hesabın var mı? giriş yap

  • enstantane tam olarak fotoğraf makinasında yer alan, çektiğiniz kareyi oluşturan iki ana unsurdan biridir. diğer ise diyafram’dır.

    en basit anlatımıyla açıklamaya çalışırsak; öncelikle fotoğrafın oluşma sürecine biraz değinmemiz gerekiyor.

    fotoğraf makinasını şöyle gözümüzde bir canlandırırsak ilk göze çarpanlar önde bulunan bir adet objektif, body dediğimiz mekanik kısımda ise üst bölgelerde ayar tuşları ve deklanşör (fotoğrafı çekerken bastığımız düğme) olduğunu görürüz.

    filmli makinalar için konuşursak; malum film dediğimiz ışığa duyarlı bir arkadaş olduğu için kendisini fotoğrafın çekildiği ana en küçük ışık zerresinden bile sakınmamız gereklidir. o nedenle arka bölümde ışık geçirmeyecek şekilde muhafaza ediyoruz sardığımız filmi. işte bu film ile objektifin en ucundaki mercek arasında duran sırasıyla 3 adet unsur var.

    bunların ilki ve bu başlığa konu olan perdemizdir. bu ışığı görüntüyü vizöre aktaran ayna ile birlikte filmimize kontrolümüz dışında ulaşmasını engelleyen parçalardan biridir. biz deklanşöre dokunduğumuz zaman; öncelikle diyafram halkası (objektifte bulunur) ayarladığımız oranda kısılıp-açılarak içeri ne kadar ışığın gireceğini ayarlar. daha sonra vizöre objektiften gelen görüntüyü yansıtan ayna yukarı doğru kalkarak diyafram halkasından geçen ışığın perdeye ulaşmasına olanak sağlar ve en sonunda da ayarladığımız hız oranında perde açılıp filme kadrajımızdaki görüntü işlendikten sonra tekrar kapanarak fotoğraf çekme işlemini sonlandırırız.

    işte bu perdenin ne kadar süreyle açık kalacağına enstantane denir. ayrıca obtüratör hızı, perde hızı ve ingilizce karşılığı shutter speed olarak da kullanılan isimleri vardır. hepsi enstantane ile aynı şeyi ifade eder.

    peki neye göre belirlenir bu hız ?

    öncelikle makinalarımızın ayar tuşlarına baktığımızda 50,100,250.500,1000 gibi değerler görürüz. bu aslında saniyenin 1 bölüsü olarak aldığımız zamanlardır. yani 50’ye ayarlarsak enstantanemizi bu aslında 1/50 (saniyenin 50’de biri) oranında bir hızdır. aynı şekilde 1000 ise 1/1000 (saniyenin binde 1’i). fark ettiğiniz gibi rakamlarımız yükseldikçe perdemizin açılıp kapanma hızı da o derece hızlanacaktır. yani eğer enstantaneyi 2’ye ayarlarsak bu ½ saniyedir. yani yarım saniye boyunca perdemiz açık kalacaktır. fakat 1000 enstantane alırsak gözün bile algılayamayacağı hızda perdemiz açıp kapanacaktır.

    derseniz ki “ulan ha 1000’e ayarlamışım ha 2’ye bunun ayrımını nasıl yapacağım ? ”

    şimdi ilk paragrafta bahsettiğim fotoğrafı oluşturan 2 unsur vardı. biri enstantane ikincisi de diyafram. fotoğraf işte bunları ortamdaki ışık miktarı ve vermek istediğiniz alan derinliği ya da efekte göre kombin etmektir. yani ikisi birbirinden bağımsız çalışmazlar ve bir şekilde birbirlerini etkilerler.

    şimdi anlatacaklarımı anlamanız için diyaframı küçük bir benzetme ile anlatmaya çalışayım ki detaylı şekilde daha sonra diyafram başlığına yazacağım.

