hesabın var mı? giriş yap

  • araştırma görevlisi olduğu andan itibaren;

    a) danışman hocasının kadrolu kölesidir. bina içi, binalar arası hatta kampüs dışı, araştırma görevlisi oluşuyla ilgili/ilgisiz her tür ayak işine koşturmakla mükelleftir.

    b) tez izleme komitesindeki diğer hocaların da emir eridir. danışman hocasının yüklediği kadar olmasa da, onların "rica ettiği" her tür işi seve isteye yapmak, sağa sola gitmek zorundadır.

    c) bölümdeki diğer hocalar da denk getirebildikleri anlarda ona iş yüklemekte beis görmeyeceklerdir. zira ülkedeki en güçlü dokunulmazlık profesörlere verilmiştir ve zavallı genç akademisyenimizin tüm kariyeri bu hocaların çoğunluğunu oluşturacağı veya etki altına alacağı jürilere bağlıdır.

    d) hocalar genelde bilirkişilik, ödenekli projeler, danışmanlıklar gibi, asli görevleri olan eğitim/öğretimden çok daha mühim(!) işler peşinde olduklarından, derslere girmekte pek de istekli olmayacaklar ve araştırma görevlimize "hadi sen gir de bugün bir uygulama yapın" falan diyeceklerdir. sınav zamanları gelince de hocalar sınıfa, amfiye 5-10 dakika uğrar, kalan 1 hatta bazen 2 saat boyunca ise araştırma görevlileri ayakta sınavı takip ederler.

    ezcümle; akademik hayatında, iç mekan - dış mekan ayrımı olmaksızın, yaya olarak en fazla kilometreyi araştırma görevlisi olduğu süre boyunca kat edeceği, en çok ayakta kalacağı süre de bu döneme denk geleceği için dayanıklı ve rahat bir ayakkabı seçmek zorundadırlar.

    ne yapaydı? makosen mi giyeydi?

  • türk akademi camiasında yaygın bir gelenektir. kimi zaman "vaaay ne yazmışlar yahu" denilen bir makalenin dört, beş, hatta altı, yedi yazarlı olduğunu görünce, "aymnızıskim" diye bir tepkide bulunabilirsiniz. beş kişi 15 sayfa için ne yapar yahu? her bölüm için demiyorum ama beş, rakamla 5?

    yeni yök yasa tasarısında, "kurul tarafından belirlenecek alanlar dışında, kurbanda danaya girer gibi beş, altı yazarın yazdığı makaleler, dikkate alınmayacaktır." şeklinde bi ifade nasıl yok anlam veremedim. hımmm acaba tasarıyı hazarlayanların kendilerinden kaynaklı olabilir mi?

    - makale yazıp, comparative politics'e gönderiyoruz abi, sen de yardım eder misin?
    + kaç kişiyiz?
    - sen de katılırsan 4 olucaz.
    + ergun hoca?
    - siz hele bi yazın da beni de eklersiniz dedi.
    + toplam da beş kişiyiz yani?
    - yok abi, bu çalışma özcan hocanın danışmanlığını yaptığı doktora tezinden olduğu için... tezi yazan öğrenci de var..
    + 6 kişiyiz yani?
    - dur bakalım bizim çaycı selami "abi ben bi düşüneyim bu sene kesemeyebilirim" dedi.. o da olursa 7..

    herhalde böyle oluyor literatür taraması??

  • benim canımın içi, rahmetli babamdır bu kişi. çocuğu olan anneme aşık olan, bir tanecik canım babişkom. öz babamla hiç alakam yok, 4 yaşındayken annemle ayrılmışlardı. sonra babamla tanışıyorlar, sonra da benimle.

    kendi çocuğunu herkes sever, marifet başkasının çocuğunu evlat diye bağrına basmaktır. 5 yaşında bir kız çocuğunu alıp, namusuyla, şerefiyle hayata hazırlamak herkesin harcı değil muhakkak ki, çünkü kendi çocuğunu herkes sever, başkasının çocuğuna evlat diyebilmek için bambaşka bir insan olmak gerekir. oysa ne basit şey bir çocuğu sevmek ama yok bizim insanımız her konuda olduğu gibi bunda da riyakarlığı doruklarda yaşar, o çok çocuk seven insanlar birden bire çocuğa başkasının piçi yaftasını yapıştırır.

    kendi çocuğunu herkes sever, nasıl bir insan olduğumuzu yaptıklarımız belirler. öyle ben iyi insanım demekle olmaz, kendi vicdanınız için yaptıklarınız sizi iyi insan yapmaz, sadece egonuzu besler.

    benim babam, nurlar içinde yatsın, şu hayatta tanıdığım en benzersiz, en yeri dolmaz, en bambaşka insandı.

