hesabın var mı? giriş yap

  • babam 7 yaşındayken babası ölmüş. annesi de kısa bir süre sonra başka bir adamla evlenip onun yanına taşınmış. bir gün okuldan evine geldiğinde kapıyı kapalı bulmuş babam. camdan tırmanıp eşyalarını almış ve yuva diyebileceği tek yerden böylece sürülmüş.

    hayatı yurtlarda ya da amcalarının yanında geçmiş. aile nedir bilmemiş pek. kimsenin evladı olmamış. ama kızkardeşime ve bana muhteşem bir baba olmuştu, yattığı yerde dinlensin...

    1.75 boyunda 56 kilo bir adamdı, mide geliştirememiş ki zavallı, çabucak doyardı. yine de, evimizin bir geleneği olarak, yemeğin en güzel yerleri kardeşime ve bana verilirken şaka yollu şöyle derdi:

    "biz küçükken yemeğin iyi tarafı büyüklere verilirdi. biz büyüdük, şimdi de çocuklara veriliyor. şu yemeğin iyi tarafından yemek nasip olmayacak bu gidişle."

  • 8 eylül 1900 cumartesi günü, texas’ın galveston kasabasını yerle bir etmiş ve küba ile amerika arasında bir meteoroloji çekişmesine sebebiyet vermiş doğa olayı.

    galveston, aslında, ticaret ve kültür açısından new orleans’a rakip olabilecek raddedeydi. meteoroloji görevlisi isaac cline, daha 1891’de galveston, kötü bir fırtınadan sonra ayakta kaldığında, galveston news gazetesine verdiği demeçte, “olayların nedenlerini tam bilmeyen kişilerin, galveston’un bir gün bir doğa afetinden zarar göreceği görüşü, tamamen absürd bir inanış” diyordu. meteoroloji bürosu, halkı tedirgin etmemek amacı ile, “hortum” gibi kelimelere tahminlerinde yer vermiyorlardı. meteoroloji bürosu, doğal afetlerin, itibarlarına gölge düşürdüğünü düşündükleri için, kötü hava tahminlerini halka hafifleterek açıklıyorlardı. kasırga, fırtına gibi kelimeleri kullanmamaya da özen gösteriyorlardı. mesela, ciddi bir fırtına, tahminlerde, “denizlerde mutedil çalkantı” veya “hafif sağanak yağış” şeklinde geçebiliyordu.

    meteoroloji bürosu’nun bir sıkıntısı da, küba kökenliydi. bunun sebebi, küba’nın özellikle kasırga tahminlerinde çok isabetli olmasıydı. daha 1870’lerde, eğitimli ve disiplinli elemanları ile ciddi bir hava tahmin şebekesi kurmuşlardı ve küba’daki meteoroloji müdürü benito vines hayatını bu işe adamış bir adamdı. halbuki amerikalı meslektaşlarının, kendilerine daha fazla boş zaman kalması için, hayal mahsulü meteorolojik ölçümler açıkladıkları biliniyordu. mesela, 1875 ve 1886 senelerinde indianola kasabası iki büyük fırtınaya maruz kalmıştı; bunlardan ilkinde, kasaba nüfusunun yüzde yirmisi kayıp verilmiş, ikincisinde ise, kasaba, haritadan silinmişti. halbuki meteorolojiye göre, bunlar, hafif hasarla sonuçlanan rüzgarlardı. beceriksiz görünmemek adına, halkın gözündeki itibarlarını korumak amacı ile, kübalı “yoldaş”larının başarılarının duyulmaması için, meteoroloji, küba’nın amerikanın askeri telgraf sistemi vasıtası ile hava tahminleri iletme uygulamasını durdurmaya kadar verdi.