    diyafram arkadaşlar insan gözünün, fotoğraf makinasındaki çalışma prensibidir aslında. bu arkadaş james bond filmlerinin o meşhur tanıtımında, bizimoğlan bond’un dönüp ateş ettiği zaman içinden geçtiği bir halka vardır. işte diyafram tam olarak odur görüntü olarak da. yani objektifin el verdiği oranda biz bu halkayı kısıp, açabiliriz. bunu göz olarak örneklememin sebebi de ışığın konumuna göre kullanış şeklidir. biz çok güneşli havalarda (çok güneş çok yüksek ışık ve ısı demektir. film ışığa duyarlı bir kimyasal olduğu için o şiddetli ışığın küçük bir zerresi bile filme hemen etki edebilmektedir. bunu çakmak ateşiyle peçete yakmak ve kaynak makinasıyla peçete yakmaktaki reaksiyon olarak düşünün…) önümüzdekini net görebilmek genelde gözümüzü mümkün olduğunca kısarız. neden peki kısarız içeri giren ışığın miktarını azaltıp görüntüleri seçebilmek için. aynı şekilde kedilerde de bizlerde de karanlık bir ortamda göz bebeklerimiz nasıldır bilirsiniz. olabildiğince açık. bunun da sebebi az olan ışığın her zerresini gözdeki sinirlere iletmek istememiz. mantığı sanırım biraz anlatabildim.

    “lan enstantane ile ne alaka şimdi ?” diyebilirsiniz. şöyle bir alakası var.

    atıyorum güneşli bir havadayız. yaz vakti. işık tam tepeden hayvan gibi geliyor. bu ne demektir fotoğrafçı için. filmimizi yakmadan gördüğümüz kareyi işlememiz için perdeyi çok hızlı kapatıp açmamız lazım. şöyle dokundursak bile o zaten işleyecektir filmimize. geliyoruz ayarlara… şimdi aklınızda bir jimnastik yapın… sizce ortalama ne kadarlık bir enstantane kullanırsak filmi yakmadan çekme imkanımız olur ?

    herkes kendine göre bir cevap verdi büyük ihtimal. ama bu soruyu bir fotoğrafçıya sorarsanız size cevabı “kaç diyaframda ?” olur. çünkü biz perdeye ulaşacak ışığın oranını diyaframla ayarlayabiliriz. yani biz açık bir diyafram (f:2,8 örneğin. bu açıklı halkanın neredeyse objektifin merceğiyle aynı açıklıkta olması demek. yani objektiften giren ışık hiçbir engele takılmadan aynen perdeye yansıtılacaktır.) kullandığımızı varsayalım. o zaman ne olacak. o yüksek sıcaklıktaki ışık yoğun şekilde içeri dalacak. biz de filmi yakmamak adına ne yapmamız gerekiyor. hızlıca filme bu ışığı verip perdeyi kapatmamız gerekiyor. o zaman biz 1000 (1/1000 saniye) ya da 750 (1/750 saniye) gibi bir değer ayarlarsak fotoğrafımız kadrajdan gördüğümüz kare gibi çıkacaktır.

    peki biz kısık diyafram değerinde (f:22 örneğin. bu da tam olarak iğne deliği boyutunda bir aralıktan ışığı perdeye iletmektir) bunu denersek ne oalcak. o zaman da içeri sızan ışık miktarı çok çok az olacağı için bizim bu ışığın filme işlenmesi için biraz zaman tanımamız lazım. çünkü yoğunluğu düştükçe sıcaklık da aynı oranda düşecektir. bu nedenle kısık diyaframda biz 1/1000 ile çekersek elimizde sadece simsiyah, oluşamamış bir kare çıkacaktır. bunun yerine perdenin açık kaldığı zamanı uzatırız. atıyorum 1/125 ya da 1/150 gibi. bu şekilde gene kare baktığımızda gördüğümüz renklerde çıkacaktır.

    fakat şunu unutmamak lazım. diyaframın tek işlevi içeri giren ışığı ayarlamak değil, aynı zamanda “net alan derinliği”ni ayarlamaktır. o da şu hani netlediğimiz yerin arka fonunda oluşan flu (net olmayan) alan var ya (yaşlı dede yüzü fotolarını düşünün hani gözler net kulağa doğru flulaşıyor…) işte diyafram o alanın mesafesini ayarlıyor. yani açık bir diyaframda (f:2,8 örneğin) dedenin burnuna netleyip fotoğrafı çekerseniz atıyorum yanağında olan bir ben ya da kulakları flu çıkacakken; siz kısık bir diyaframda (f:22 örneğin) aynı kareyi, aynı açıyla çekerseniz değil kulaklar, arkada bisikletiyle dolaşan çocuk bile net çıkacaktır. bu net alan derinliğini ayrıca objektifinizin mm’si belirler. geniş açı objektiflerde (10 mm-35mm arası) alan derinliğini bu kadar keskin vermek zorken, tele objektiflerde (75 mm- 300+mm) objektiflerde adamın burun kılını net çekip bıyığını bile flulaştırabilirsiniz.

