hesabın var mı? giriş yap

  • geçen bir bankanın güvenlik sorgusunun verdiği mesaj. şimdi mahkemeye başvurdum annemin kızlık soyadını öztürk_74 olarak değiştirtiyorum.

  • baskı balatasının aşınıp aşınmadığının kontrolü:

    1. motor çalıştırılır.
    2. el freni çekilir.
    3. ikinci vitese takılır.
    4. sanki arabayı hareket ettirecekmiş gibi kavrama yapılıp abartmadan gaz verilip ayak debriyajdan çekilir.

    motor stop ediyorsa baskı balatanız cillop gibidir. yok eğer motor stop etmiyorsa servise gitmeniz önerilir.

  • okur-yazar oranının %5'lerden %95'lere çıkması,

    1925 - ankara hukuk fakültesi'nin kurulması

    1928 - hıfzısıhha müessesesi'nin kurulması

    1932 - türk dil kurumu'nun kurulması

    1935 - maden tetkik arama enstitüsü'nün kurulması

    yüksek ziraat enstitüsü, devlet istatistik enstitüsü, halkevleri, türk kuşu gibi bilim öğreten kurumların kurulması... saymakla da bitmez.

    en çarpıcı olanı ise, 1936 yılında ilk türk uçağının imali için araştırma geliştirme çalışmalarının başlatılıp, 1940 yılında ilk türk uçağının imal edilmesinden sonra, atatürk'ün ölümünün ardından 1950'de uçak fabrikasının adnan menderes tarafından amerikadan alınan maddi destek karşılığında kapatılması.

    bu kez kendi ayağına sıktın sıtark.

  • - selamun aleyküm baba nasılsın?
    - aleyküm selam oğlum iyi işte sen nasılsın?
    - iyi baba nolsun uğraşıyoz işte iş güç.
    - heee bizde aynı işte. iyi bişey diyon mu?
    - canının sağlığı baba senin diyeceğin varsa söyle
    - canının sağlığı seninde hayde iyi akşamlar.

    işte bütün diyaloğumuz bu şekilde benim babamla. memlekete gittiğimde de aynen bu şekilde konuşuyoruz. o yüzden sürekli annemi arayıp sonra babamı çağırırım telefona.

  • ne otoyollarda ne şehirlerde 0 takip mesafesiyle araba kullanan gerizekalilar olduğu sürece her zaman yaşanacak facialardan sadece biri.

    edit: bir üstteki yazarın tüneldeki hız sınırının 70 km/h olduğu vurgusu gerçekten belki de en önemli şey. tünelden her geçtiğimde 70le giderken tüneldeki en yavaş aracın ben olduğum gerçeği de oldukça acımasız ne yazık ki.

  • chris rock sayesinde temelleri atılan paul thomas anderson'ın son filmi. şöyle ki, chris rock bir gün p.t. anderson'a “hey adamım ne zaman bir ilişki filmi yapacaksın ha? senin sorunun ne dostum.” demiş. tabii böyle b sınıf amerikan filmi dublajıyla konuştuğunu sanmıyorum ama buna benzer bir şekilde ifade etmiş olmalı. * p.t. anderson “chris rock size bir tavsiye verdiyse bunun üstüne gitmelisiniz diye düşündüm.” diyor. punch-drunk love'dan sonra pta'dan bir aşk filmi beklemek kuşkusuz en kutsal bekleyişlerden. iki filmde de takıntılı bir adam ve aşk var. ama bu kez janr farkından ve ustalıktan olsa gerek daha efsane işlenmiş. aynı zamanda boogie nights filminde olduğundan daha açık bir oedipus kompleksi de izliyoruz.

    spoiler

    çoğunluk sürprizsiz bulmuş filmi, fakat beni pek çok kez şaşırttığını söyleyebilirim. beden ölçülerinin alındığı sahnede alma'nın rahatsızlık hissi bende farklı bir intiba uyandırmıştı. yüzünde "ben nereye düştüm böyle" ifadesi okunuyor, fazla savunmasız görünüyordu. orda yaşarsa kullanılacağını, sömürüleceğini düşündüm. ama hiç de kolay lokma olmadığına öylesine çarpıcı yönetmen ve kurgu işçiliğiyle şahit olduk ki, afalladım. reynolds, kıza dikeceği elbisenin ölçülerini alırken, aynı zamanda ona yeni bir hayat biçeceğine kesin gözüyle bakmıştım. onun gibi narsist ve son derece kontrolcü bir adamdan başka şey beklenemez. nitekim film seyirciyi bu yönde yoğurmaya başlıyordu.

    akşam yemeği esnasındaki kavgada reynolds'ın “seni evime ajan olarak mı gönderdiler, düşmanım mısın, kuşatıldım!” * gibi ithamlarında onun sadece okb değil aynı zamanda paranoyak olduğunu da düşünmüştüm. ta ki zehirli mantarlara kadar...

    masadaki kavgada haklı tarafta olmasına rağmen, reynolds'tan "kapı orda!" tepkisi gören alma'nın masayı terk etmesiyle birlikte bir gurur abidesine dönmesini bekliyordum. fakat evden ayrılmaması şöyle dursun, zehirli mantarı reynolds'ın çayına serpiştirdiği an bir p.t. anderson filmi izlediğimin idrakiyle sarsıldım.

