ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri
takip etmek için giriş yapmalısın.
hesabın var mı? giriş yap
wesley sneijder
-
sneijder ağlıyor diye dalga geçiyorlar, ülke gençlerinin zeka seviyesine gel amk.
ağlamak; hakem kötüydü, penaltımızı vermedi, hakkımızı yiyorlar, ofsaytı görmedi dersen olur. adam çıkmış çatır çatır "taktiğimiz yok, doğru düzgün antrenman yapmıyoruz" diyor.
sağa sola değil, bizzat bize sallıyor kardeşim, yani burda sana bok yemek düşer.
çal keke çal
-
ekşi sözlük versiyonu tarafımdan yapılmıştır.
ekşi sözlükte bir gün geziyordum,
ssg çağırdı.
debauchee buraya gel.
buyur hocam.
dedi çıkar kalem.
belimden klavyeyi çıkardım.
dedi çıkar defter,
mahkeme kağıtlarını çıkardım
dedi çıkar harita,
işte güzelim orda senin benim karmamda bıraktığım 3-5 tane z.ö var ya
işte onları çıkardım.
ssg dedi bunlar ney?
hocam 3-5 şakirt yarası
sanki sanırsınız ki trollun allah'ı
ama bilmezsiniz ki o 3-5 karma yarası,
gök yeleli bozkurtun hatırası
çal kanzuk çaalll
n11.com rezaleti bölüm 2
sudan çıkıp timsah avlayan jaguar
-
sparta'yı sparta'da yenmiştir.
karısı çanta ya da çizme istemiş olabilir, bilemedim.
rus kadar güzel türk kızı
-
müge sürülecek akıl yok kimsede.
son 35 saniyede 13 sayı atıp maç kazandırmak
-
tracy mcgrady'nin houston formasıyla san antonio karşısında son 35 saniyede gerçekleştirdiği eylem. bu sayede houston maçı 1 sayı farkla kazanmış ve t-mac tarihe geçmişti. bu akşam digitürk'te bu efsane maç bir kez daha anıldı.
http://www.youtube.com/watch?v=e3eqy5gprcu
saat dokuzu beş geçe çalan siren
-
şahsıma bir zararı yoktur.
ideolojik temelden bağımsız; saat dokuzu beş geçe uyuyan adamdan zaten hayır gelmez, ama baksan imkan vermiyorlar, imkan verseler o da mars'a koloni kurmak istiyor.
the office
-
biraz geç de olsa amerikan versiyonunu da bitirdim ve size laflar hazırladım. yer yer spoiler da çıkabilir karşınıza, sonra bana kızmayın.
evvela, ingiliz versiyonunun basit bir önermesi vardı: "insanlar bilinçsizce tuhaftır." bu tuhaflığın en büyük sebebi, çoğu insanın kendine ayna tutma becerisi olmamasıydı. başka insanların gözünde nasıl göründükleri hakkında en ufak bir self-reflektif düşünceye sahip olmayan insanları her gün kameraya alırsanız ne olur? tam ne olduğunu bilmedikleri bir güç tarafından kapana kıstırılmış gibi hissederler.
ricky gervais'in yazdığı hikâye, klasik ingiliz taşra mizahı bir anlamda. burada insanlar genelde kısıtlı zekaya sahiptir ve bunun farkında değillerdir, çünkü daha zekisini pek görmemişlerdir. david brent karakteri bu yönüyle, taşra (şark) kurnazı olmaya çabalayan bir adamdır. kasıtlı ya da değil kötücüldür. bencilliğini, şehirliler gibi ince imaların arkasına gizlemeyi beceremez. nihayetinde ofis ortamında bir şekilde elde ettiği makam sayesinde daha da haylazlaşır ve kimse de ona karşı çıkamaz çünkü ondan çekinirler.
