*

  • defoe'nun robinson crusoe'sunun michel tournier tarafından farklı bir uyarlaması,robinson'un adaya düşmesinden ,yaşadığı yalnızlıktan daha ötesini anlatıyor,düşündürüyor.farklı bir robinson bulmak açısından okumaya değer.
    (bkz: yalnızlık sert bir şarap)
  • gercekci bir robinson crusoe macerasi.
  • (bkz: adamotu)
  • michel tournier in kaleminden cikmis,robinson'un yasadiklarina farkli bir acidan bakan[yokmus gibi gosterilmeye calisilan seks],yanlizligin ve sizofreninin boyutlarini okur icin yeniden cizen,bati kulturunude bir nebzede olsa sorgulayan okunasi kitap.cuma'nin adaya gelisine kadarki agir dili ile okuyucu sikma ihtimali yuksektir.
  • --- spoiler ---

    robinson adayı sikiyor.

    --- spoiler ---
  • efendim robinson crusoe bildiğimiz şekillerde fırtına sonucu ıssız bir adaya düşüyor...ve o adada yine bildiğimiz şekillerde bir insanlık düzeni kurmaya çalışıyor...ama adaya o kadar bağlanıyor ki, onu kişileştirip hatta dişileştirip ispanyolcada da umut anlamına gelen esperanza kelimesi ile isimlendiriyor...neyse....aylar yıllar geçerken (ki bu sırada yazar yalnızlığın insanı ne garip duygulara sürükleyebileceğini hatta insanlıkla-hayvanlık arasındaki çizginin ne ince olduğunu anlatırken) robinson bir erkek olarak cinsel isteklerini tamamiyle başka şekillere dönüştürüyor..bir kadının varlığının olmaması ve bu ıssız adayı bir kadın gibi sevmesinden kaynaklı olarak yerde duran, yosunlarla kaplanıp kabuğu yumuşacık olmuş eski bir ağaç kütüğünün şeklini bir kadın vücuduna benzetiyor ve çok ilginçtir ki, bu ağaçla kendi cinsel dürtülerini ilahi anlamlar da katarak tatmin ediyor...bu olay devam ettikçe adanın bir parçası olan bu ağaçla robinson arasında aşksı ve kelimelere dökülmesi zor bir ilişki doğuyor...robinson bir süre sonra o ağacın etrafında türeyen pembe çiçeklerin kendi bıraktığı tohumlardan oluştuğunu düşünmeye başlıyor...ve o çiçekleri adadan olan kızları olarak belliyor..ve hepsini teker teker sevip, ineceliyor ve ilgileniyor.neyse...sonra yine bir süre sonra cuma isimli yerli ile bildiğimiz şekillerde karşılaşıp onu sahiplenerek eğitiyor...ama cuma bir vahşi olduğundan onu kontrol etmek zorlaşıyor...bir gün yine o dişi ağaçla birleşme yaşadığında etraftaki çiçeklerin arasında pembenin yanı sıra kahverengi çizgili çiçeklerin yani çocukların olduğunu farkediyor ve cuma’nın da o ağaçla bir cinsel ilişki içinde olduğunu düşünerek inanılmaz bir şüpheye düşüyor...zaten kısa bir süre sonra da cumayı dişi ağacının üstünde yakalayarak, karısını bir başka erkekle zina halinde bulmuş bir adamın duygularıyla sinir krizi geçiriyor...ve müthiş bir düşünceler ve olaylar zinciri gelişiyor...

    kitabın genel kurgusunu kısaca anlatmış olsam da michel tournierin salt yalnızlığa, hayvanca dürtülere, allah’ın varlığının insan üzerindeki derin etkisine ve hayatta kalma konularına bakış açısı yeterince felsefî ve okunmaya değer...
  • cuma ya da pasifik arafı isimli kitaptan altı çizilmiş cümlelerim şunlar:

    "kendinize bir parça saflık saklayın. o ruhun kezzabıdır."