    bu açıdan çekeceğiniz karedeki kullanacağınız alan derinliğine göre enstantane-diyafram ikilisini iyi kombinlemek lazım.

    peki düşük enstantane değerlerinde (1/2 – 1/5 – 1/25 gibi) neden hareketli bir cisim net çıkmaz.

    bunu yağlı boya ile tuvale resim yapma eyleminden örnekleyeceğim. mesela elimizde boya kaplı bir yağlı boya fırçası var ve bununla kesintisiz paralel şekilde tuvalin üstüne bir çizgi çekmemiz isteniyor.

    ilkinde bize saniyenin 1/500 kadar bir zaman boyunca çizgiye devam etmemiz istense ne elde ederiz. sanırım değdirdiğimiz gibi çektiğimiz için ufak bir nokta olacaktır bu istek.

    aynı şekilde saniyenin 1/25 oranında bir zamanda bu eylemi yaparsak tuvalin yarısına kadar geleceğimiz bir çizgi elde etmiş oluruz.

    film de tuval gibidir arkadaşlar. perdenin açık olduğu sürece film objektiften yansıyan her şeyi yansıdığı gibi işleyecektir. yani perde uzun süre açık kalacaksa o açık kaldığı süre boyunca hareket eden ya da sabit her şeyi işleyecektir.

    peki neden net çıkmaz ? çünkü biz düşük enstantane değerlerini yetersiz ışığın olduğu zamanlarda kullanırız. yetersiz ışık da bir fotoğrafın oluşmasını yavaşlatacaktır. çünkü bizim cisimlerin netliğini belirlememiz onun bize ilettiği ışık miktarıyla alakalıdır. karşı cisimden yetersiz ve az ışık alıyorsak filme o cismin oluşması için biraz zamana ihtiyacımız vardır. bu nedenle cisim henüz filmde net şekilde oluşamadan hareket ederse, bu filmde o cismin tam olarak oluşamadan kadrajda yeni yerine geçmesi demektir. yani filmin başka bir noktasında sıfırdan yeniden oluşmaya başlaması anlamına gelir.

    karışık olduysa kusura bakmayın. anlatmak yazmaktan çok daha kolaydır bu konuları. yazarak en fazla bu kadar özetleyebildim… aklınıza takılan şeyler varsa sormaktan çekinmeyin. elimden geldiğince basit şekilde anlatmaya çalışırım.

  • gömleğinin son düğmesini kapatarak kendini hipster zannerken müezzine benzeyen arkadaşların kadınlara verdiği bir takım tavsiyeler.

  • tecavüze direndiği için başı taşla ezilen bir çocuğun geldiği haldir. allah ailesine sabır versin.

    bir takım foncu gazetecilerin mahallesine bu tecavüzcüler giremeyeceği için onlar rahattır.

  • ulan tüm argümanınız herifin menemene melemen demesi üzerine mi? yok mu başka yorumunuz? melemen yazdığı için haketmiş güya.
    tanım: anormal fiyatları menemen yerine melemen yazılmasıyla alakalandıran yüksek zeka (!) kişileri görmemizi sağlayan başlık.

    edit: başlığı hortlatan arkadaş ilkin "melemen" yazmıştı, menemen olarak düzeltmiş.

  • senin tipini, yürüyüşünü, saç şeklini skim. bu tipler hep aynı, fabrika çıkışlı gibi. ülke gotham city'den beter oldu.

  • "yakışıklı abim, 1 kilo yapiyim mi?"

    yarım kilo salatalık istediğimde pazarcı dayıdan gelmişti.

  • başbakanın son söylemi.

    2002 kasım'ından başlarsak 11 yıl 3 aydır iktidarda olan bir parti 3740 gün, yani 89760 saat, yani 5 milyon 385 bin 600 dakika, yani 323 milyon 136 bin saniye geçirmiş demektir.

    3.5 milyar fidan dikildiyse, 7/24 çalışılsa saniyede yaklaşık 11 fidan dikiliyor demektir.

    helal be oylar akp'ye.

    hatta helal be oylar akp'ye yazarken bile 40-50 fidan dikildi. vay vay vay.

  • bir anda polislerin içinde öyle başı öne eğik, siyah hırka, üç numara saçlar ve sakalla ortaya çıkınca hakkında "sempatik" ünvanını duyuverdiğim insan.

    kız kardeşim, "niye bu kadar kızıyorsunuz çocukcağıza?" dedi.

    not: kardeşim mal.