gelelim amerikan versiyonuna. ilk sezon zaten ingiliz versiyonu ile neredeyse aynı senaryoya sahip olduğu için, hikâye karakterlere tam oturmuyor. ayrıca ingiliz mizahı ile amerikan sit-com kalıpları pek uyuşmuyor. nitekim ilk 3-4 sezon filan dizi, orijinale sadık kalarak, "insanlar tuhaftır" önermesinin peşinden koşuyor ve bir hikâye anlatmaya çalışıyor ama karakterler kendilerini bulup ortam da ısınınca, 5, 6 ve 7. sezonda klasik amerikan sit-comuna yaklaşıyorlar. bence dizinin en keyifli sezonları da bunlar. herkes oyunun içinde ve o başlangıçtaki "tuhaflık" artık karakterlerin farkında olmadan dışarı verdikleri bir izlenim değil, doğrudan kucakladıkları bir özellik.
gelgelelim, burada dizinin kendine ihaneti diyebileceğim bir durum da ortaya çıkıyor. gerek david brent, gerekse michael scott, olağanüstü bencillikleri ve yetersizliklerine rağmen elde ettikleri gücü her durumda kötüye kullanmaları sebebiyle, şarlo'nun diktatör filmindekine benzer bir "persona"ya sahipler. evet ofis ortamı olduğundan biraz daha ehlileşmiş diyebiliriz ama özünde narsist, aşağılık adamlar. bu sebeple ingiliz versiyonunda david brent finalde kaybedene dönüşüyor ve kimse ona sahip çıkmıyor. ama amerikan versiyonunda, karakterler kendi iç tuhaflıklarıyla barışıp "yaa aslında hepimiz iyi insanlarız" sit-com'culuğuna düşünce, dizi iyiden iyiye bir sevgi kumkumalığına girişiyor.
yani amerikan versiyonunu seyrederken, ofiste kimsenin michael scott'a itiraz edememesini, bir beyaz yakalının hayat-kariyer endeksine bağlanmış hayatından vazgeçememe kaygısı etrafında okumaya hazırlanıyorsunuz. hatta bir bölümde stanley'in itiraz etmesini, bu bağlamda yerli yerine koyuyorsunuz. sonra bütün yapım ekibi karakterlere kıyamayarak, "yaa michael scott da bizi seviyordu" noktasında yeniden o absürt ve klişe "hepimiz kardeşiz" bataklığına giriyor.
nihayet 7. sezonda michael scott ayrılınca, ofis bence daha da amerikanize oluyor. tam bir sit-com tadı yakalıyorlar 8. ve 9. sezonda. elbette 9'un son bölümleri iyiden iyiye vedaya hazırlık olduğundan yapış yapış sünmüş ama 8'de ve 9'da, bu yeni formata çok uygun baya iyi sahneler var. yani izlemek tamamen vakit kaybı değil. ama dediğim gibi bence dizi orijinalliğinden ("tuhaflıklarının farkında olmayan insanların günlük yaşamı") 5. sezondan itibaren ödün vererek, "komik karakterlerin maceraları" kıvamına geçti. bu bence amerikan seyircisi için doğru tercihti.
velhasıl, the office de hayatımızda bir yer edinmiş oldu. arada bazı bölümleri açıp izlerim.
türkiye geneli %10 indirim kampanyası
-
doğalgaz, elektrik ve su fiyatları ile başlanabilir.
türk televizyonlarındaki unutulamayan anlar
-
okan bayülgenin zamanında (ne akla hizmet bilmiyorum) çıktığı esra ceyhanla a'dan z'ye programında esra ceyhana dakika başı laf sokması üzerine esra ceyhanın "o kadar dalga geçiyor, ama sevgili seyirciler, buraya kadar gelmiş, demek ki onu da buraya çeken bişey var!" diye yorum yapması...
akabinde okan bayülgenin gözlerini açarak aniden "evet!!! cinayet arzusu!" diye cevap vermesi...
bunun üzerine esra ceyhanın hafiften ürkerek stüdyodaki diğer konuk olan hayvan eğitmeninin getirdiği ördek, köpek, vs. 'ler ile "amaaan burda başka konuklarımız da varmış, nasılsınız?" diye hayvanlara dönerek konuşmaya başlaması...