    "artık insanın, bir kargaşa ya da bir ayaklanma sırasında, kalabalığın kendisini sıkıştırarak taşıdığı sürece ayakta kalabilen, kalabalık dağılır dağılmaz aradan kayarak yere düşen şu yaralılara benzediğini biliyordu."

    "sonsuzluk, bize hayatımızı daha derin bir biçimde, daha dikkatlice, daha akıllıca ve şimdiki zamanın itiş kakışında yapılması imkansız bir şekilde, daha nefsine düşkün olarak ele almak için verilmişti."

    "özne, küçük düşmüş bir nesnedir. gözüm ışığın, rengin kadavrasıdır. burnum, gerçekdışı olduklaro kanıtlandıktan sonra, kokulardan kalan tek şeydir. elim, tutulan şeyin varlığını çürütür. öyleyse bilgi sorunu, tarihle aykırılıktan doğar; bu aykırılık, aralarındaki gizemli ilişkiyi ortaya çıkarmak istediği özneyle nesnenin eşzamanlılığını içerir."
  • 1994'te melis ece tarafından türkçeye çevrilerek "cuma ya da pasifik arafı" adıyla ayrıntı yayınları'ndan çıkmış.
  • michel tourniernin dilimize cuma ya da pasifik arafı olarak çevrilen romanı.

    (spoiler içerir)

    kitap elimde kapak kenarlarının kabarmasına ve köşelerinden hafifçe kıvrılmasına yetecek kadar uzun süre kaldı. okumaya başladığım günlerde robinson'un elinden her iş gelen, bir 'medeniyet' kurmaya yetecek donanıma sahip pek becerikli çalışkan hallerinden sıkılmıştım. ne zaman ki günlük tutmaya ve o günlükte ne bin yedi yüzlerin kafasıyla ne de bir adada yıllardır tek başına yaşayan bir aklın olması gereken bulanıklığıyla örtüşen temizlikte felsefe yapmaya başladı, sıkıntı kozasından bir öfke kelebeği olarak çıkmanın vaktidir dedim.

    robinson'u o becerikli halleriyle gördüğümüzde şaşırmayacağımız bir geçmişin izlerini vermiş olsaydı yazar, hadi tahta oyma, çiftçilik, avcılık neyse de eğitimli biri olduğunu bari söyleseydi, o sayfalarca tartıştığı felsefi sorunlar böyle sırıtmayacaktı yüzümüze bakıp. o 'neyse de' dediğim şeyler için de ömür çürütüyo gerçi insanlar. ay aman neyse.

    düşünüyorum da eğer ayracın saplanıp kaldığı sayfalarda cuma adaya gelmiş olsaydı bu kadar sünmezdi bu okuma. çünkü ilk bölümlerde o eleştirdiğim, kızdığım her şey, cuma'nın gelişiyle birlikte, robinson'un toza dönüşen teknesi gibi havaya savruldu.

    olay ıssız bi adada geçiyor. (ıssız ada kalıplı romanlara genel olarak robinsonad diyenler var, duymuşsundur. ne zaman kim ortaya attıysa bu kavramı, kullanıcılarıyla birlikte etlerini çimdikleyesim geliyo. adada geçen romanların öncülü olduğu algısını yaratmak için bilinçli bir şekilde oluşturulmuş bir kavram bittabi. hadi kültürel emperyalizme küfredip, hay bin yakzan orada külçe gibi dururken neyin öncülü ayol, diyelim ve artık bi zahmet yazımıza başlayalım.)

    ne diyodum, olay ıssız bi adada geçiyor; ibni sina ve ibni tufeyl'in hay bin yakzan'ları, daniel defoe'nun robinson crusoe'su, coetzee'nin düşman'ı gibi. birbiriyle hem taban tabana zıt hem de bir çeşit kardeşlik bağıyla bağlı bu eserlere topluca baksak neler görürüz, neler söyleyebiliriz, az buçuk buna değinmek istiyorum önce.