  • kimse sınanmadığı günahın masumu değildir. genelde muhafazakar cenahla özdeşleştirilse de bu sözü çok severim. tarikatların bugün taşra ve şehir olmak üzere aslında iki farklı grubu olsa da, bir insanı bir tarikata yöneltebilecek onlarca sebep bulunabilir.

    aslında konu taşra ve şehir olmanın ötesinde, bilgi ve paranın mebzul miktarda bulunduğu merkezlere yakınlık ve uzaklıkla da alakalıdır. taşrada hiyerarşik yapılanma daha kolay kurulur, çünkü taşrada bilgiye erişim ve refaha maruziyet çok sınırlıdır. hiyerarşinin kolay kurulduğu ortamların belirgin bir özelliği ise yasakların bireylerin davranış profillerinde belirleyiciliğinin daha fazla olmasıdır.

    tabii ki olayın genetik profili de var. taşrada yaşamasına rağmen hiyerarşiye gelemeyen onlarca örnek bulunabilir. toplumla genel anlamda yaşanan uyumsuzluk da siz merkeze uzak oldukça yaşam alanınızı daraltır. bu nedenle de taşrada hiyerarşi kurulurken uyumsuz görünen tipler kolaylıkla aforoz edilebilir. orta çağ avrupası bunun örnekleriyle doludur.

    şehirlerde ise dinamik farklıdır. hayat şehirlerde daha hızlı akar. kamusal alan diyebileceğiniz şehrin geneline atfedilen meydanlar vardır mesela taşrada olmayan. gelir düzeyi farklı insanların bir arada yaşadığı ortamlardır şehirler aynı zamanda. bu nedenle şehirde kurulacak herhangi bir tarikatın, ya da şehirde kolunun olması beklenen herhangi bir tarikatın sadece söylem geliştirerek baskın bir hiyerarşi ağı kurması imkansıza yakındır. çünkü aynı şehirde yaşayan insanlar ama toplu taşımada, ama meydanlarda farklı hayatları görürler.

    bu durum sadece, fikren seküler kesimi görmesi değildir. insanlar lüksü de görür aynı zamanda. bu lüksü görmek demek, aynı zamanda paranın daha çok şey yapabileceğini görmek demektir. taşrada çok aşırı miktarda paranız olsa dahi yapabilecek şeyleriniz sınırlıdır. şehir ise parayla yapılabilecek daha çok şeyin olduğunu gösterir.

    bu nedenle, taşrada tarikata katılan profil ile bunu şehirde yapan profil aslında birbirinden ayrılır. içine doğduğu sosyoekonomik katmandan münezzeh bir şekilde, içinde yetiştiği alt kültürde din baskın olsa dahi maruz kaldığı refah ve lüks nedeniyle bireysel çıkarın şehirli mürit üzerinde taşraya nazaran daha keskin bir rolü vardır.

    aynı durum konu ahlak olduğunda da karşımıza çıkar. dinin ne olduğunun önemi yok. herhangi bir tarikat yapılanması ayakta kalabilmek kendi içinde bir hiyerarşi ve otorite ağı kurmaya mecburdur. bunların mensubu olduklarını iddia ettikleri dinle muhteşem bir uyum içermeleri de bir şart değildir. bu hiyerarşi ağını kurduğunuzda ağa karşı çıkanları şiddetle bastırabilirsiniz ama ağı kurmak için insanların gönüllüğüne mecbursunuzdur.

    bu gönüllülüğü elde edebilmek için de, hem bilgiye hem de refaha uzak kitleler bulmak zorundasınızdır, taşra modelli tarikat için. şehir modelli tarikat içinse bilgiye uzak olmaları kafidir ama refaha uzak olamadıklarından dolayı bu kitlelere bir tüketim gücü kazandırmak zorundasınızdır. burası ahlakın çöktüğü zemindir.

