hesabın var mı? giriş yap

  • evet bence her akademisyenimiz de her yeni makalesininin altına asker selamlı fotoğrafını koysun. hakimlerimiz dava bitince çakıversin bir selam. hatta ve hatta her işçimiz mesai sonunda asker selamını versin öyle çıksın fabrikadan.
    edit: ben mesela her entryden sonra çakıyorum selamı.

  • kız "fotoğrafın var mı seni görmüşümdür" demiş. erkeği beğenseydi ya da erkek lüks bir arabada, yatta fotoğraf atsaydı ifşalanmayacaktı. madem ifşalayacaksın neden fotoğraf istiyorsun? baştan engelle geç. bu ifşa olayı çok saçma bir hal aldı. açık hesaplardan binlerce fotoğraf paylaşıyorlar birisi beğendiğini söyleyince ifşa ediyorlar.

  • adam 3 tabak makarna yediğini, buna rağmen 4.yü de yiyeceğini yazmış. midesine ne derece güvenebiliriz?

  • övünmek gibi olmasın ama sanırım bu benim. nerde ağzı açık, sağa sola bakan biri varsa gelir bana adres sorar. kimin kolunda saat yoksa yanaşıp bana "saatiniz var mı acaba?" der. yanımda 3-4 arkadaşım olsa bile her defasında sorunun muhattabı ben olurum. hatta gelip bir şey soracak adamı 50 metreden kestirebiliyorum artık. mesela geçen gün markette kadının biri elimdekilere bakıp "o kazandibi güzel mi ya? ben geçen o markanın profiterolünü aldım hiç beğenmedim. alıyım mı sizce?" diyerek hiç tanımadığı halde bana damak tadını emanet etti. işte bu sebeplerden, her sabah evden çıkmadan trt 2'yi açıp, saatim geri kalmış mı diye kontrol ederek; boş zamanlarımda google earth'ten bilmediğim mahallelerdeki cami, okul, cadde ve sokakları öğrenerek bana güvenen halka en doğru cevabı verebilmek için çalışıyorum. gelecek seçimlerde de adayım.

  • neden çok sevildi, neden çok sevilmedi
    neden hayal kırıklığı yarattı, neden güzel anılıyor.

    bir defa bugünün dünyasından bakıp yorumlayamayacağımız durumlar var. bu ülkede önce yabancı dizi sayısı çok azdı ve tüm ülke takip ediyordu (star trek, knight rider, kaçak gibi) ancak 80-90 gençliği bunları ıskaladı. sonra 90'larda bir anda yabancı diziler doluştu ama şöyle bir sorun vardı bölümler birbirini izlemiyordu. mesela yıllar sonra baştan sona izleyebildiğim full house tam bir klasik olmasına rağmen bazen sabah, bazen öğleden sonra karman çorman yayınlandı.

    cnbc-e çıktığında türk gençliği ilk defa düzenli yabancı dizi izleme ile tanıştı. south park için gece yarısı bekleniyor, sonraki bölümde angel ve arkadaşları ne yapacak diye pazar günleri bekleniyordu.

    bu sebeple 2003-2006 arasında çıkan diziler en azından türkiye pazarında bir head start yakaladı. bunun sebebi bu yıllarda internet sadece kullanım bazında değil, hız olarak da gelişmişti. şimdi bugün üniversite öğrencisinin interneti olmaması komik olur ama o zaman iyi okullarda dahi pek çok gencin interneti yoktu. interneti olanlar bu işe meraklı olanlardı ve o dönem internet hızının artması ile dizi izleme farklı bir boyuta taşındı.

    artık bölümler arka arkaya indirip ne zaman ve hangi sıklıkla istenirse izlenebiliyordu. zannediyorum bu konuda kitlesel ses getiren ilk dizi de lost oldu. bugün lost izleyip, neden bu kadar sevilmiş anlamadım diyen çok yazı gördüm. çünkü pek çok insan insan, oturup arka arkaya gece boyu dizi izlemek konusunda bir ilkti. kalabalık izlendiği için teoriler ve yorumlar yapılabiliyordu.