    ibni sina'nınki ikinci en sevdiğim olmakla birlikte biraz daha konu dışı, o bi kenarda dursun. ibni tufeyl'in hay bin yakzan'ı on ikinci yüzyılda yazılmış olmasıyla, bi kere bi büyük abi. ıssız bir adada a) kendi kendine oluşmuş, b) başka bir adadan bir sepetle gelmiş kahramanı hay'ın bebekliğinden ellili yaşlarına kadar gelişimini izlediğimiz bir roman bu. bu yönüyle sadece adasal roman kavramının öncülü olmakla kalmıyor, ilk bildungsroman yani oluşum romanı da oluyor, bu kadar ilk bana az deyip öyle konuları tartışıyor ki ilk felsefi roman olma ipini de göğüslemekten geri kalmıyor. romanın kahramanı hay aradığı tanrı kavramı nedeniyle birazdan değineceğim diğer kahramanlardan ne kadar ayrılsa da, ki adadaki hayatında cuma benzeri birinin olmayışı ( absal var ama o çok sonra geliyo ve olayları başka) nedeniyle de farklı ama ihtiyacı kadar tüketmek ve üretim olayına hiç bulaşmamakla coetzee'nin robinson'una azıcık benziyor. bir diğer benzerlik hay'ın konuşamayışı. sözcüklerinin olmayışı daha doğrusu. ama iki yazar buna çok ayrı yaklaşmışlar.

    daniel defoe'nun robinson crusoe'su hepimizin çocukken okuduğu üzere bir gemi kazasında ıssız bir adaya düşen gemicinin, adanın yerlisini köleleştirmesi ve adada tarım ve inşaat sektörlerine hayat vermesi ve bu yollarla orada bir 'medeniyet' kurması serüveni. kitabın sonunda robinson bir gemi tarafından kurtarılıyor ve kölesi cuma'yı yanına alarak adayı terk ediyor. on yedinci yüzyılda yazılan bu roman sömürgecilik anlayışının yansımasıydı kuşkusuz ve çok ciddi sorunlar barındırıyordu. (salak mıydım, sorgulama becerim mi gelişmemişti, kitaplarda yazan her şeyin doğru ve güzel olduğu gibi bir mutlak gerçeğe mi inanıyordum bilmiyorum ama bu kitabı okuduğum çocuk aklımla hiç yadırgamamıştım 'zenci köle' olayını. cuma ismine bozulduğumu çok iyi hatırlıyorum, onun kendi dilinde bi adı olması gerektiğini düşünmüştüm ama biri patron olacaksa bu kişi adanın yerlisi olma hasebiyle cuma olmalıdır, robinson sonradan geldi falan dememiştim hiç. )

    coetzee'nin düşman'ı için defoe'nun eserinin yapıbozumu diyebiliriz. bu kez anlatıcı susan adında bir kadın. ada açıklarında bir gemiden atılıyor ve geldiği bu adada defoe'nunkinden taban tabana zıt bir robinson ve cuma ikilisi ile karşılaşıyor. toplayıcılık ve avcılıkla geçinmekteler, tarımsal üretim ve hayvan evcilleştirme filan yok yani, aralarında hiyerarşik bir ilişki yok, afili cümlelerle tutulmuş bir günlük yok, enkazdan kurtarılmış araçlar ve silahlar yok, yok oğlu yok. ilk bölümlerde susan bunları eleştiriyor hatta, yol mol gösteriyor ama robinson hiç oralı olmuyor. bir çeşit gönül adamı kıvamında, sakin huzurlu bir adam neticede (tournier'nin kitabındaki "dönüşen robinson" var biraz burada aslında). ada hayatından daha önemli bir şeyi tartışıyor zaten coetzee romanda, cuma'nın kim tarafından ne zaman kesildiği belli olmayan dili. ya bundan ne kadar etkilendiğimi anlatamam sana. susan'la birlikte sorular soruyoruz anlatı boyunca. dilini kaybetmiş bir adam düşünme yetisini de kaybetmiş midir. kimdir, kimliği kişiliği var mıdır. aktarım yolu yoksa varlığının izleri nerededir. iğdiş edilen dili aslında neresidir, nesidir falan falan gibi gibi. insan hani bunlara yekten cevap veriyo ya başlangıçta; olur mu canım, başka şekillerde anlatsın, yazsın, çizsin, bedeniyle göstersin falan diyo ya, kazın ayağı öyle değil diyo işte coetzeeciğim burada. tabi söz konusu coetzee olunca anlatılarının temelini oluşturan afrika'yı ve ona atfettiği sembolleri, o alegorik üslubunun altında yatan gizemleri düşünmeden edemiyo insan. cuma'nın adadan kurtuluşlarından ve robinson'un ölümünden sonra susan'la gelişen ilişkisi, aktarıcı susan'dan günbegün öğrendiğimiz kayıtsızlığı, buna rağmen varlığı yadsınamaz bağlılığı.. ay allahım bu kitabın ne kadar çok sorusu, tartışılması gereken ne çok yönü var. (bana düzgünce bi anlattır bu kitabı bi ara)

