hesabın var mı? giriş yap

  • güç kazanma ve onu korumanın 20. yüzyıldaki en keskin yolunun devletle iyi geçinme, bürokrasiyi elde etme ve onu besleme ama devlete bağlılık göstermeme; bağlılığı bilinen aile kavramından biraz daha büyük olan, kan bağı da taşıyan genişletilebilir bir organizasyonda bireyler arasında örmeye kendini vakfetmekte bulan stratejist.

    vito, hakimlerin, polislerin, senatörlerin ve diğer pezzonovantelerin sürekli olarak satın alınması, onlara iyi bakılması ve devlet kurumlarıyla savaşa girilmemesi gerektiğini ama örneğin ikinci dünya savaşı'na katılma konusu gelip çattığında "aile"nin bireylerinin savaştan uzak tutulmasının şart olduğunu düşünür. böylece devletle bağı bir nevi iş anlaşması gibi kalır ama devlete bağlılık zayıflıktır. en küçük oğlu sözünü dinlemeyip savaşa gittiğinde bunu "yabancılara bağlılık" olarak görür. hatta onun bir savaş kahramanı olup madalyalarla eve dönmesini dahi önemsemeyip küçümser.

    aileye uzak duran ama çaresiz kaldığında aileye başvuran bonasera gibilere devletle kendi organizasyonu arasındaki keskin ayrımı hatırlatırcasına ilk sorusu "neden önce polise gittin?" olur. vito corleone saga'sı hem film hem de kitapta bu keskin ayrımdan bahsedilerek açılır. mario puzo onu lineer ve kronolojik bir bakış açısıyla anlatmaz. bunun yerine çöküşten hemen öncesini, organizasyonun en tepede olduğu dönemdeki halini ortaya koyar. okur/izleyici, vito'nun bu gücü bir şekilde elde edip devletten öte bir devletçiğin patronu olduğunu kavrar, ancak bundan sonra organizasyonun kuruluşunda vito'nun stratejilerini öğrenmeye başlar.

    devlet vatandaşlarının bağlılığını iki ölçütle ifade eder: vergi vermek, gerektiğinde ülke için ölmek/öldürmek. vatandaşın devletini sevip sevmemesi ve soyut bir bağlılık hissedip hissetmemesi devlet için önemli değildir. vergisini veren ve savaşa giden vatandaş olmak devlet için yeterlidir. vito'nun "aile" organizasyonunda da bu iki kıstas kesin bir şekilde yürürlüktedir lakin vito bunlarla yetinmez. sarsılmaz bir bağlılık ve organizasyonu sevmek de en az "kazançtan pay" ve aile için diğer ailelerle "savaşmak" kadar önemlidir.

    kuralları kendi çağından çok önce yazılmış olan omerta'nın devleti dışlayıcı tutumu vito için de uygundur. devlet tarafından suç işlerken enselenen aile üyesi iki şeyi iyi bilir: ailesi, onun davasına bakacak hakimi veya ona lafını geçirebilecek senatörü çoktan satın almıştır. bu satın almada kullanılan parada kendi "kazançtan pay"ı da kullanılmıştır. yani bir nevi sigorta poliçesinin işe yarama günü gelmiştir. ikincisi ise satın alma gerçekleşmemiş olsa dahi aile, üyenin arkada bıraktığı çekirdek ailesine en iyi şekilde bakacaktır. bunu da kazançtan pay sistemiyle baştan garantilemiştir zaten. tam burada bağlılık kuralı da devreye girer. üye kendi kazançtan pay'ını geride kalan ailesinin bakımı için garanti görüp de suskunluk yasasını bozamaz. eğer bağlılığını kaybedip de suskunluk yasasını bozarsa sigorta poliçesi yandığı gibi çekirdek ailesi de organizasyon ailesi tarafından dışlanır. çekirdek ailedeki yetişkin erkekler de öldürülür.

