hesabın var mı? giriş yap

  • öyle ya da böyle, beğenirsiniz veya beğenmezsiniz ama çocuklar duymasın dizisi gerek rating, gerekse uzun süreli olması bakımından türk televizyonculuk tarihinde önemli bir yere sahip. (bakınız burası önemli, burada dizinin kalitesini tartışmıyoruz.)

    peki zamanında tekrarları bile rating listelerinde üst sıralarda yer alan bu dizinin aslında bizlerin hatta anne babalarımızın bile çocukluğunda yer alan taşdevri (bkz: taşdevri) (bkz: flintstones) çizgi dizisinden epey esinlenildiğini iddia etsem…

    haluk = fred çakmaktaş

    meltem = wilma çakmaktaş

    selami = barney moloztaş

    gönül = betty moloztaş

    havuç = bambam

    duygu = çakıl çakmaktaş

    çizgi dizide de fred (haluk) kaba saba iken barney (selami) light erkek.

    fred (haluk) ve barney (selami) aynı iş yerinde çalışıyorlar.

    barney (selami) ve betty (gönül)'ün de çocukları olmuyor.

    wilma (meltem) tüm maçoluğuna rağmen fred'in tırstığı karısı.

    fred (haluk) ve barney (selami)'nin patronu bay slate (bkz: bay slate) de tıpkı fıs fıs ismail (bkz: fıs fıs ismail) gibi sürekli başlarının birlikte belaya girdiği ama bölüm sonunda sorunu tatlıya bağladıkları bir karakter.

    daha yazamadığım ve irdelenirse çıkacak pek çok benzerlik sebebiyle tekrar iddia ediyorum ki, çocuklar duymasın taşdevri'nden araklanmıştır.

  • 2011 yılının aralık ayında başlamış yarışmadır. başlangıcından beri ödül miktarı 1,000,000 türk lirasıdır.

    2011 yılından bu yana yıllık resmi enflasyon oranlarına göre yarışmanın verdiği ödül reel olarak %58.2 oranında değer kaybetmiştir (aralık 2019 henüz açıklanmadığı için dahil değil). geldiğimiz noktada kazanılması çok zor olan sözüm ona büyük ödülle istanbul'un lüks konutlarında 1+1 daire bile alınamamaktadır.

    öte yandan verilen ödüller kuşa dönmesine rağmen program sunucularına ayrılan bütçe arttıkça artmış en son kenan imirzalıoğlu'na verilen bölüm başı 250,000 tl ile zirve yapmıştır. yani bir anlamda fakirden alınıp zengine verilmiştir.

    bu da böyle bir tespit olsun.

  • “şerefimiz kadar altını piyasada bulamadık. o yüzden sizin şerefiniz kadar altın aldık” deyip 2 tane çeyrek fırlatın önlerine.

  • polinomlar ile tanışılan andır. o günden sonra matematik ile sadece merhaba merhaba.

    bu arada şimdi hatırladım o polinomlarla degil fonksiyonlar ile tanışılan an olacak, polinom nedir hiç bir fikre sahip değilim, buraya neden yazdım onu da bilmiyorum.

    edit: (bkz: taban carpi yukseklik bolu iki) polinomlar ile fonksiyonlar aynı şeymiş. artık matematiğe ne kadar kafam basmıyorsa, konuları bile anlayamamışım.
    editin editi: polinom ile fonksiyonlar aynı şey degilmiş, polinomlar lineer fonksiyonmuş.

    cahillik editi: lise 1 de fonksiyonlarla tanıştıgım anmış.

    isabetli karar editi: bu entry üzerine aldıgım mesajlardan sonra, anladım ki, matematiğe veda etmekle çok isabetli bi karar almışım.