    başta sadece saf bir köylü kızı gibi görünen alma, adamın anne zaafını yakalayacak ve hatta bunu kullanacak kadar zeki çıkıyor. ona bunları yaptıran şeyin aşk olduğunu söylemek mümkün. alma, kariyer hırsı yapmıyor esasen. derdi para pul değil. reynolds'a duyduğu hayranlık ve aşk, kıskançlığı doğurduğu vakit film direksiyonunu kaotik bir romantizme kırıyor.

    filmin başında reynolds adeta boşlukta gibidir ve sanki ruh eşini ararcasına bir arayış içindedir. alma'yı bulduğunda ipleri eline alabileceğini zanneder ama onu bir türlü kontrol edemez. zamanla rolleri değişirler. reynolds, alma'yı mental olarak zehirlerken, alma ise onu fiziksel olarak zehirler.

    kız onu anne şefkatiyle yedirip, içirip, başında bekler. böylece ona ihtiyacı olanı, mahrum olduğu tek şeyi vermiş olur; anne sevgisini. aynı zamanda alma, reynolds'ın da kendisine ihtiyaç duymasını arzular. karşılıklı bir win-win durumu söz konusudur. ikisi tıpkı bedene cuk oturan bir kıyafet gibi birbirlerine tam uyarlar.

    munchausen sendromu denen rahatsızlığa ilgi duyuyorum. filmde görülen ilişki, bir çeşit munchausen sendromu vakası gibiydi. elbette ki kurbanın da bu "hasta etme oyunu"na dahil oluşu benim için büyük ters köşe oldu. reynolds'ın hasta olarak, sert çizgilerle donattığı katı disiplinli hayatından kurtulması mükemmel bir kaçış değil midir? zehirli mantarın sebep olduğu halüsinasyon sonucu, üstünde kendi diktiği gelinlikle rahmetli annesini görmesi. annesine duyduğu aşk ve özlemi alma'yla karşılaması. tüm bunlar hasta olmanın getirdiği acılara bedeldir onun için. bedenen zayıf düşmesine rağmen zihinsel olarak iyileşir. stres dolu işinden birkaç günlüğüne de olsa kurtulur.

    daniel'ın kariyerinin başlarında the unbearable lightness of being filminde canlandırdığı tomas karakterinin, gittiği restoranda garsonluk yapan tereza ile bir tanışma sahnesi vardır. bu filmde de buna çok benzer bir sahne vardı. reynolds ile garsonluk yapan alma'nın tanışma sahnesinden bahsediyorum tabii ki. iki al yanaklı aktris juliette binoche ile vicky krieps ve ikisinin de masum kahverengi gözleriyle daniel-day lewis'e attıkları bakışların sinematik izdüşümü beni uçurdu.

    stanley kubrick'in the shining filminde baş kahramanın "eser"ini ortaya çıkarmaya çalışırken evde estirdiği teröre benzer durumlar da izledik. "evin beyi" çalışırken yanına gidip "konsantrasyonumu dağıttın!" azarı yiyen kadınlar! sahne geçiş efektleri de the shining esintileri taşıyordu. bariz bir referans söz konusu.

    her anlamda bir başyapıt olduğunu düşündüğüm phantom thread, pta filmografisinde, şahsım adına üçüncü sırada yerini aldı.

    ayrıca internette filmle ilgili şöyle bir yorum gördüm, hâlâ gülüyorum;

    “üzgünüm ama bir erkekle ilk randevumda bana ölü annesinin saçlarının şu anda giydiği ceketin astarına dikildiğini söylüyorsa, kalkar giderim!”

    son olarak, daniel-day lewis.. ne diyeyim ki sana. reddettiğin her senaryo öbür dünyada yakana yapışacak bunu bil.

  • --- spoiler ---
    kaza, saat 22.30 sıralarında aksaray-ankara kara yolunun 12’nci kilometresinde meydana geldi.

    ...

    ardından jandarma ve polis ekipleri çağrıldı. ekipler, muhammed melih'in üzerinden geçen araç veya araçların belirlenmesi için çalışma başlattı.

    --- spoiler ---

    gece karanlığında ailenin kendisinin sebep olduğu cinayet için bebeği o karanlıkta ezenleri bulacaklarmış...

  • adamın biri trafik kazası geçirmiş, kazada pipisi kopmuş. kopan pipisini gömlek cebine koyduğu gibi koşa koşa doktora gitmiş.

    "doktor bey, doktor bey! pipim koptu!" diye bağırarak doktorun odasına girmiş. doktor, "durun, endişelenmeyin! organ yanınızda ise yerine dikebiliriz" demiş. adam "ahanda buradadır doktor bey" demiş ve elini gömlek cebine atarak, çıkanı doktora uzatmış.

    doktor adamın kendisine uzattığına bakmış: "iyi ama bunu nasıl dikeriz bu tadelle" demiş. adam şaşkınlık içinde kalakalmış: "desene doktor bey, yarraaa yedik..."