    vito, insan psikolojisini çok iyi bildiği için bağlılığın sınırsız olmadığını, üyelerin de ihanet edebileceğini her zaman hesaba katar. bu yüzden hiyerarşi sistemini de önemser. bu, devletin yasa sınırları yüzünden göze alamayacağı bir şeydir. devlet, ihanet eden bir çavuş için onun komutanını da suçlayamaz. ama vito'nun ailesinde ihanet eden bir soldatto'yu işe alan capo da sorumlu tutulur. capo, o soldatto'yu ortadan kaldırmakla yükümlüdür yoksa capo yok edilir. vito'nun organizasyonunda yasa hem sarsılmaz hem de esnektir. ihanet cezalandırılmaz ve affedilirse bu başka ihanetleri kolaylaştıracağından dolayı tazmin edilemez.

    aileye bağlılık, devlete sadakat kavramına oranla daha katıdır. lakin bağlılığını kaybetmeyen her üye her istediğini elde ettiği, güçlü ve zengin bir yaşam sürer. oysa devlete sadakatini yitirmemiş, kanunlara uyan, uysal bir vatandaş çoğu zaman sefalet içinde yaşayıp ölür. vito'nun en iyi kullandığı acı gerçek budur.

  • kendisine gülümseyen, iyi davranan kadına hemen yürümeye çalışması, kendine iyi davranan erkeği ise ezmeye çalışması. bomboş olduğunun en büyük kanıtıdır bana göre.

  • saba tümer'in programında, "evli biriyle, eşinin haberi olmadan imam nikahı kıymak günah mı ?" şeklindeki saçma bir seyirci sorusuna "çüş..." ile başlayan bir cevap vermiştir ki, girdiğimiz gülme krizi sebebiyle cevabın gerisini duyamadık. ilahi yaşar hoca...

  • ılık ile serin arası bir bodrum akşamı. "haydi sünger pizza'ya gidelim" diyoruz arkadaşlarla. terasa çıkıyoruz, masamıza geçmek üzereyken köşe masadaki gruba gözümüz takılıyor. "özhan canaydın değil mi o ya" diyorum, "haydi yanına gidelim." arkadaşlarım "ya hu ayıp olur" falan diyor, "yok be" diyorum, "gidip bir merhaba deriz, bir de fotoğraf; o kadar."

    yanına geldiğimizi gören özhan canaydın, büyük bir nezaketle ve insanın tüylerini diken diken eden bir beyefendilikle ayağa kalkıyor, "bir saniye çocuklar" diyor ve ekliyor "müsaadenizle ceketimi giyeyim." ben arkadaşlarıma bakıyorum, onlar bana. kaldı mı gerçekten böyle insanlar diye birbirimize boş bakışlarla soruyor ve dumurdan dumura koşuyoruz.

    "ee çocuklar nasılsınız, neler yapıyorsunuz?" diyor başkan bize. ve bunu o kadar içten yapıyor ki sanırsınız karşımızda koca galatasaray başkanı değil de kankamız var. "sağolun başkanım" diyoruz; "siz de iyisinizdir inşallah." "sağolun" diyor ve gözü o zaman kız arkadaşım şimdi ise eşim olan canıma takılıyor. "siz nasılsınız küçük hanım" diye soruyor; ya hitaba, klasa bakar mısınız. kız arkadaşıma o kadar içten ve sıcak bakıyor ki gören torununa baktığını sanır.

    biraz sohbet ettikten sonra bana dönüp "aman kaçırma bu güzel kızımızı" diyor, "yok efendim kaçırmam" diyorum. efendim hitabını yaparken önce kendime sonra bu saygın bilge adama şaşıyorum. kendime şaşıyorum çünkü o güne değin kullandığım bir hitap şekli değil; özhan bey'e şaşıyorum çünkü bir insanın böylesine bir zarafet içinde olabilmesini aklım almıyor.

    "kusura bakmayın çocuklar, yerimiz olmadığı için sizi masaya buyur edemedim, bir içecek ısmarlayamadım" diyor, bunu derken neredeyse kırılacak kibarlıktan. o bunları söylerken biz adeta şoktan şoka giriyoruz. "estağfurullah başkanım, ne önemi var, sizin elinizi sıkıp gideceğiz zaten" diyoruz.

    biraz daha sohbet ettikten sonra "aman derslerinizden, işinizden geri kalmayın" nasihatlerini de dinliyoruz başkandan. o an aklıma sürekli benim iyiliğimi isteyen ve her konuda bana yol gösteren babaannem geliyor, istemsizce gözlerim doluyor ılık bir bodrum akşamında.