    çocuğu olan insan, kadın ya da erkek diye ayırmıyorum, çocuğu olan insandır sadece. bir çocuğu sevemeyecek kadar acizseniz bu çocuğun sorunu değil, sizin kendinizi sorgulamanız gereken bir durumdur.

    debe edit: hepinize çok teşekkür ederim.

  • ne sıfatla türk gençliği adına açıklama yaptığını anlamadığım rezil örgütün sikimde olmayan açıklaması. asıl zehir kaynağı kendileri.

  • olumden sonra yasami veya baska bir rahatlatici senaryoyu umut etmek ile felsefi olarak bilinemezci olmak, kacinilmaz bicimde bir celiskiye isaret etmeyebilir.

    tanrinin varligina bilimsel ve felsefi yonden yaklasan birinin kacinilmaz olarak varacagi sonuc bilinemezciliktir. belki ilerde final fantasy misali, dunyanin derinlerinde bir yerlerde yesil yesil akan gaia enerjisi kesfedilir, yahut mars roverlari gelisi surekli ertelenen foton kusagina girip bozulurlar (yok ya, foton kusagi iyi birseydi, dna'yi bile 12 sarmalli yapiyordu. oyleyse o roverlar sibernetik organizmaya donusurler, el ele tutusup age of aquarius sarkisi soylerler), o zaman isler degisir. ama simdilik, degil huxleyden taa immanuel kanttan (algi kaliplari, vs) bu yana gelen mevcut argumanlar isiginda, tanrinin varligi ve yapisiyla ilgili tek akilci yaklasim budur.

    dolayisiyla bilinemezcilik kanimca bir inanctan ziyade bir cikarimdir. hatta guclu ve zayif bilinemezci olmak dahi (hicbir zaman bilinemez, simdilik bilinemez) loto oynar gibi degil, yapay zeka uzmanlarinin,norologlarin bulgularina gore belirlenir kisi tarafindan. bunun bir nedeni, genelde agnostiklerin illa bilim adami olmasalar dahi bilimsel metodu benimsemis insanlar olmalaridir; her turlu probleme bu kafa yapisiyla yaklasmalaridir.

    tabii bu yaklasimi benimsememis olan mistikler, sufiler, new age meraklilari, bilinemezciligin genel gecer yargilarindan alinabilirler ve "sen bilemiyorsun diye benim kisisel tecrubelerimi hice sayamazsin" diyebilirler. ama bu mantikla kendilerini napolyon sananlara, tecavuz travmasini atlatmak icin uzaylilar tarafindan kacirilip kicina metal sokuldugunu iddia edenlere, lsdli kafayla algisi degisince kozmosla baglanti kuran hippilere, bu hippilerden binlerce yil once yine mantarlarla kafayi bulup evrenin sirrini sayilarda arayan pisagorlara yahut ramthaya da inanmamiz gerekirdi. hem de bu tip iddialara sahip insanlarin bir tanesinin dahi anektodal orneklerden ve itiraflardan oteye gecemediklerini, kontrol grubu bulunan double-blind peer-reviewed hicbir deneyde bunlari dogrulayacak bir kanit bulunmadigini, tam da aksine, yiginla psikolojik ve fizyolojik aciklamalarin getirilebildigini bile bile inanmamiz gerekirdi.

    sonucta son paragrafi bilimsel bidi bidi olarak gorseniz dahi olayin ozu sudur: insanin elde edebilecegi tum bilgiler ve yasayacagi tum tecrubeler, algilariyla ve o algilara karsilik gelen kategorilerle (zaman, mekan, nicelik, nedensellik, vs) sinirlidir. eger meditasyonlariniz esnasinda tanriyla saf bir bag kurdugunuza gonulden inaniyorsaniz, muhtemelen benzerlerinizin "en az" yuzde 99.99unda oldugu gibi algilariniz fizyolojik ve/veya psikolojik (ki o da tamamen fizyolojiye indirgenebilir ileride) etkenlerle bozulmustur.