    gelelim how i met your mother'a. şu doğru, himym, friends, seinfeld, full house ve benzeri 80-90 klasiklerini derleyerek, pek de orijinal sayılmayacak konu ve karakterler ile dizi dünyasına girdi. hatta hep örnek veririm, friends dizisinin 2 dakika ayırdığı espriyi uzatıp 1 bölüme yayıyordu uzatmak için.

    ancak iki noktada diğer dizilerin önüne geçiyordu. birincisi çağdaştı. yani 16-22 yaş arası gençler kendi yaşamlarını bu diziye daha çok benzetebiliyordu. friends'te sezonlar boyu 1-2 defa görünen ve chat'leşmek başka işe yaramayan chandler'ın bilgisayarı yerine, birbirlerine şaka e-mailleri atan, sms çeken tipler vardı. dolayısı ile gençler, dizideki karakterlerin yaşamını kendilerine yakın gördü ve onlar gibi olmayı düşledi. arkadaş ortamı, new york, ilişkiler bunlara özenebildi.

    elbette bu yakınlığın kurulmasından dönem de çok önemliydi. az önce anlattığım gibi zaten dizi indirmek, altyazılar vs çok yeniydi. how i met your mother ve lost'un, bilgisayardan anlayanlar tarafından cd'lere çekilip sınıfta insanlara dağıtıldığını hatırlıyorum. nasıl bugün sol frame'de bir filme diziye çok yazılınca açıp izliyorsun sonra gelip yorum yazıyorsun. düşün ki, o sınıfta, arkadaş ortamında oluyor.

    o yüzden insanlar diziyi çok sevdi ve kopya olmasına, taklit olmasına çok da aldırmadı. ancak dizi ilerledikçe ilk zamanlardaki popüleritesi kalmadı.

    neden?

    2 önemli sebebi vardı.

    1) uzayan sezonlar. dizi tam 9 sezon sürdü ve çoğu insan, herkes konuşuyor diye diziye başlayıp, kah kendi hayatını benzetmiş, kah özenmişti. ancak sezonlar aktıkça insanlar o dönemki ortamlarından uzaklaştı. mezun oldular, işe girdiler veya hiç biri olmasa da izleyebilecekler dizi sayısı çok arttı ve farklı dizilere yöneldiler. diziyi gerçekten benimseyenler hariç takipçi sayısı azaldı. mesela ben 6. sezon civarı komple bıraktım. ancak burada diziyi de kötülemiyorum aslında. şöyle diyeyim, sonra bitirmek istediğimde kalan 2.5 sezonu inanılmaz kısa sürede bitirmiştim zira dizinin akıcılığı gerçekten muazzam.

    2) sapan konu. daha önce friends'te denenen ve ana karakterin yazdığı kızla grubun çapkının aşk yaşaması, friends'te de patlamıştı. hayranlar bu durumu sevmemişti. gidip aynı hatayı tekrar yaparak barney-robin aşkını başlatmakla kalmayıp bunu karşılıklı hale getirmeleri diziyi amacından saptırdı. dizi en başından beri romantik ve bana kalırsa kesinlikle güzel bir evlilik & birliktelik teması sundu. ilk sezondan beri verilen "evlenmek bir zorunluluk değil, önemli olan evliliğin getirdiği tüm yükü bir mucize gibi gösterecek ideal eşini bulmaktır ve herkes için böyle biri beklemektedir" mesajı sapmaya, özetlenemeyecek kadar karmaşık bir ilişki yumağına döndü. annenin kimliği konusunda verilen abartılı gizem, onlarca teori sonucu annenin hemen hiç bir özelliği olmadığı gibi izleyiciye sevdirilmeye dahi çalışılmaması. anneyi hiç doğru düzgün tanıyamamız ve elbetteki finali ile. "ya aslında çok da şey yapmayın, evlenin bulduğunuzla, sonra bakarsınız" gibisinden bir mesaja döndü. aslında ortada mesaj da yoktu. sadece tuttu diye uzatılan bir dizi ve hayranlar tatmin olsun diye yazılmış zorlama bir final vardı.