    elini öpüp yerimize geçiyoruz. arkadaşlarla muhabbete dalıyor ve saatlerin nasıl geçtiğinin dahi farkına varamıyoruz. derken bir ses duyuluyor: "haydi iyi geceler çocuklar, iyi eğlenceler." bir anda okulun en disiplinli ama en sevilen hocası sınıflarına dalmış haylaz öğrenciler gibi ayağa fırlıyoruz ve "sağolun başkanım" diyerek teşekkür ediyoruz.

    aradan yarım saat daha geçiyor, masanın en büyüğü olarak garsona "hesap lütfen" diyorum. garson masamıza geliyor ve kulağıma fısıldıyor: "hesabınız kapandı efendim, özhan bey halletti." biz bir kez daha şoke oluyoruz, gözlerimiz doluyor adeta. "ne adam be" diyoruz. ama ödediği hesap için değil, bize davranışlarından ötürü elbet.

    sonra aradan seneler geçiyor, o güzel adam çok ama çok uzaklara gidiyor ve uğruna gece gündüz çalıştığı stadın açılışında şu an galatasaray'ın başkanlık koltuğunu açıkça işgal eden adnan polat tarafından adı dahi anılmıyor. sonrasında konuşan erdoğan bayraktar adlı basit bir müteahhit tarafından "karşımda naif ve güçsüz duruyordu" denerek sözde küçültülmeye çalışılıyor.

    benimse aklımda o rüya gibi gece; şimdi yukarılardan bir yerden bizleri izleyen bu güzel adamı anıyor ve soruyorum: ulan siz kim, sizin adınızın böyle bir adamla aynı cümlede dahi geçebilmesi kim? adnan polat, erdoğan bayraktar kim, özhan canaydın kim?

    elimizde takımlar üstü olan bir tek süleyman seba kaldı; bari onu kırmayalım ve iyi bakalım.
    adettendir editi: beşiktaş'lıyım.

  • bizde evliyken konu komşuyla çocuk yapmak daha revaçta olduğundandır.

    müge anlı sağ olsun, izlemesek bile haberdar oluyoruz.

  • "dedemle nenem zamanında çok kavga etmişler dedem de dayanamayıp güvercini duvara fırlatmış, telefon yok o zamanlar tabi"

  • insanlar kendisinden nefret ediyorsa, dönüp kendisine baksın.

    fatih terim'in kızı diye, yahut babası zengin diye kendisinden nefret ettiğimizi düşünenler var. amk bu "zengin nefreti işte, kıskanıyorlar :(" fikrini ilk ortaya atanı evire çevire dövmek lazım.

    fatih terim'e en yakın örnek, mustafa denizli. neden selin denizli'den nefret etmiyoruz? onu geçelim, sözlükçe en antipatik ünlü yarışması yapılsa ilk üçe girecek hülya avşar'ın kızından niye nefret etmiyoruz? o kadar olayı kavgası bilmemnesi oldu. "yazık çocuğa sefil oluyor" ekseninde yorumlar dışında yorum çok nadir geldi. nil karaibrahimgil neden suavi karaibrahimgil'in kızı, yahut selami karaibrahimgil'in yeğeni değil de, nil karaibrahimgil? yahut neden "serdar erener'in karısı" diye anılmıyor? moda sektöründen örnek verelim, ivana sert dediğin sıradan bir mankenken şimdi modacı oldu. neden yurdal sert'in eski karısı değil de, yurdal sert ivana sert'in eski kocası? buse terim neden seren serengil'in öztürk serengil'in kızı olmaktan sıyrıldığı kadar bile fatih terim'in kızı kimliğinden sıyrılamıyor?

    şüphesiz ki, buldumcuk, görgüsüz ve ne oldum delisi olmasaydı, kendi çapında bi başarı elde edip bunu başarabilirdi. henüz çok geç değil belki bunu aşar. ama hiç zannetmiyorum. zira bikaç sene sonra kendisini fatih terim'in kızı yerine x'in karısı şeklinde tanımadıkça, bundan kurtulacak gibi değil. birilerinin bir şeyi olmadan bir şey olabilecek bir insan olsa, emin olun olurdu.