    yaklaşık bi otuz cm falan önce demiştim ya cuma'nın gelişiyle birlikte bütün suratsızlığım dağıldı diye, he bak bunu sakın unutma.

    basım yılı sanırım 1972. düşman'dan on dört yıl önce olmuş oluyor. öyle acayip, öyle şahane bi cuma var ki burada, insan belki de coetzee kendi cuma'sını bu nedenle dilsiz bıraktı diye düşünebilir :) söylememek olmaz, bunun da temel kaynağı defoe'nun robinson crusoe'su ve bu da bir yapıbozum. ama tamamen ters yüz, öyle böyle değil.

    başlangıçtaki robinson tasviri benziyor benzemesine. insanın dünya üzerindeki tarihinin fast-forward anlatımı gibi bir hızda robinson avcılık ve toplayıcılık serüveninden tarımsal üretime ve yerleşik hayata geçiyor, önce bir iki hayvan evcilleştiriyor derken sonra birkaç sürünün sahibi oluyor, ünvanlar ediniyor ve yasalar koyuyor, zamanı düzenliyor, hayatına din giriyor, dini ritüeller uyguluyor falan filan. şöyle bir fark var ama; buradaki robinson tüketebileceğinden çok fazlasını üretmeye başlıyor ve bir süre sonra üretim kapasitesi artsa da tüketimi azalmaya devam ediyor. sürekli bir istifçilik peşinde, pinti herifin teki olup çıkıyor anlayacağın :) of yaaa, oradaki kasıt şu, deme. gül geç :)

    tournier'nin robinson'u defoe'nunkinden ilk olarak oralarda ayrılmaya başladı zaten. onun robinson 'u şizofren. bir kimliği ile burjuva yaşantısının izlerine sahip çıkıp 'medeniyet' oluştururken diğer kimliği çıplak dolaşıp çamurda debeleneniyor sözgelimi. (bunları ayırmak için kullandığı bir araç var gerçi, su saati, bilinçli bir geçiş söz konusu yani aslında. bu onu şizofren yapmaz di mi :/ ay ama öyle düşünmek daha çok hoşuma gidiyo. robinson şizofren, cuma manik depresif:)

    neyse robinson sürekli bir gözlem, sürekli bir inceleme halinde. hay ile en çok benzeştiği yan da burası. sürekli yeni denemeler yapıyo, bunun sonucunda başka ıssız adalardaki başka kazazadelerden çok daha konforlu bi yaşama ulaşıyo tabi:) cuma, defoe'nunkinin aksine adaya sonradan gelen kişi. robinson ne zamandır adada, bilmiyoruz tabi. neyse işte cuma'nın hayatını yanlışlıkla kurtarıyo ve birlikte yaşamaya başlıyolar neticede.