  • bütün dünyada makedon basketbolu denildiği zaman akıllara bo mccalebb geliyor olabilir... elbette türkiye hariç. sabaha karşı yayınlanan nba maçlarından bile önce perşembe geceleri efes pilsen'in deplasman maçları banttan verilirdi. yayın akışı ne kadar uzuyorsa o kadar geç verilirdi. ertesi gün okulu olan ben, ev halkını uyandırmamak için televizyona yarım metre mesafeye gelir oturur, çoktan bitmiş fakat skorunu bilmediğim efes pilsen maçlarını izlerdim. naumoski'ye olan güvenim tamdı ve o bu güvenin hakkını verirdi. bencil oynuyordu, topu elinde tutuyordu diyenlere itibar etmeyin zira işin aslı öyle değildi. efes pilsen o dönem çok kısıtlı bir rotasyonla oynuyor ve üst düzey alan savunması yapıyordu. kısıtlı rotasyon derken; 5.5 bilemedin 6.. alan savunması ise bütün avrupa'da namı yayılan korkutucu bir savunmaydı. smaç yüzdesi yüzde 47 olan tamer oyguç, ortayı kapatır, diğer oyuncular dört dönerdi. hal böyle olunca efes pilsen ister istemez tempo yapmaktan kaçınırdı. beş kişiyle oynuyorsunuz ve sert savunma yapıyorsunuz haliyle koşmak bir alternatif dahi değildi. naumoski, otuz saniyenin yirmisinde topu yere sektirir sonra hareketine başlardı. böylece biraz önce savunmada yorulan takım arkadaşları yeni savunma için dinlenmiş olurlardı. riskli işlere girmez, top kaybı yapmaz takımını haybeye geri koşturup temponun artmasına izin vermezdi. mecburiyetin yan etkileriydi efes pilsen'deki oyun karakteri.. italya'ya gittiği zaman farklı sistemle orada da başarılı olmuştu. yirmi saniye top sektirdikten sonra yaptığı hücumlar, atıtğı üçlükler... rüya gibiydi. o'nun yaptıkları sayesinde maçlar banttan yayınlanmamaya başladı. efes pilsen deplasmanda oynuyorsa türkiye kitleniyordu, efes pilsen istanbul'da oynuyorsa boş yer bulunamıyordu.

    yedi numaralı formasıyla terini silen, elleri titremeden üçlük atan, sonsuz güven veren büyük bir oyuncuydu. bu ülke basketbolu sevdiyse, murat murathanoğlu iyi akşamlar basketbol severler dediği zaman iyi akşamlar diye cevap veren bir kitle oluştuysa, insanlar çocuklarını basket takımlarına yollamaya başladıysa sebebi bu adamdır.

  • gurur sandığı aslında ümitsizliğidir.
    uzaktan uzağa sever, iyi olup olmadığını kontrol eder sosyal ağlardan ama aramaz. kırılmaktan, üzülmekten ve yine aynı şeyleri yaşamaktan korkar içten içe.
    ne yeniden aşık olmak ister ne de yeni biriyle vakit geçirmek..
    ölene dek yalnız kalma fikrine de alıştırmıştır kendisini.
    onu sevmek, hem de çok sevmekten mutludur.
    aşkın, aşık olduğun insanı elde etme hırsından çok daha fazlası olduğunu anlayacak kadar büyümüştür.
    içten içe merak eder durur;
    ''o da beni düşünüyor mu, ara sıra da olsa özlüyor mu acaba'' diye..

    korkaklıkla suçlanan ama o korkaklığının ardında çoook uzun bir hikayesi olan insandır. muhtemelen on milyon kere korkmamış, her defasında ağır yaralar almış daha fazlasına cesareti kalmamıştır. belki de karşısındakinden bekliyordur radikal bir adım. belki mecali kalmamıştır?.. tek ihtiyacı olan ''bundan sonra elimden geleni yapacağım'' demesidir. belki o günü bekliyordur.
    özlemesini, geleceği varsa kendi isteğiyle gelmesini istiyordur.
    her şey keşke burada yazılanlar kadar ''türk filmi tadında'' olsa..

  • nedeni basit. çünkü üçlü prizi fişe takmadan önce zaten 1 adet prizin var. üçlüyü takınca toplamda 3 adet prizin oluyor. 3-1=2

    işte bunlar hep kapitalizm. şimdi dağılabilirsiniz.

    edit: resmen inanamıyorum. sabah üçlü priz gördüm toplantı odasında, ofise çıkarıyım mı lazım olur mu diye düşündüm, sonra dedim ki zaten sadece +2 faydası oluyor, dur dedim bunun geyiğini yapıyım. pazartesi sendromu ışığında bu başlığı açtım ama millet amma kasmış! bir sürü matematiksel işlemler, özel mesajdan giydirenler, başka işin mi yok'çular, vb.