    tüm bunlara rağmen, bir dizi olarak yorumlandığında himym, akıcı ve eğlenceli olmanın yanı sıra, orijinalliğe asla yaklaşamamış bir dizi olmakla birlikte, insanların hatıraları ve zihinlerinde eşleştirmelerr sayesinde her zaman gülümseme ile anılacak bir yapım olacaktır.

  • yanlış bir düşüncedir. bunu düşünen kişi ya gerçekten yabancı dil bilmiyordur ya da gerçekten yabancı dil bilmiyordur. yani ya yabancı dilde düşünemediğinden dolayı onların markaları kendisine mükemmel bir kelime gibi geliyordur ya da "ben yabancı dil biliyorum yeah!" kompleksinden dolayı türkçeyi (ki eğer ana diliyse) aşağılıyordur. bunu diyen insan "ya ama bu türkçeye çevirince güzel durmuyor, komik duruyor." diyen insandır, ki aslında yabancı dilde de o kelimenin birebir anlamını karşıladığından bihaberdir (yani az anlıyor ya, o kelimeye kendince başka anlam katıyor.).

    bu düşüncenin yanlış olduğunu fark etmek için çok okumak gerek. ve gerçekten yabancı bir dil öğrenmek (ki bunun için de çok okumak gereklidir.).

    bauhaus'u beğenen insan evyap'ı beğenmiyorsa, işte tam da yukarıda bahsettiğim durumdan muzdariptir.

  • samimi iki arkadaş inşaat mühendisliğinden mezun olurlar. biri çalışmak için yurt dışına gider diğeri devlet memuru olur...

    beş yıl sonra yurt dışındaki arkadaş diğerini çağırır ve son derece lüks, havuzlu bir malikanede ağırlar.

    memur olan arkadaş sorar;

    - sen ne kadar ücret alıyorsun?

    - 8000 dolar...

    - iyi de bu malikane ne kadar?

    - 1,5 milyon dolar.

    - nasıl oluyor bu iş?

    - şu karşıdaki köprüyü görüyor musun?

    - evet...

    - köprünün korkulukları 3 cm kalınlığında olacaktı.

    - eeee?

    - 2 cm olmasına göz yumdum, böylece bu malikaneyi aldım.

    bir yıl sonra memur olan diğerini çağırır. boğazda bir yalıda ağırlar.

    yurtdışında çalışan arkadaş şaşırır sorar;

    - sen ne kadar ücret alıyorsun?

    - 5000 türk lirası...

    - bu yalı ne kadar?

    - 60 milyon tl...

    - nasıl oluyor?

    - şu karşıdaki köprüyü görüyor musun?

    - hayır...

  • başkası anlatsa ütopik bir karakter olduğunu sanacağım ama bugün bizzat kendisiyle tanışıtığım hoca.

    bildiğin elinde bir kutu kuru pasta ve tepsiyle geldi. hevesle herkesin sırasına çayları ve plastik tabaklarda servis ettiği kuru pastaları, un kurabiyelerini bıraktı. sınav erken olduğundan "kahvaltı yapmamışızdır" diye düşünülmüş.

    bana 6 yıllık yüksek öğrenim hayatımın en kötü geçen vizesini yaşatacak sorular sormuş olmasına rağmen şu an hiç kızgın değilim kendisine. aksine sarılasım var.

    buradan bütün akademisyenlerin kendilerine bir hayat dersi çıkarmalarını umuyorum. tanışın bu hocayla, arkadaş olun. az insanlık öğrenin.

    not: olay ilköğretimde değil, yüksek lisans seviyesinde gerçekleşen bir sınavda yaşanmıştır.