    kübalılar bu duruma çok bozulmuşlardı. sonuçta, kasırga tahminlerinde başarılı olan kendileriydi ve amerika’nın, bu başarılarına gölge düşürmeye çalıştığını hissettiler. tam da bu meteorolojik entrikaların üzerine, nisan ayında, meksika körfezi için büyük bir tropik kasırga sinyalleri geliyordu. küba yine bunu haber vermek için can atıyordu, ancak doğrudan mesaj iletmeleri de yasaktı. amerikan meteoroloji idaresi yaklaşmakta olan bu kabusu tahmin edebilmiş bile olsa, çok çok, “şiddetli fırtına” olarak duyuracaktı.

    galveston’da hava bozmaya, deniz çalkalanmaya, rüzgar şiddetlenmeye başladıkça, halkın tedirginliği de artıyordu. ama galveston news gazetesindeki resmi meteoroloji tahminine göre, “texas’ın batısı, cumartesi ve pazar yer yer yağışlı ve rüzgarlı olacak, doğusu cumartesi yer yer yağışlı olacak, rüzgar kuzeyden şiddetli esecek, pazar yağışın ardından açık hava beklenmekte”ydi. (halbuki gerçekçi bir tahmin simülasyonu şöyle olabilirdi: “cumartesi gecesi ve pazar günü sel baskınları, şiddetli yağmur ve saatte 150 mile ulaşan fırtına; ardından oluşan nehirlerde yüzen enkaz ve cesetler”).

    cumartesi akşam üzeri patlayan fırtınanın ilk söktükleri arasında, önce meteoroloji istasyonunun çatısındaki ekipmanı da vardı. kısa süre içinde gazetenin basıldığı matbaa da sular altında kaldı. kısa süre içinde şiddetlenen sel ve fırtına, binaların çatılarını sökmeye başlamıştı, evlerin içine kadar giren su, ne bulursa sürüklüyordu: kap kacak, mobilya ve hatta insanları dahi. pazar gecesine gelindiğinde, galveston bir enkaz haline gelmişti. enkazdan ötürü, kasabaya altı milden daha fazla yaklaşamayan bir şehirlerarası tren ile seyahat edenler, kent dışından olup da durumu öğrenen ilk kişilerdi.

    şehrin içinde ise, insanlar yollarda suların içinde, arkadaşlarının, akrabalarının akıp giden cesetlerine rastlıyordu. resmi makamlar, cesetleri toplayarak denize taşıdılar, üzerlerine taş, demir, beton gibi, bulabildikleri enkaz parçalarını bağlayarak, denize attılar; gerçi bu işi alelacele yaptıkları için, cesetler daha ertesi sabah sahile vurdu.

    bu sefer, cesetleri yakma yoluna gittiler ve bir hafta boyunca, kasabadaki alevler durmadı.

    galveston için fırtına, başka bir yıkıma da yol açmıştı. seneler boyu, galveston ve houston, güneyin pamuk limanı olma yolunda bir rekabet içindeydiler, ama bu fırtına, galveston'un kaderini tayin etti. galveston’da o gün 6000 kişi öldü, kasabanın yarısı tamamen yıkıldı. ve uzunca bir süre, ticari rekabetten çekilerek, yaralarını sarmak zorunda kaldılar.

    (kaynak: erik larson'un "isaac's storm: a man, a time, and the deadliest hurricane in history" isimli kitabı)

  • milletin ölüm haberinin "şunu gömmüştür", "bunu gömmüştür" diye başlığından alınan oyuncu.

    bu arada başlığına gelmişken,

    adam öğretmeni oynuyor, öğretmen oluyor, ailesine düşkün baba'yı oynuyor, o oluyor. çirkef bir adam oynuyor, "çirkef" oluyor.

    büyük şizofren olduğunu düşünüyorum. yoksa bu kadar karakterden karaktere geçiş olmaz.

    mesela kenan imirzalıoğlu kendini çok geliştirdi yeaa ya, ulan adam yıllardır miroğlu'nu oynuyor. hangi role geçse miroğlu'nun bıyık bırakmış halinden öteye geçemiyor.

    ama münir özkul öylemi. salak milyonerler filminde çoluğu çocuğu olmayan, karısıyla bir evde yaşayan , sahaflarda kitapçı adamı öyle bir oynuyor ki bir an münir'in esas mesleği kitapçılık da, oyunculuğu ek iş yapıyor sanarsın.

    bu arada hababam sınıfında kalp krizi geçirdiğinde, yaşar usta ile oda bastığında, aynı yaşar usta bahçede gaz verirken ağlatandır. açar açar izlerim o ormandaki konuşmasını en zor durumumda gaza gelirim.