    3-1=2 = üçlü prizin faydası. buna da yanlış diyenler olmuş. he dostum he 3'lü prizin faydası 3 evet.

    3'lü prizden önce sadece 1 adet cihaz prize takılıydı.
    3'lü prizden sonra 3 adet cihaz prize takılı olabiliyor.
    yani ek olarak 2 yeni cihaz takabiliyorsun.
    sana faydası ek 2 priz.
    ama adı 3'lü priz.
    ve bu komik.

  • - telefonla bir hamile kadın ihbarı yapılıyor. (doğum yada hastalık)

    - gecenin köründe sağlık çalışanları şifa dağıtmak için yola çıkıyorlar. 1 şoför, 1 ebe, 1 acil tıp teknisyeni.

    - pkk bunları kaçırıyor.

    olm bu yazdıklarım savaşta yapılmaz! bu kadar kalleşçe, kahpece bir eylemi tarif edecek kelime bulamıyorum. inşallah bir hata edip canlarını yakmazlar. allah yardımcıları olsun.

    birde gerçekten yardıma ihtiyacı olan hamile birinin olma ihtimalini düşünmek bile istemiyorum.

  • sanırım kariyerimde yaptığım en iyi tercih henüz başlarında (17-20 yaş) az maaşla sadece tecrübe için bir sürü farklı firmada çalışmak oldu. "yeni başlayanlara az maaş verilsin" diye demiyorum: minnet etmeyeceğin para, başka firmaya sıçrama kararını kolaylaştırıyor.

    o sayede bir sürü farklı çalışma ortamı, şirket kültürü gördüm. ne yapmak istediğim, nasıl bir firmada çalışmak istediğim, emeğimin karşılığının ne olduğu gibi konularda zamanla daha iyi fikir edindim. iyi firmayı kötü firmadan ayırabilmeyi öğrendim. ilerde kendi şirketim olursa nasıl olmasını istediğime dair fikirler edindim.

    o firmalardan biri bana ev kirası, araba taksidi, yeme içme masraflarını karşılayacak bir para kazandırmış olsaydı bugün hala eskişehir'de aynı firmada çalışıyor olabilirdim. eminim hayatımdan memnun da olurdum. ancak sağolsunlar, verdikleri asgari ücret beni yeni maceralara itti.

    kariyerimin ilerleyen kısımlarında en uzun süre çalıştığım firmalar bana kendimi geçindirip üstüne biraz kendimi şımartabilecek para ile çok imkan veren ve en rahat çalışma ortamını sağlayan firmalar oldu. en sonuncusu da microsoft. eğer önüme kendi işimi yapma fırsatı çıkmamış olsaydı bugün muhtemelen hala microsoft'taydım ve muhtemelen yine hayatımdan memnundum.

    peki kariyerimin ilk yıllarında o kadar az parayla nasıl yaşadım? eskişehir'de anne/baba evi, ankara'da ofisteki bir yer şiltesi ile makarna günleri, istanbul'da ise ofis mutfağının kalebodur zeminine karton serip üstünde yatma ve boş kola şişelerinin depozitosuyla kokoreç alma* şeklinde. o günlerin hepsi microsoft'a alınmam sürecinde abd'ye giderken sunduğum iş tecrübesi belgelerinin parçası oldular.

    steve jobs'ın "stay hungry, stay foolish" ile vurguladığı da buydu sanırım. kendini hemen bir yere bağlama, gerekirse biraz aç kal, biraz budala kal, biraz keşfet.

  • bir kere izleyip keyif alanin en az 15 kere daha izleyebilecegi film .yurtta 3 haftaya bir the big lebowski gecesi yaptigimi hatirliyorum.bu sadece bir film degil , bir yasam tarzidir , paylasilan duygulardir -ahbap burda duygulari paylasiyoruz-. bu filmi seven insanlar birbirleriyle inanilmaz iyi anlasirlar ,cok da geyiktirler.ancak cogu insanin da 'ulan bu muydu bea!' dedigi de dogrudur.onlara pek aldirmayin.bu film sizin hayata bakis acinizi degistirebilir.
    (ilk filmde sevmediyseniz bidaa izleyin , olaylar degil diyaloglarr , kisiler diil karakterlerin davranis bicimleri onemli).
    o hali odayi dolu gosteriyordu ahbap.