradaki vizyonsuzlarin bi cesidi oldukca daha cok dizimizi doveriz ya neyse, biraz adam olacaz sanki.

    konuya gelelim, bu cocuk canavar gibi bir uzun rotasyonu olan yeni jenerasyonumuza ilac gibi gelecek, daha fazla oynasin, daha fazla tecrube kazansin, bize cenk akyol'u ender aslan'i falan unuttursun artik. hadi bakim padawan. (star wars esprisi yapmayani vuruyorlar)

  • büyük şair olabilmesinin nedeni, kafasında bir şeyleri netleştirememiş olmasından ileri geliyor. eğer insan kafasında bir şeyleri netleştirebilmişse, belki ondan iyi bir bilim insanı olabilir, eleştirmen olabilir ama ondan iyi bir sanatçı olmaz. sanatçının zihni sürekli bir şüphenin etkisi altında kalmalıdır, çünkü bu şüphe olmadan sanatçı dünyayı her yönüyle, bütüncül bir şekilde kavrayamaz. bu yüzden büyük şairler söz konusu olduğu zaman “şucudur, bucudur” diyemiyoruz. ömer hayyâm'ın şiirlerinde müslümanın da agnostiğin de ateistin de deistin de; stoacılığın da septisizmin de hazcılığın da platonculuğun da sesini duyabilirsiniz. bu çok seslilik onu büyük bir şair yapıyor. her olaya karşı aynı tepkiyi veren kişi çok sesliliği ıskaladığı için yavan şiirler üretiyor. bizim edebiyatımızda nazım hikmet'in yaşlılık öncesi şiirleri veya necip fazıl'ın islâm'ı benimsedikten sonraki şiirleri yavandır. çünkü ikisinin de o sıralar kafasındakiler netti, hayata yalnızca bir açıdan bakabiliyorlardı. oysa ömer hayyâm'ın şiirlerinde böyle bir şey yok. şöyle örneklendirilebilir:

    epikuros felsefesinin de etkisi bulunabilir:

    “gönlümün dilediği gül yüzüne bakmak;
    elimin özlediği kadehi kavramak.
    her zerrem nasibini almalı dünyadan
    yarın güle kavuşturmadan beni toprak.”

    antik yunan melankolisinin etkisi bulunabilir:

    “can verinceyedek bu çorak yerde
    dertten başka ne geçer ki eline?
    ne mutlu çabuk gidene dünyadan;
    hele bu dünyaya hiç gelmeyene!”*

    stoa felsefesinin de etkisi bulunabilir:

    “şu dünyada üç beş günlük ömrün var,
    nedir bu dükkânlar, bu konaklar?
    ev mi dayanır, bu sel yatağına?
    bu rüzgârlı yerde mum mu yanar?”

    tasavvufa da göz kırpmıyor değildir:

    “sevgiyle yoğrulmamışsa yüreğin
    tekkede, manastırda eremezsin.
    bir kez gerçekten sevdin mi dünyada
    cennetin, cehennemin üstündesin.”

    ———

    (*): bu dizeleri okuyunca, sophokles’in oidipus kolonos’ta adlı tragedyasının şu bölümünü anımsamamak mümkün değil (1225 vd.):

    “hiç doğmamak her hâlükârda en iyisidir;
    ancak gördükten sonra bir kez günışığını insan,
    ikinci en iyi, mümkün olduğunca çabuk
    dönmesidir geldiği yere.”

    friedrich nietzsche bu dizelerin hemen hemen aynısını kullanarak “antik yunan melankolisini” anlatmaya çalışmış. o yüzden ben de “antik yunan melankolisi” demiş bulundum.

    not: ömer hayyâm'ın şiirlerinin çevirilerini sabahattin eyüboğlu'ndan aldım.