    ammaaaa diyelim ki sizde hicbir sey sorun yok, yine de bilinemezciligin son savunma hattini gecemezsiniz, o da meshur tupteki beyin argumaniyla ozetlenebilir. yani siz tecrubelerinizin gercek ve orjinal mi oldugunu, yoksa sadece 23.yyda bir bilimadaminin deneyinden veya 22.yydaki bir bilgisayar programindan mi ibaret oldugunuzu bilemezsiniz, 40 yillik budist rahibi de olsaniz, atlantis bilgesi de olsaniz bilemezsiniz. [descartesi meshur yapan sey de budur zaten, birakin bu tecrubelerin gercekligini, adam varligindan dahi suphe etmis, sonunda dusunuyor olmasinin en azindan var oldugunu kanitladigini ama bu kadarla kaldigini soylemistir]

    dolayisiyla bilinemezcilik, subjektif ataklarla ustesinden gelinemeyecek bir cikarimdir.

    ote yandan bilinemezcilik cikarimini yapmak icin illa butun inanclardan feragat edilmesi gerekmez. zira halihazirda bulunan inanclara egitim ve aile yoluyla maruz kalmamissak dahi, olum korkusu gibi varligi ve siddeti evrimsel nedenlere rahatca dayandirilabilecek psikolojik etmenler yuzunden kacinilmaz olarak inanclar gelistirebiliriz. gece yataga yatip olmus akrabalarimizi dusundugumuzde, ister istemez onlari cennetvari mekanlarda hayal edebiliriz ama bu, ne cennetin olduguna kanittir ne de bizim cennetin varligina daha cok ihtimal verdigimize. en iyi ihtimalle umuttur, inanc degil.

    ama inanc olsa dahi bu celiski yaratmaz. zira ben izafiyet teorisine de inanamiyorum mantigima aykiri oldugundan (daha dogrusu mantik degil de intuitiona karsi oldugundan) ama hem matematiksel hesaplarla hem de deneylerle dogru oldugunu biliyorum. edit: kaptanin seyir defteri kisisi uyardi, sezgi lafini kullanmak karisikliklara yolacabilir diye. muhtemelen demek istedigim common sense. yani isigin hizinin, gozlemcinin hareketine bagli olmadan hep ayni algilanmasina, gunluk hayatta karsilastigim ilgili her ornegin aksini onerdigi icin, benim kafam basmiyor ama dogru oldugunu kanitlayabiliyorum.

    kisisel yatkinliklarim ve onyargilarim beni bir tarafa cekerken, aklim, mantigim ve kontrollu gozlemlerim muthis bir kesinlikle baska bir seyi soyleyebilir pekala. insanin arkadas ortamlarinda bilinemezci olup, gece yattiginda baska seyler dusunmesi de samimiyetsizlikten ziyade, hayatimizin cogu alaninda oldugu gibi burada da bir cekismeden ibarettir. ama ben inanmasam da, kavrayamasam da, inkar etsem de izafiyet teorisi dogrudur, benim subjektif yargimdan ve kapasitemden bagimsiz olarak vardir. bilinmezcilige dogru yaptigim cikarimlar da ayni sekilde beni yokolus korkusunun kucagina atabilirler ama isabetlidirler ve bir bilinemezcinin bu mucadelenin farkina varmasi bile zaten dusuncesinde tutarsizlik olmadigina en guzel ornektir.

  • seçimlere doğru giderken uydurulan bir başka haber.

    o kadar yumiyum olsa bize çıkarttırırlar mı sanıyorsunuz.

    hepsini kendi yer bu dış güçler.

    yiyemediklerinin de üzerine cıva dökerler.

    aynı haliç'in altında yatan 1673 grostonluk turbo sakız rezervi gibi bize yar olmayacaktır.

    ayrıca urfa'da bulunan 541 milyon dolar değerinde peynir altı suyu tozu yataklarını da unutmayın.

    eyyyy türk halkı!

    biz biliyoruz bunları biz.