  • cahil hallerini sakın unutma
    öğretmene dil uzatma sebepsiz.
    sen anandan yine çıkardın amma
    okumayı yazmayı bilmezdin şerefsiz...

  • adamın ebleh sıfatına, can sıkıcı danslarına, kro-pop kliplerinin kurgusuna bakmak yerine, alt yapıda ki müziğin zenginliğine, sesindeki eşsizliğe, ve oluşturduğu sentezin sarsılmazlığına bakabilse idik, cigulinin lümpen toplum içinde yetişmiş bir müzikal deha olduğunu farkedebilirdik.
    entelimizin, kompleksimizin günah keçisi olmuş ciguli, ismiyle fiziğiyle, çıkıp geldiği sosyal çevre ile ön planda tutulmuş, durmuş, anılmış...vurun ciguliye...vurun abalıya.
    benzer bir müziği, ya da orjinaliteyi anlamadığınız bir dilde, goran bregoviç yaparsa, güzel kurgulanmış bir filmle satarsa, tipi de bet değilse basın bağrınıza, taç yapın başınıza...

    ciguli son zamanlarda müzikal anlamda gördüğün en olgun, en özgün, en klasik olmaya aday eserleri üretmiş bu coğrafyanın müzisyenidir.lümpenliği, görünüşü, hitap ettiği iddia edilen sosyal zümre beni zerre bağlamaz, zira ben kaliteye bakarım, ben müziğe bakarım.
    bir grup, bir müzik oluşumu ile anılmak isteyen şekilci zihniyet uzak durabilir, bir müziksever asla.

  • görende turist geldiğinde bağcıları geziyor sanacak. adamlar karpuzun içini yiyor kabuğunu da bize atıyor. türkiye'de öyle koylar var ki sadece tekne ile gidiliyor. içinde türk yok.

  • benim babam bana kızar ve bir şeyi beceremediğimde bana "çöçe" derdi.
    ağzını çok şapırdatırdı. ama bizden ufacık bir ses duysa çok sert tepki verirdi.
    çok sertti babam çok sert.

    salak bir devlet hastanesinde, salak bir asistan bizi başından kovmak için hastanenin kantinine gönderdi. sonra orada beklerken bir kaç kız ile geldi. hemen yanına gittim. babamın filmleri ne oldu diye. canı sıkıldı kızların yanında ona yaklaşmama. birazdan yanıma gel diye bana emir verdi.

    tostunu çayını bitirip kızlarla muhabbetini bitirmesini bekledim ve iki adım arkasından merdivenle yukarı çıkıyoruz. annemle babam orada kantinde sırada oturuyorlar.

    yukarı çıkarken salak doktorun, salak asistanı, babamın beyninde kocaman bir ur olduğunu 3 ay bile yaşamayacağını, maç skoru söyler gibi söyledi. biraz biliyordum durumu ama böyle de söylenmezdi ki.

    neyse filmleri aldım. annemle babamın yanına gittim. hiç çaktırmadım onlara.

    babam durumu anladı ve

    "size ben doyamadım ki" dedi sadece.

    ameliyatlar kötü günler ve ben "çöçe" ellerimle ona biraz da olsa yemek yedirebildiğimde "şapırdatmasından hoşlanırdım". sadece biraz yemek yedi diye. sadece 3 ay sürebildi zaten.

    yani dediği tüm kötü sözleri kızmaları değil de "bize doyamadığını" söylemesini unutmamam.

    budur.

    ----

    edit: doktorlar kızmasın ama salak olan kişi salaktır. salak olmayan salak değildir. doktorluk teferruattır.