    bu cuma, gördüğümüz bildiğimiz diğer cumalardan çok farklı. robinson'a hayatını borçlu olduğu için saçma isteklerini ve kaprislerini yerine getiriyor örneğin. ama kölesi olmuyor. bu çok önemli. verilen bir işi yapıyo ama kaytarıyo da. kendi özgür zamanları var ya da. ya da tembellik saatleri. robinson'un dünyasında ilk çatırdamalar bunlarla oluyo zaten. cuma'yı kara derisiyle medeniyetten uzak topraklarda büyümüş bir yerli olarak algılayıp dikkate almazken gitgide ciddiye almaya başlıyor ve tanımaya çalışıyor. cuma ise robinson'un dünyasını yerle bir etmeye ahdetmiş gibi, bir bir, onun tüm kutsallarını yıkıyor.

    robinson'un speranza (adaya bu ismi vermişti, adanın kişileştirilmesi örneği de ilk) ile cinsel ilişkiye girdiği bir alan var mesela, yıkılmış bir ağaç gövdesinde büyüyen likenler falan (çok acayip bu di mi. taxidermia'daki domuz sahnesini hatırlattı bana) , cuma da oraya gidip aynı şeyi yapıyo. ama hiçbir kötücüllük taşımadan, hiçbir kastı yokken. ağaçları yapraklar yerde, kökler dışarda dikti mesela, ters yüz etti, robinson'un mağarasını havaya uçurdu, bütün evcil hayvanları kaçırdı, pirinç tarlasını bozdu, bütün stokları yok etti.. böyle arka arkaya bakınca komik bile durdu aslında tüm bunlar :) robinson'un on yıllar boyunca ürettiği ve gitgide kaynaklandığı gereksinimi bile unutup robotik bi şekilde üretmeye devam ettiği her şeyi, yok etti. robinson günlüğünü kırmızı ile yazıyodu, mavi verdi. akbaba tüyü ile yazıyodu, albatros tüyü verdi. tüm bu yıkımlardan sonra, ki robinson artık hiçbir şeye şaşırmıyo ya da kızmıyodu, eşit ilişkileri başladı işte.

    özetle, robinson'un mutsuz ve ciddi hayatına ruh ve neşe üfledi cuma. ormanın en güçlü tekesini öldürüp onu önce uçurması sonra da ona şarkı söyletmesi, robinson'a yapacaklarının vaadi gibiydi zaten. teke robinson'la eşti..

    bi çizelge yapmayı düşünmedim değil sevgili okur. belli başlı kavramların hangi kitapta nasıl ele alındığını bir seferde görebilmen için yani. sözgelimi adadan ayrılma hangisinde nasıl işlenmiş. kimler ayrılmış adadan, herkes 'kurtarılmak' istemiş mi, hangi kitapta efendi - köle nasıl verilmiş falan filan. ama sonra vazgeçtim bundan. çünkü olacaksa başka okumalar da gerektirecek ciddi bi çalışma olmalı bu. mesela kazak edebiyatında da işlenmişse bu konu ve bizim çizelge bunu içermeyecekse ne anlamı olur di mi. bak aslında güzel fikir. uzun bi tarama sürecini göze alan adasal roman tutkunu biri günün birinde böyle bi çalışma yapabilir belki.

    özetle çok sevdim ki bu kitabı.. hep robinson'u okuyor gibi görünsek de anlatılan cuma'nın hikayesiydi. dolayısıyla asıl sevdiğim cuma oldu.. robinson'un dönüştüğü kişiyi de sevdim gerçi. ay ikisini de sevdim ayol !

    seni hep benden daha çok okuyan, daha da güzel okuyan (ve daha az goygoy yapan) biri olarak hayal ediyorum. ama olur da arada kaynadıysa bu kitap /kitaplar, okumadıysan yani mutlaka oku. tournier favorim. ikinci sevdiğim ibni sina, üç coetzee, dört ibni tufeyl. lütfen senin sevme sıralaman da böyle olsun, sevgiler :)
hesabın var mı? giriş yap