    üretime katılmayıp, tüketime katılan kitleler yaratmaya başladığınızda aslında ilk bakışta gördüğünüz ahlakla arasında uçurum olan insanların mürit haline gelmesidir ama gerçekte olan bilgiye uzak olan kitlelerin refah ile olan mesafeleri dolayısıyla ahlaksızlıklarını kafalarında meşrulaştırma sürecinden geçmesidir.

    bu süreç tarikatlara siyasi pazarlık yapma şansı verecek bir siyasi güç kazandırabilir ama bu durumun sonucunda parasal döngünün verimini aşağı yönde baskılayacağı ise kesindir çünkü ahlaki açıdan doğru olmayan eylemin iktisadi açıdan artı değer yaratma potansiyeli yüzde sıfırdır.

    ahlak özelindeki sıkıntı ise dışarıdan gelen bir otorite üzerinden ahlak güzellemesi yapılarak insanların ahlaki olmayan davranışlara meyletmeyeceğine olan saçma inançtır. bu durumu biraz tarihi perspektiften ele almak gerekir. ağırlıkla müslümanların yaşadığı bir ülkede yaşadığımıza göre islam üzerinden ilerleyelim.

    kuran'ın hiç değişmediğini varsayarak yedinci yüzyılda dünya'nın hakim iktisadi yapısını ele alalım. sanayi devrimine en az 1000 yıl mesafedeyiz. hakim ekosistem tarım, kumaş ve ticarettir. yedinci yüzyılda mekke'nin ciddi bir ticaret merkezi olduğu gerçeğinden hareketle daha çok insanın yaşadığı bir şehir olduğunu varsayabiliriz.

    kitlelerin mobilizasyonu ve birbirleriyle olan etkileşimleri zayıf olsa da, hakim dünya ekosisteminin kalbi ticaret yollarından ve özellikle avrupa-çin arası kurulan ticaret sisteminden oluşmaktadır. buna rağmen, eğer o yıllarda dünya'da gini katsayısını hesaplamak mümkün olsaydı, muhtemelen gelir adaletsizliği namına ciddi bir uçurum söz konusu olmayacaktı.

    buna ek olarak verimli tarım arazilerinin olduğu bölgeler daha kıymetli olsa da, farklı toplumlar arasında ciddi bir gelir dağılımı bozukluğu da olmayacaktı. bu önemli durum, bir hiyerarşi figürü üzerinden ahlaksız davranışların yapılmamasını emreden bir ekosistem üzerinden bir toplumsal düzen inşa edebilirdi, bugün edemez. çünkü bugün zenginliğin ne olduğunun ayırdında olan milyonlarca insan var.

    herhangi bir ahlaksız davranışı kafasında kolaylıkla rasyonalize edebilecek kadar çok fazla sebebi olacak yığınla insan var. hele hele, ne söz gelimi bir isviçre kadar müreffeh ne de aborjinler kadar izole yaşıyor olmayan gelişmekte olan bütün ülkelerde uçurum haline gelmiş gelir dağılımı nedeniyle çok daha kolay yapılabilir bu rasyonalizasyon.

    bu da temelinde bir sistemsel sıkıntıyı işaret eder. bir otorite figürü üzerinden yasaklanan eylemler silsilesinin hiç kimse tarafından yapılmaması için o hiç kimseyi oluşturan insanların birbirine denk hayatlar yaşıyor olması gerekir, ki bu durum dahi maksadın hasıl olacağını garanti edemez ama aksi olmayacağını garanti eder.

    bu nedenle, aslında uhrevi olduğu düşünülen dinlerin uygulayıcısı olduğunu savunan muhtelif tarikata, ahlaki olmayan ama bu ahlak dışılığı kolaylıkla rasyonalize edebilen bireyler tarafından, dünyevi bir çıkar uğruna kolaylıkla katılım sağlanabilir.

    bu işlemde katalizör görevi üstlenen gelir dağılımı bozukluğu bir yana, otorite figürü üzerinden kurulmuş olan ahlak anlayışının terk edilmesi gerekir. tarım toplumlarında ve gelir dağılımı uçurumu olmayan zamanlarda işe yarayan bu yöntem, günümüzde yerini tamamen seküler/dünyevi saiklerle nedenselleştirilmiş ve bireyin rızasını bununla kazanabilmiş bir ahlak anlayışına bırakmak zorundadır.

    bu sadece din özelinde de değildir. beni karşımdaki insanı dolandırmaktan/öldürmekten alıkoyacak olan şeyin türk ceza kanununun bilmem kaçıncı maddeleri değil, kendi vicdanım olması gerekir. bütün eylemlerimiz bu saiklerle yapıldığında ise zaten dinler doğası gereği bireyselleşecek ve zamanla da etkisi azalacaktır. refah düzeyi yükselmiş ülkelerde dinin giderek görünmez hale gelmesinin temel sebeplerinden biri de budur.

    bu durumun o bireye ya da topluma mutluluk getirmesi ise pek mümkün olmamakla beraber bu başka bir yazının konusudur.